İçeriğe geç

Evvelotel Kitap Alıntıları – Ayfer Tunç

Ayfer Tunç kitaplarından Evvelotel kitap alıntıları sizlerle…

Evvelotel Kitap Alıntıları

Bir insan doğum ve ölüm denen iki büyük yalnızlık arasında hiç yalnız kalmamışlardan değilse, içinde bir türlü ses olup dağılamayan bir çığlığı taşımışsa, bir anı ya da bir hayal için hayatını yakabilir. Böyle bir insan yüreğinde kurduğu mahallede, herkesten gizli, uğrunda hayatını yaktığı şeyle yaşayabilir.
Yalnızlık zamanlarım daha sık oluyor artık. Dalıp dalıp gittiğim, bir loşlukta tutsak kaldığım zamanlar. Hayat daha ağır geçiyor benim için, belki ondan. Belki de artık kendimi daha çok arayıp bulmak istiyorum. Anılarımı daha sık çıkarıyorum sandığından. Acı duymaktan, yaşadıklarımı acıklı, hüzünlü bulmaktan korkmuyorum. Çünkü kuşku duyuyorum gerçekliklerden.
Ara sıra çıkarıyorum o gizlediklerimi kalbimin en derin yerinden. Yanımda, kimselerin olmadığı, kahkahalarımın, gülüşlerimin bittiği zamanlarda. Ben çeşit çeşit gülüşlerimle ünlüyümdür. Hep neşeler gezdirmişimdir yanımda. Benimle birlikte olanlar, en çok neşemi severler, bilirim. Çünkü hüzünlü suskunluklar, ağlamaklı duruşlar insanlara kendi küçük acılarını hatırlatır. Oysa herkes unutmak oster bir yanıyla kırık anılarını.
Kendi hikayem hafif, hatta basit geliyor bana, basit hikayelerle oyalanmış bir ömrün sahibi olmak ise ağır geliyor, eziliyorum
Nerede olduğunu, bunca yıl ne yaptığını, niye beni hiç aramadığını sormayacağım. Çok sevineceğim dönüşüne, kalbim dayanırsa. Bir de “Artık gitme!” diyeceğim fısıltıyla. Sensiz gecelerde çok korktum.
Yalanlarıyla hayatımı güzelleştirdi dedi, evet yalan söylüyor, ama doğruyu yaşamaktan bıktım artık.
Çok mu büyüktü aşkınız dedim.
Hayır dedi, ikimiz de çok yalnızdık.
Kapıma sarı bir köpek dadandı. Sevdim hayvanı. Kebapların altındaki kalın pideleri ona vermeye başladım. Paspasın üstünde yatıyordu. Her sabah kapıyı açtığımda kuyruğunu pat pat yere vuruyordu. Bir gün paspasımı çaldılar. Bir baktım, başka bir evin kapısındaki paspasta yatıyor. Nasıl dünya ulan bu? diye söylendim o gün, bütün canlılar mı adi?
Hayatın yenen kazıkların toplamından ibaret olmadığına inanmaya ihtiyacım vardı, yoksa çok zor olacaktı yaşamak. Her yerde dokunaklı şeyler arıyordu gözüm. Okuldaki yoksul öğrencilerin zengin olanların yanında
takındıkları o kırık ve gergin hal beni kesmiyordu, çok bildik şeylerdi bunlar. Toplumcu gerçekçi hikâyelerin içi fena halde boşalmıştı. Toplumcu olmak çoktandır gülünçtü. Herkes bireyin dramından söz ediyordu, gerçi ben ortada dram mram göremiyordum. Birey de saçma bir kelime olmuştu zaten, bankacılık terimine dönüşmüştü, bireysel bankacılık deniyordu, yabancılaşıyordum birey’e. Gerçekçi olmak da gülünçtü öte yandan. Gerçek diye bir şey yoktu, kalmamıştı. Gerçekdışına, gerçeküstüne, gerçeğin ötesine berisine inanılıyordu artık. Büyük yalanların tutarlı bir biçimde ortaya konmuş içgerçeğine inanmak tercih ediliyordu.

Bir şeyler oluyordu dünyada, değişiyordu, ben yetişemiyordum.

Bir gün herkes kendisi olsun.
Yılanın sırtındaydım yine. Bütün camlar açıktı. Çöl gecesi kahkahalarını duyuyordum, çok hüzünlü geliyor­du şimdi, her şey içime dokunuyordu.
hayallerini yaşamışsın gibi anlatmak yalan söylemek midir? Yalan olmalı. Çünkü hayaller de yalandır
Kayıp oğul zihnimde birden yaşlanınca, benim hikâyem de değişti, neredeyse sonuna geldi. Zaman geçmişti. Geride kalanların toplamına yaş diyordum. Buna geleceği de eklediğimde ömür oluyordu. Gecenin bir vaktinde, karanlıkta, defalarca silinmiş olmasına rağmen bana hâlâ temiz hissi vermeyen kanepede sırtüstü yatarken hayatımı düşünüyordum, bir boşluktan ibaret olduğunu görüyordum. Sonunda hayatımın kendisi haline gelen büyük boşluğun, içinde saf olan hiçbir şeyi barındırmayan, zavallı bir şekil olduğuna inandım.

Bir şekildim ben, boşluğun şekli.

Durmadan eskiyorum. Tel tel ayrılıyorum, dökülüyorum. Benimki yaşlanmak değil. Boyaları solan, sıvaları parça parça çatlayıp dökülen evim, kumaşları gitgide incelen, yıpranan koltuklarım, paraziti artan, neredeyse susacak radyom gibi eskimek.
-Sinirli yapar bizim buralar adamı. Öyle tuhaf bir yerdir ki, kaderi hızlandırır. Üç ayda olacak olan üç günde olur, yaran varsa kanar, durduramazsın. Sabrım var sanırsın, tükenir. Öleceğin yoksa bile ölürsün. Ölmezsen eksilirsin. Hâlâ burada yaşıyorsan bil ki, son sen, ilk sen değilsin. Kendimden biliyorum, eksildim.
Şimdi tepelerde yaşayan bir adamım. Yalnızım, avareyim.
Üzerinde adım yazan seramik bir kupadan başka hiçbir şey yaşamadı benimle birlikte.
Kimselerin bilmediği şiirler yazdım ve her şeyi terk ettim.
Her geçen gün bana çok uzakta kalmış gibi geliyor artık, günlerin arasına aklımın almayacağı kadar uzun zamanlar giriyor, kendimi bu zamanların arasında kaybolmuş hissediyorum.
Yazılmayacak bir romanın içinde, yazılacakmışız gibi yaşamıştık.
Bir insan doğum ve ölüm denen iki büyük yalnızlık arasında hiç yalnız kalmamışlardan değilse, içinde bir türlü ses olup dağılamayan bir çığlığı taşımışsa, bir anı ya da bir hayal için hayatını yakabilir. Böyle bir insan yüreğinde kurduğu bir mahallede, herkesten gizli, uğrunda hayatını yaktığı şeyle yaşayabilir.
Ah, bunlar bilinemez! Ne kadar izlesek kaybolur, yarım kalır. Gidenler nerededir, kimlerledir, bilinemez. Tarihler geçer, yüzümüze çizgiler dolar, sırtımız ısınmak bilmez, yıllar geçer, aşklar nerdedir, bilinmez.
Kimbilir çocukluğumuz nerededir? Arkasına saklandığımız ağaç, oynadığımız boş arsa, yıkandığımız taşlık, nerededir?
Çocukluğumun bütün anıları gülümseyen fotoğraflar oldular artık. Hiç yaşanmamış kadar uzak.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Her şeyin naylondan olduğu bir çağda, hâlâ seviyormuş gibi yapmak ne zor şey diye düşündüm.
Gerçek diye bir şey yoktu gerçekten.
Her şey soğudu, içim de.
Dünya güvenilmez bir yerdir çünkü. Kapısını kapalı tutmayan kirli bir suyun içeri sızmasına, kendini çürütmesine, yok etmesine razı demektir; dünya yorucu bir yerdir çünkü.
hayatımı düşünüyordum, bir boşluktan ibaret olduğunu görüyordum. Sonunda hayatımın kendisi haline gelen büyük boşluğun, içinde saf olan hiçbir şeyi barındırmayan, zavallı bir şekil olduğuna inandım.

Bir şekildim ben, boşluğun şekli.

İnsan orta yaşın ortasına gelince olmayacak duyarlılıklar ediniyordu, körleşiyordu.
Tek çocuk olmanın en kötü tarafı, bütün ölümlere ben koşmak zorunda kalıyorum, bu sefer de sen ilgilen cenazeyle diyecek kimsem yok.
Bir şeyler oluyordu dünyada, değişiyordu, ben yetişemiyordum.
Hayatın yenen kazıkların toplamından ibaret olmadığına inanmaya ihtiyacım vardı, yoksa çok zor olacaktı yaşamak.
Keşke evlenmeseydim, bi boka da yaramadı zaten demiştir. Yaradığım zamanları çoktan unutmuştur adıyla müsemma olmayan Neşide.
Kötü şiir Neşide!
Neydi senin şiir dedi, bir gün ne olsundu?
Herkes kendisi olsun.
Mesela sevilmeme korkusu dedim, bir kadını sev­mekten vazgeçebileceği sınıra kadar zorlarsın. Sınırı his­settiğin anda sevmekten vazgeçen sen olursun.
Ama büyük bir boşluk yerleşti içime, sanki içinde kaybolduğum gerçeküstü bir film bitmiş de gerçekliğe alışamıyorum bir türlü, böyle tuhaf bir duygu.
Çok mu büyüktü aşkınız dedim.
Hayır dedi, ikimiz de çok yalnızdık.
Nesim ise, aşk bitiyor demiş, nasıl oluyor anlamıyo­rum, ama bitiyor, insan çocuklarına bakıyor sonra, aşk bunların neresinde diye soruyor kendine.
Unutmak iyi bir şey, önce yoksa şimdi de yok.
Unutmak iyi bir şey, önce yoksa şimdi de yok.
Hayallerini yaşamışsın gibi anlatmak yalan söylemek midir? Yalan olmalı. Çünkü hayaller de yalandır Asil. Değil mi?
Masamın üstü hiç olmadığı kadar dolu, kafam hiç olmadığı kadar karışık.
Okumaktan yorulur mu hiç insan?
Yaşarken güzellik sandığım şeylerin aslında nasıl da derin birer acı olduklarını anlayınca unutmak istedim hepsini.
Çocukluğumu unuttum. Unutmak bir yalanlamadır, en yalnız zamanlarımda kendime bir bir anlattığım. Aslında hiç birini unutmadım, sakladım. Çocukluğumu ve o günlerle birlikte taşıdığım herşeyi değerli bir sandık gibi kalbime çiviledim.
Işıklarıma kimse aldırmıyor. Onlar gecenin içinde bir renktirler sadece.
Gidenler nerededir, kimlerledir, bilinemez. Tarihler geçer, yüzümüze çizgiler dolar, sırtımız ısınmak bilmez, yıllar geçer, aşklar nerdedir, bilinmez.
Bir saksı fesleğendi, durmadan hoyrat ellerde ezilirdi.
Beni bu öldürücü yabancılıktan, yabancılığın yalnızlığından, korkularımdan, gençliğimin güzel anılarından, terkedilmişliğimden, biri tarafından çok sevilmişliğimden kurtarın! Beni yakamı bırakmayan bu Allahın cezası hüznümden kurtarın!
dibinde bulanık bir suyun beni beklediği dar bir kuyuya inmek gibiydi onunla sevişmek, kendi içime ölümcül bir yolculuktu.
Birbirimize iyi akşamlar dediğimiz ve gözlerini gözlerime diktiği kısa süre içinde bu ilgiden hoşlanıp hoşlanmadığımı soruyo­rum kendime, ama daha cevap veremeden sorumu unu­tuyorum. Bu ilgi üstümde iz bırakmıyor.
Bazı durumlara sonuna kadar tanık olmak bir kısmını görmekten iyidir.
karanlığım gittikçe koyulaşıyor.
Beni yakan üç hikayenin hikayesini yazmaya çalışı­yorum. Biri benim, biri Madamın hikayesi, üçüncüsü bizi bir araya getiren yayımlanmış bir metin.
Onunla sevişmelerimizi hatırladığımda karanlık bir kuyuya düşüyorum. Sevişirken de öyle oluyordu, dibin­ de bulanık bir suyun beni beklediği dar bir kuyuya in­mek gibiydi onunla sevişmek, kendi içime ölümcül bir yolculuktu. Gözlerini aç! diyordum, aç, aç! Çünkü göz­lerini kapatırsa bedeni plastikleşiyordu, ruhu uçup gidi­yordu, ben boşluğa düşüyordum.
Gece boyunca zihnim manzarayı büyüttü, sonunda bir duvar resmine dönüştü görüntü; solgun saçları alnına dökülen, bedeni nerdeyse yok bir kadın tümüyle yok ol­muş, geride kalan acayip gözleri eski ezik eşyanın üstün­ de yuvarlanıyor.
Umman’la hiç gündüz sevişmedik, sevişirken ışık yakmadık Gecelerimiz acı geçiyor bu yüzden. Hiç sesi­miz çıkmıyor.
Çok mu büyüktü aşkınız dedim. Hayır dedi, ikimiz de çok yalnızdık.
Bir gün herkes kendisi olsun.
Hayatın yenen kazıkların toplamından ibaret olmadığına inanmaya ihtiyacım vardı, yoksa çok zor olacaktı yaşamak.
Ben gidişiyle sevindiren biriyim cümlesindeki boş gurur içimi eziyor mesela.
Kendi hikayem hafif, hatta basit geliyor bana, basit hikayelerle oyalanmış bir ömrün sahibi olmak ise ağır geliyor eziliyorum.
Abim çevresindekilere büyük şiirler yazmaktan, dar kapılardan geçmekten, tersine çevirmekten, uyumsuzluğun erdeminden ve daha bir yığın karışık şeyden söz eder­di, tavanları çok yüksek olduğu için kendini en iyi hissettiği yer olan okul kantininde. Şiir hayatın kaynağıdır derdi mesela, “hayat sonsuz bir şiirden başka bir şey değil­dir. Nereye kanacağını tahmin edemediğimiz, küçük, ha­şarı kuşlara benzerdi sözleri, ordan oraya uçardı.
Oysa mazlum olandım ben küçükken, uslu olan, sessiz olan; büyüyünce başına üç elmanın üçü de düşen, canı yanan.
Ama anlatacaklarından korkan insanların arkadaşları olmamalı.
Çok ağladım.
Gözyaşlarım kulaklarıma doldu, kulaklarım kaşındı, yüzüstü döndüm.
“Her insan önünde sonunda kendi hayatı zannettiği bir hikâye uydurur”
“Eş benzer anlamına da gelir. Eşler de köpeklerin sahiplerine benzemesi gibi, birbirlerine benzer, birbirlerini birbirlerine benzetirler. Sisi andıran bir mutsuzluğun içinde birlikte kaybolurlar. Oysa kocam ya da karımı sevecen bir anlam çevreler, sen de bilirsin.”
“Kulak ağrısı gibi diye düşünmüştüm o gece. Birbirimizin farkında olmamız, kulakta uyuyan, uyanınca ağrı yapan şey gibi.”
Hâlâ burada yaşıyorsan bil ki, son sen, ilk sen değilsin. Kendimden biliyorum, eksildim.
“Belki siz de günün birinde böyle ilginç bir duruma düşersiniz;

biri size ülkenizden bahsederken sanki size

Afrika’da bir yerden bahsediyormuş gibi dinlediğiniz duruma.”

“İnsan bir köpeğin gözlerinde ölümcül bir umutsuzluk görebilir mi, ben gördüm. Sanki intihar etmek istiyordu. Köpeklerin intihar etmek istediklerini, hatta ettiklerini, kendilerini balkondan attıklarını ya da ölüm orucuna girdiklerini okumuştum, köpekler böyle şeyler yapıyordu”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir