İçeriğe geç

Eski Mezopotamya Tarihi Kitap Alıntıları – Kemalettin Köroğlu

Kemalettin Köroğlu kitaplarından Eski Mezopotamya Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Eski Mezopotamya Tarihi Kitap Alıntıları

Babil kenti, ikinci binyılın ilk yarısında ünlü kanun yapıci Hammurabi’nin sülalesine de başkentlik yapmış olmasına ragmen, esas ününü Yeni Babil döneminde kazanmıştır. Günümüze ulaşan anıtsal kalıntıların çoğu bu dönemde, kral Nabopolassar ve özellikle de Nebukadnezzar tarafından yaptırılmıştır. Babil Firat Nehri’nin doğu ve batı yakasında 850 hektarlık bir alana kurulmuştu. Yaklaşık 80 bin kişinin yaşadığı varsayılan, Eski Mezopotamya’nın bu en büyük kentinin çevresi iki sıra halinde surlarla çevrilmişti. Savunmayı güçlendirmek amacıyla surların dışına bir de hendek kazılmışti. Nehrin doğu yakasında, kuzeyden güneye doğru sırasıyla Nebukadnezzar’ın sarayları, Babil Kulesi olarak adlandırılan ziggurat ve Marduk Tapınağı Esagila gibi önemli yapılar sıralanmıştı. Orijinal yüksekliğinin 90 m. kadar olduğu hesaplanan zigguratın günümüze yalnızca kalıntıları ulaşmıştır. Eski Ahit’te Babil Kulesi olarak adlandırılan bu yapı, Herodot’a göre 8 kademeliydi ve tepesinde bir de tapınak bulunmaktaydı. Kentte, 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında kazılar yapan Alman arkeolog Koldewey’in gün ışığına çıkardığı önemli yapıların yanı sıra birçoğu yalnızca yazılı kaynaklarda anılan 1000 kadar da tapınak vardı..
Assurlular kehanete de inanmaktaydılar. Tanrıların çeşitli yollarla gelecek hakkında mesaj gönderdiği ve kâhinlerin bu mesajları okuduğu varsayılırdı. Önemli durumlarda, tanrıların gelecekle ilgili planlarını anlamak amacıyla kurban edilen hayvanların iç organları, ciğerleri, ayrıca gezegen ve yıldızların hareketleri yorumlanır, kral da karar vermeden önce kahine danışırdı. Büyücülük, kara büyü (kötü) ve ak büyü (iyi) biçiminde uygulanırdı. Krala karşı yapılan kötü büyüden korunmak için Esarhaddon döneminde en az 6, Aşurbanipal zamanında ise 2 kez krallık tahtına sahte bir kral (vekil kral) getirilmiştir.
Assur toplumu gelenek ve inançlar konusunda oldukça tutucuydu. Kökleri birkaç binyıl öncesine, Sümer dönemine kadar uzanan mitolojik anlatılar, kasideler ve gelenekler yaygın biçimde kabul görmekteydi. Ülkenin baştanrısı Assur olmakla birlikte Sümer, Akkad ve Babil’in önemli tanrılarına da saygı gösterir ve kutsarlardı. Kral, ülkeyi tanrı adına yönetmekle görevliydi ve aynı zamanda da onun başrahibi idi. Tapınakları onartmak ve yeni tapınaklar inşa ettirmek de onun göreviydi. Bu mekânlara atanan görevliler ve hizmetliler onun himayesi altındaydı. Tapınaklara zengin hediyeler sunmak ve belirli dönemlerde kurban kesmek, toplumsal saygınlık açısından yerine getirilmesi zorunlu görevlerdi. Úlkenin başkenti ve eyaletlerde baştanrı Assur’un yanı sıra, Ninurta (savaş tanrısı), Iştar (aşk tanrıçası), Şamaş (güneş ve adalet tanrısı), Sin (ay tanrısı) ve Adad (firtına tanrısı) gibi önde gelen tanrılar için tapınaklar bulunmaktaydı.
Yeni Assur dönemindeki yönetim anlayışı, eski Mezopotamya geleneklerinin bir devamıdır. Emirleri doğrudan tanrıdan aldığını ileri süren Yeni Assur kralları, sık sık Sümer, Akkad ve Babil tanrı ve tapınaklarını yücelttiklerini hatırlatarak yönetimlerinin kökenini vurgulamışlardır. Assur Devleti, sınırları genişledikçe, elde edilen ekonomik ve siyasi gücün kullanımında kendilerine özgü yeni yöntemler geliştirmişlerdir. Devletin tepesinde tanrıların atadığına inanılan, ülkenin ve devletin sahibi, savaşçı ve kahraman kral bulunurdu. Yazıtlarda genellikle “Büyük Kral , “Güçlü Kral , “Assur Úlkesinin Kralı , Yukarı Deniz’den (Akdeniz) Aşağı Deniz’e (Basra Körfezi) Kadar Olan Bölgenin Hakimi , Dört Bir Yanın Kralı ve Evrenin Kralı gibi unvanlarla tanıtılırdı. Bu unvanlar, kralın mutlak otoritesini göstermek amacıyla egemenlik alanı, ordunun gücü ve vergi alabildiği bölgelerin sınırlarına bakılmaksızın kullanılabilmekteydi. Tahta her ne şekilde çıkarsa çıksın, Assur ülkesinin büyük tanrıları olan Assur, Enlil ve Ninurta tarafından seçildiği vurgulanırdı. Tahta çıkış töreni de ülkenin en büyük tanrısı Assur’un tapınağında gerçekleştirilirdi. Assur kralı hem tanrılara hizmet eden en büyük rahip hem de ordulara komuta eden en büyük savaşçıydı. Aynı zamanda ülkenin en büyük yargıcı olarak önemli davalarda karar verme yetkisine sahipti.
Aşurbanipal sanata ve bilime oldukça önem veren bilge bir kraldı. Güney Mezopotamya’nın kutsal kentlerine yaptığı seferler sonrasında Sümer ve Akkad tapınaklarında saklanan tabletleri ülkesine taşımış ve bunların kopyalarını çıkartarak arşivini zenginleştirmiştir. Ninive’de oluşturmaya başladığı yazılı belge koleksiyonu zamanla büyük bir kütüphaneye dönüşmüştür. Burada bilim adamlarının kullandığı standart listeler, referans kitapları, iki dilli sözlükler, işaret ve eşanlamlı sözcük listeleri, tıbbi tanı listeleri, kehanet, dinsel tören ve büyü özetleri gibi çalışmaların yanı sıra, Yaratılış Destanı ve Gılgamış Destanı gibi edebiyat yapıtları da bulunurdu. Kralın kendisi de Sümerce ve Akkadca belgeleri anlayabildiğini, en zor matematik problemlerini çözebildiğini ileri sürerdi. Ninive’deki (Koyuncuk) Kuzey Sarayı’nın duvarları yaşamı boyunca yaptığı önemli savaşları anlatan taş kabartmalar ve av sahneleriyle bezenmişti. Bu dönemde askeri seferlerin yanında avcılık da, Assur kralları için saygınlık ve güç sağlayan, öncelikli bir spordu.
Assurlular toplum düzenini sağlamak amacıyla uyguladıkları kuralları yazılı hale getirmişler, zaman zaman da saraydan fermanlar yayınlayarak kuralları hatırlatmışlardır. Bu bağlamda özellikle kadınlar açısından oldukça dikkat çekici yaklaşımlar gözlenir. Kadın sosyal yaşamda önce babası, evlendikten sonra da kocasının gözetimi altındaydı: Koca eğer savaşta esir alınmışsa kadın en az iki yıl onu beklemek durumundaydı. Evlendikten sonra bile eski kocası gelirse ona dönmek zorundaydı. Kadına verilen cezalar da oldukça ağırdı: Eğer bir kadın hırsızlık yaparken yakalanırsa ya kocası tarafından kulakları, ya da mağdur tarafindan burnu kesilirdi. Evli bir kadın yalnız başına dışarıya ancak başını örterek çıkabilirdi. Evli olmayan kadın, köle ve fahişeler başlarını bağlayamaz, bağlarlarsa dayakla cezalandırılırdı. Saray kadınları ise daha sıkı kurallara tabi idi. Bir saray kadını yanında biri olmadan bir erkekle karşılaşırsa her ikisi de öldürülürdü. Bir köle omuzu açık biçimde bir saray kadınının yoluna çıkarsa yüz kamçı ile cezalandırılırdı (Tosun-Yalvaç 1975).
Kassit krallarının Babil ve Sümer tanrılarına saygı gösterdiğine ve eski tapınakları onardığına değinmiştik. Yazılı belgeler, Kassitlerin salt kendilerine ait bazı tanrı ve tanrıçalara da inandığını bildirir. Adları Ugarit tabletlerinde anılan, bölgeye yabancı Şukamuna ve eşi Şimalija, dağları sembolize eden baştanrı ve tanrıça olmalıdır. Ayrıca hava tanrısı Buriaș, güneş tanrısı Sah, ay tanrısı Şipak da pantheonun üyeleri arasındadır..
Aşk ve savaş tanrıçası İştar, bütün Mezopotamya uygarlıklarında kabul gören en önemli tanrıçadır. Sümerlerde Inanna, Akkadlardan itibaren Sami kökenli uygarlıklarda ise Iştar adıyla tanınır. Adı Sümer inancında An, Utu (Şamaş) ve Ninna (Sin) gibi önemli tanrılarla birlikte anılır. En önemli tapınağı Eanna (cennet evi) Uruk kentindeydi. İştar’ın kutsal hayvanı aslan, sembolü ise yıldızdı. Hammurabi dönemine ait 49 cm. yüksekliğindeki bu kabartmada boynuzlu başlığı, kanatları, aslanları ve baykuşları ile birlikte gösterilmiştir. Elinde bir dal ve adaleti temsil eden halka bulunur. Kilden yapılmış olan ve British Müzesi’nde bulunan bu kabartmanın İştar’ın kızkardeşi Ereşkigal veya Lilitu (Eski Ahit’te Lilith) olabileceği de düşünülmektedir.
Hammurabi kendisini adil ve insancıl bir hükümdar olarak tanitir; amacinı güçlülerin zayıfları ezmesini önlemek, öksüze ve dula adil davranılmasını sağlamak ve adaleti hakim kılmak olarak açıklar. Bu tür mesajlar Güney Mezopotamya’da Sümerlerden beri kullanılmaktaydı. 2.25 m. yüksekliğinde bir stel üzerine 49 sütun halinde yazılan 282 maddelik Hammurabi yasalarıyla bir hukuk sistemi oluşturulduğunu söylemek oldukça zordur. Burada hükümlerin yerine getirilmesi, mahkeme sistemi, hakim ya da adaleti sağlayacak diğer görevlilerden söz edilmez. Stelde, toplumu en çok ilgilendiren ticaret, tarım, aile, kölelik, ahlak dışı davranışlar gibi birçok konuda, ya da hassas olunan noktalarda dikkat çekici düzenlemeler ve cezalar sıralanmıştır. Bunlar, aşağıda birkaç örneğini aldığımız gibi, genel olarak eğer şu yapılırsa şu ceza verilir biçiminde yazılmıştır: Eğer bir kişi bir başkasını ölüm cezası gerektirecek bir suçla itham eder ancak kanıtlamazsa suçlayan kişi ölüm cezasına çarptırılır. Eğer bir kişi hırsızlık yapar ve yakalanırsa o kişi ölüme mahkûm edilir. Eğer bir avilum bir muşkenum’un gözünü çıkarır veya kemiğini kırarsa bir gümüş mina öder. Eğer bir inşaatçı bir avilum için yaptığı evi dayanıklı yapmaz ve ev çöküp sahibi ölürse, inşaatçıya ölüm cezası verilir. Eğer ev sahibinin oğlunun ölümüne neden olmuşsa inşaatçının oğlu öldürülür (Tosun-Yalvaç 1975). Orneklerden görüldüğü üzere verilen cezalardan bazıları dişe diş, göze göz olarak değerlendirilebilecek kadar ağırdır. Hammurabi yasalarının Sümer yasalarından ayrılan yönúde bu ağır cezalardır. Amurrulara özgü bu ceza anlayışı, Sami toplumlarında günümüze kadar varlığını korumuştur..
Hurriler, Mezopotamya çevresine o döneme dek gelenlerden farklı özelliklere sahip ilginç toplumlardan biridir. Konuştukları dil Sami veya Hint-Avrupa kökenli dillerle benzerlik göstermemekteydi. Hurrice, ilk bölümde de değindiğimiz gibi birinci binyılda Doğu Anadolu’da bir devlet kuran Urartuların diliyle akrabaydı. Bu diller günümüzde Kuzeydoğu Kafkasya’da konuşulan bazı dillerle benzerlik gösterir. Hurri tarihi iki ayrı bölümde incelenir: İlki kuruluş sürecini de kapsayan küçük devletler dönemi; ikincisi ise sonraki bölümlerde ele alacağımız, ikinci binyıl ortalarında Mitanni kökenli yöneticilerin önderliğinde kurdukları güçlü devlet dönemidir.
Uruk, gök tanrısı An’a (veya Anu) adanan batıdaki Kullaba ve aşk tanrıçası Inanna’ya (Akkadca İştar) adanan doğudaki Eanna adlı iki yerleşim yerinin birleşmesinden oluşmuştu. Alman arkeologların yaptıkları kazılar, kentin büyük bölümünün anıtsal boyutlardaki tapınak ve resmi yapılardan meydana geldiğini ortaya çıkartmıştır. Eanna alanındaki en önemli mimari eserlerin, kalıntıları günümüze yüksek bir tepe biçiminde ulaşmış, III. Ur Sülalesi dönemine ait bir zigguratın altında olduğu belirlenmiştir. Bu ziggurat aynı alandaki, Geç Obeyd döneminden itibaren birbirinin yıkıntisi üzerine yapılan bir dizi tapıinağın sonuncusudur. Obeyd dönemi kalıntıları üzerindeki en eski (3600 yılları) Uruk yapılarından biri Kireçtaşı Tapınağı (Kalkstein) adıyla anılır. Bu yapının temellerinde kullanılan taşlar 80 km kadar uzaktaki taş ocaklarından getirilmişti. Payeli Tapînak ya da Mozaikli Avlu adı verilen yapı Kireçtaşı Tapınağî’ndan sonra yapılmıştı. Bu yapının duvarları, başları siyah, kırmızı ve beyaz renkte, konik biçimli pişmiş toprak çivilerle süslenmişti; çiviler duvarlar üzerindeki çamur sivaya batırılarak geometrik desenler oluşturuyordu. Bu süsleme biçimi Uruk ve daha sonraki Cemdet Nasr döneminde oldukça yaygın biçimde kullanılmış ve dönemin modasını oluşturmuştu. Bir diğer önemli yapı olan Mozaikli Tapınak ise Eanna alanının batısında yer almaktaydı..
Mimari, sanat ve teknik alanlarda Uruk döneminde atılan adımlar genel olarak sürdürülmekle birlikte, dördüncü bin yılın son yüzyılı ile üçüncü binyılın ilk yüzyılı boyunca, yeni bir adla anılacak bazı farklı gelişmeler yaşanmıştır. Uruk döneminin standart çanak çömleği yerine Cemdet Nasr döneminde kırmızîsiyah renkte, geometrik ve doğadan alınmış motiflerle süslü yeni bir tür yaygınlaşmıştir. Bu yeni modanın bulunduğu ilk kent olan Bağdat’ın 100 km. güneyindeki Cemdet Nasr kenti bu tarihsel döneme de adını vermiştir. Cemdet Nasr kentinde bu döneme ait en önemli mimari kalıntı, güneşte kurutulmuş veya pişirilmiş kerpiçten (tuğla) inşa edilmiş, düz damlı, drenaj sistemi olan büyük bir resmi/dini yapıdır..
Güney Mezopotamya’nın bereketli ovalarında Obeyd döneminde atılan adımlar, uygarlığın gelişmesinde ve yayılmasında bir temel oluşturmuştur. Başta kentleşme olmak üzere, kara ve deniz ulaşımı üzerinde kurulan ticaret ağı, anıtsal mimari örneklerinde elde edilen başarı, ileri tarımsal yöntemler ve sanatsal faaliyetler gibi birçok alanda yapılan yenilikler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Madencilik ve teknoloji alanında gösterilen çabalar da bunlara eklenince kentlerde farklı bir yaşam biçimi oluşmaya başlamıştır. Bu yeni süreç adını, dönemi karakterize eden ilk bulguların ortaya çıkarıldığı Uruk kentinden alır.
Devam eden kazı çalışmaları Neolitik dönemdeki gelişmelerin, birçok bakımdan basit bir teori ile açıklanamayacak kadar karmaşık ve şaşırtıcı olduğunu gösterir. Mezopotamya’nın kuzey sinırını oluşturan Torosların eteklerindeki Çayönü yerleşmesi, 10 binyıl öncesinde yapılan ilk lak kulübelerden, geniş odalı yapılara kadar yaşanan aşamaları gösteren mimari kalıntılara sahiptir. Burada yaşayanlar, mimari alandaki performanslarının yanı sıra, çanak çömlek aşamasından önce, taştan stilize figürin yapmayı, doğada bulunan bakırı isıtarak-döverek boncuk, bız ve halka biçiminde işlemeyi başarmışlardı. Şanlıurfa-Nevali Çori höyüğünde ise bölgedeki en eski tapınak yapılarından biri tanmıştır. Tapınak, içinde boyları 3 m.’ye ulaşan, üzerlerinde kabartmalarla dikilitaşlar, yabani hayvan ve karışık yaratıklara ait betimlemeler ve figürinler ile kompleks bir yaşamîn ürünü olarak karşımıza çıkar. Aynı bölgedeki Göbeklitepe heykel ve kabartmaları da inanılanın aksine Ana Ta rıça inancından ziyade, kutsal erkek motiflerinin daha büyük ve önemli olabileceğini gösterir. Ayrıca yerleşik yaşama geçiş sürecinin yalnızca dağ eteklerindeki tarıma uygun alanlarda yaşanmadığı, bazı grupların yüksek bölgelerde de küçük köyler kurduğu belgelenmiştir.
Insanoğlunun Önasya’daki serüveni, 500 binyıl öncesinden başlayarak daha belirgin biçimde izlenebilmektedir. Günümüzden 12 binyıl öncesine kadar dünyanın kuzey yarım küresinde, oldukça farklı çevre ve iklim koşulları hüküm sürmüş; buzul ve buzul arası dönemler yaşanmıştır. Buzul hareketleri Mezopotamya’ya kadar uzanmamış, bu nedenle de dağların güney eteklerinde bölgeye ulaşan topluluklar için uygun yaşam ortamları oluşmuştur. Başlangıçta insanlar ihtiyaçlarını, coğrafi koşulların daha uygun olduğu bölgelerde doğal olarak yetişen meyveler, kökler, çeşitli bitkiler ve avladıkları hayvanlardan karşılamaya çalışmaktaydılar. Gruplar halinde, bir yere uzun süre bağlı kalmadan yaşayan insanlar doğanın sunduklarıyla yetinmek zorundaydî Kaya oyukları ve mağaralar barınak olarak kullanılmakta, bunların bulunmadığı yerlerde ise saz veya dallardan geçici kamplar kurulmaktaydı..
Mezopotamya’nın büyük merkezlerinden birçoğu Hellenistik ve arkasından Roma döneminde silikleşmeye başlamış, tarihi başlatanların adları unutulmuş, ancak oluşmuş ortak değerler, sonraki kuşakları etkilemeyi sürdürmüştür.
Uluslararası ticareti kontrol eden ve Mezopotamya’nın en bereketli topraklarına sahip olan Babilliler, hiçbir zaman Assurlular kadar savaşçı bir toplum olarak anılmadılar.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Törenler, Mezopotamya’da en azından ikinci binyıla kadar uzanan eski bir geleneğin, Babil toplumu tarafından resmi bir programla şekillendirilmiş olan yeni düzeniyle yapılmaktaydı. Kutlamalar, okunan yaradılış destanının mesajlarıyla duyurulan yeni bir yılın başlangıcı ve bahar arpa hasadının gelişi gibi temel ortak ögeler içerirdi. Günümüze kadar varlığını koruyan birçok gelenek ve uygulama gibi bu törenlerin de Önasya ve çevresinde Bahar Bayramı veya Nevruz adlarıyla aynı günlerde kutlanan bayramların esin kaynağı oldukları anlaşılmaktadır.
Tabletlere mal mülk miktarları, alınıp satılan eşyalar, ticari ilişkiler, siyasal gelişmeler, fal, büyü, dua ve mitolojik öyküler gibi içeriği gittikçe zenginleşen kayıtlar tutulmaktaydı..
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“İlk kazılardan çıkan Assur eserleri Avrupa müzelerine ve özel koleksiyonlara taşınırken, bunlar arasında bulunan kil tabletler üzerindeki çiviyazısının çözümünde de önemli adımlar atılmaktaydı. Ancak binlerce yıl önce terk edilen bu yazı sisteminin çözümü için bir anahtar gerekliydi. Çözüme katkı sağlayacak anahtar yazıtlar, Irak’ta değil, Iran’da bulundu. Karsten Niebuhr adında bir araştırmacı 18. yüzyıl sonlarında Kirmanşah yakınlarında bulunan ve Bisutun yazıtları olarak bilinen üç dilli (Eski Persçe, Elamca ve Babilce) yazıtların kopyalarını çıkartmıştı. 1802 yılında Alman dilbilimci G. F. Grotefend, Niebuhr’un kopyaları üzerinde çalışmaya başlayarak ilk başarılarını elde etti. Grotefend daha geç Pehlevi yazıtlarında Pers krallarının “Büyük Kral ve Krallar Kralı unvanlarını kullandıklarını öğrenmişti. Yazıtları yeniden gözden geçirerek araştırmasını ve yorumlarını sürdürdü. Sonuçta söz konusu unvanları ve filan filanın oğlu tanımlamasını çıkardı. Bu çözümleme tarihin babası Herodot’un adlarını günümüze taşıdığı, Pers kralları Hystaspes oğlu Darius ve Darius oğlu Kserkses’e uyuyordu..”
Aynı alanda, farklı zamanlarda kurulan bir çok yerleşmenin yıkıntılarını barındıran höyükler, kalın bir tarih kitabı gibidir..
Yaratılış ve Tufan gibi tek tanrılı dinlerde de karşılaşılan temel dinsel anlatıların kökeni Sümerlere dayanır..
“Mezopotamya üzerine kutsal kitaplarda ve antik yazarların eserlerinde bazı bilgiler olmakla birlikte, bunlar yalnızca dar bir zaman dilimindeki belirli olaylarla sınırlıdır. Dolayısıyla çiviyazılı belgelerin karanlıkta bıraktığı noktaları köylerin, kasabaların ve kentlerin yıkıntıları içinde saklanmış olan toplumsal üretimin izlerinde arayarak tamamlamaya çalışmak zorundayız. Örneğin, Babillilerin mart ayının sonlarında, büyük resmi katılımla gerçekleştirdikleri Yeni Yıl Şenlikleri’nin resmi programı, tanrı heykellerinin ve tören alayının hangi sıra ile ünlü İştar Kapısı’ndan geçeceği yazılı belgelerden öğrenilebilir. Yeni Assur saraylarının birçoğunun girişinde saptanan 40 ton ağırlığındaki lamaşşuların (aslan veya boğa ayaklı, boğa gövdeli, kanatlı ve insan başlı heykeller) buralara nasıl taşındığı ise ancak yıkıntılar içinde bulunan ve bu olayı canlandıran duvar kabartması yardımıyla, yani bir sanat eseriyle açıklanabilir..”
“Mezopotamya hakkında bilinenlerin büyük bölümü, dördüncü binyılın sonlarından itibaren yaklaşık 3000 yıl boyunca kullanılan çiviyazısıyla yazılmış kil tabletlerden sağlanmıştır. İnsanoğlunun kayıt tutmaya başlaması, uzun geçmişimizde önemli dönüm noktalarından birini oluşturur. Tabletlere mal mülk miktarları, alınıp satılan eşyalar, ticari ilişkiler, siyasal gelişmeler, fal, büyü, dua ve mitolojik öyküler gibi içeriği gittikçe zenginleşen kayıtlar tutulmaktaydı. Böylece bilgi birikiminin ve kültürün sonraki kuşaklara taşınması kolaylaşmış, uygarlık yolunda atılan adımlar da hızlanmıştır. Sonuçta yazıyla birlikte tarihöncesi sürecin (prehistorya) bittiği ve tarihi sürecin başladığı kabul edilir. Yazılı dönem, insanoğlunun yaklaşık 10 bin yıllık yerleşik yaşam sürecinin yalnızca son yarısını kapsar. Okuma yazma, başlangiçta uzun süre yaygınlaşmamış ve genellikle okul ve öğretmenlere sahip büyük ve zengin kentlerle sınırlı kalmıştır.”
“Sümerlerin 3200 yıllarında geliştirdiği çiviyazısı, Önasya’da 3000 yıla yakın bir süre boyunca Akkad, Assur, Babil, Pers, Hitit ve Urartu gibi birçok toplum tarafından kullanılmış; Fenike kıyılarında geliştirilen alfabe yazısına da öncülük etmiştir. Benzer biçimde Yaratılış ve Tufan gibi tek tanrılı dinlerle günümüze taşınan dinsel anlatılar ilk kez Sümerler ve sonrasında diğer Mezopotamya toplumları tarafından tekrar tekrar kaydedilmiştir. Yazılı kanunlar, matematik, tıp, fal, büyü ve benzeri konularda önce bu coğrafyada adımlar atılmıştır.”
12. yüzyıl başları, Önasya ve çevresinde büyük karışıklıkların ve değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Mısır Firavunu III. Ramses’in yazıtlarında Deniz Kavimleri olarak adlandırılan toplumlar, Balkanlar, Yunanistan, Batı Anadolu, Ege ve Akdeniz kıyı şeridini etkileyen büyük bir göç dalgasının Mısır’da durdurulabilen bölümünü oluşturuyordu. III. Ramses bu toplumları 1174 yıllarında hem denizde hem de karada yenmeyi başararak ülkesini istiladan korumuştu. Ancak diğer bölgeler bu kadar şanslı değildi. Bu büyük hareketle Yunanistan’a Dorlar, Anadolu’ya Frigler, Doğu Akdeniz kıyılarına Filistinliler gibi toplumlar gelmiş; doğuda da İran’a kuzeyden yeni Hint-Avrupa kökenli gruplar göç etmişlerdi. Bu hareket, söz konusu bölgelerdeki siyasal dengeleri altüst etmişti.
Kadın sosyal yaşamda önce babası, evlendikten sonra da kocasının gözetimi altındaydı.
Eski Mezopotamya’da köle, bütün hakları elinden alınmış kişi demek değildi. Bir şekilde borçlarını ödeyemeyenler ve yoksullar, zengin tüccarların yanında çalışır veya çocuklarını köle olarak verirlerdi. Savaş esirleri, kanal kazımı ve kamu binası inşası gibi işlerde çalıştırılırdı. Babilli tüccarlar köle ticareti de yaparlardı. Bazı durumlarda işçiler kiralanabilmekteydi. Ayrıca tarlada ekip biçme karşılığı olarak üründen pay alan kiracı çiftçiler de vardı.
Verilen cezalardan bazıları dişe diş, göze göz olarak değerlendirilebilecek kadar ağırdır. Hammurabi yasalarının Sümer yasalarından ayrılan yönü de bu ağır cezalardır. Amurrulara özgü bu ceza anlayışı, Sami toplumlarında günümüze kadar varlığını korumuştur.
Göçebe yaşam biçimleri nedeniyle, yazılı belgelerde abartılı bir biçimde tanrıya ibadet etmeyen , ölülerini gömmeyen ve buğdayı tanımayan insanlar olarak tanımlanmışlardır.
Amurrular, Aramiler ve İbraniler gibi Batı Sami kökenli toplumlardan biridir. Üçüncü binyıl sonlarında Suriye’den hareketlenerek Fırat üzerinden kabileler halinde Mezopotamya’ya gelmişlerdir. Sümerce’de MAR.TU (batı), Akkadca’da Amurrum olarak adlandırılan bu toplum, literatürde İbranice biçiminden dönüştürülen Amoritler olarak da anılır.
Dünyada bilinen ilk yasa koyucu kral Ur-Nammu’dur.
Sümerler siyasal sahneden çekilmiş olsa da gerçekleştirdikleri anıtsal mimari eserler ve yarattıkları kültürleri, binlerce yıl daha Mezopotamya toplumlarıyla birlikte yaşamıştır.
Arkeolojik olarak belgelenemese de yazıtlara göre Sargon, Tuz Gölü’nün güneyindeki Puruşhanda (Acemhöyük) adlı kentte oturan Akkadlı tüccarların yardım istemesi üzerine, Orta Anadolu’ya ordusuyla sefer yapan ilk kraldır.
Akkad Krallığı, Mezopotamya uygarlıkları arasında ikinci ve birinci binyılda önemli rol oynayan Assur ve Babil gibi Sami kökenli krallıkların öncüsüdür. Akkadca ise Assurca ve Babilce gibi lehçeleri de kapsayan dilin adıdır. Yaklaşık 200 yıl kadar tarih sahnesinde kalan devletin krallarından özellikle ikisi bu süreçte oldukça önemli rol oynamıştır: Sargon (2334-2279) ve Naram-Sin (2254-2218).
Nippur Sümerlerin dini başkentiydi ve orada hizmet etmek, inşaat yapmak veya yapımına katkıda bulunmak büyük bir onur olarak kabul edilirdi.
Sümerlerin, adı yazılı belgelere geçen yüzlerce tanrısı vardı. […] Gök tanrısı An başlangıçta Sümerlerin baştanrısıyken sonra yerini hava tanrısı Enlil’e bırakmıştır. Ekur adındaki tapınağı Nippur kentinde bulunan Enlil, aynı zamanda tanrıların babası olarak bilinirdi. […] Enki bilgelik tanrısı; Ninmah (Ninhursag) ulu hanım, ana-tanrıça; Nanna ay tanrısı; oğlu Utu güneş tanrısı; Inanna aşk tanrıçasıydı.
Yüksek yerlere kurulan tapınakların son biçimi olan ziggurat Sümerlerin mimariye kazandırdığı bir yapı tipidir.
Yazılı kanunlar, matematik, tıp, fal, büyü vb. konularda atılan ilk adımlarda onların payı vardır. Çömlekçi çarkı, araba tekerleği, saban, yelkenli tekne, yapı kemeri, tonoz, oymacılık, kakmacılık gibi yararlı teknik ve aletler yine Sümer ülkesinde geliştirilmiştir.
Yaratılış ve Tufan gibi tek tanrılı dinlerde de karşılaşılan temel dinsel anlatıların kökeni Sümerlere dayanır.
Güney Mezopotamya’nın köklü geçmişini temsil eden Obeyd kültürü ile Sümerlerin geliştirdikleri yaşam biçimi arasında belirgin bir kesintinin olmayışı, bu toplumun yerli bir halk olabileceğini düşündürür.
Onlar, uygarlığa mal olan birçok gelişmenin yaratıcıları olmalarına rağmen, çiviyazısının 19. yüzyılda çözümüne kadar adları binlerce yıldır bilinmeyen Sümerlerdi.
Sümerce günümüzde bilinen hiçbir dille doğrudan akrabalığı kurulamamış bir dildir. Bu bağlamda Sümerlerin kökeni üzerinde de çeşitli teoriler üretilmiştir; kuzeyden, Asya’dan geldikleri ya da Güney Mezopotamya’nın yerli halkı olabilecekleri yönündeki görüşler bunlardan başlıcalarıdır.
Tarih açısından büyük önem taşımakla birlikte, kayıtların çoğu içerik olarak oldukça dikkatli bir biçimde süzgeçten geçirilmesi gereken özellikler taşır. Çünkü resmi nitelikli metinler çoğunlukla aynı formatta, tek yanlı ve birbirinin tekrarı gibi yazılmıştır. Örneğin krallıkların büyümesiyle yaygınlaşan yıllıklar (annal), başarı, övünç ve güç gösterisi mesajlarıyla doludur ve çöküş süreçleriyle yenilgilerden asla söz etmezler.
Yazılı dönem, insanoğlunun yaklaşık 10 bin yıllık yerleşik yaşam sürecinin yalnızca son yarısını kapsar.
Mezopotamya hakkında bilinenlerin büyük bölümü, dördüncü binyılın sonlarından itibaren yaklaşık 3000 yıl boyunca kullanılan çiviyazısıyla yazılmış kil tabletlerden sağlanmıştır.
Nil’in Mısır’a verdiği hayatı, Dicle ve Fırat burada Mezopotamya’ya vermiş ve kent yaşamının gelişmesi için uygun bir ortam yaratmıştır.
Mezopotamya uygarlıkları birinci binyılın ikinci yarısından itibaren birikimini İran kökenli Perslere aktarmış, onlar da bu mirası Hellenistik krallıklara devretmiştir.
Yazılı kanunlar, matematik, tıp, fal, büyü ve benzeri konularda önce bu coğrafyada adımlar atılmıştır.
Sümerlerin 3200 yıllarında geliştirdiği çiviyazısı, Önasya’da 3000 yıla yakın bir süre boyunca Akkad, Assur, Babil, Pers, Hitit ve Urartu gibi birçok toplum tarafından kullanılmış; Fenike kıyılarında geliştirilen alfabe yazısına da öncülük etmiştir.
Evli bir kadın yalnız başına dışa­rıya ancak başını örterek çıkabilirdi. Evli olmayan kadın, köle ve fahişeler başlarını bağlayamaz, bağlarlarsa dayakla cezalandınlırdı
Aşk ve savaş tanrıçası lştar, bütün Mezopotamya uygarlıklarında kabul gören en önemli tanrıçadır. Sümerlerde lnanna, Akkadlardan itibaren Sami kökenli uygarlıklarda ise lştar adıyla tanınır. Adı Sümer inancında An, Utu (Şamaş) ve Ninna (Sin) gibi önemli tanrılarla birlikte anılır. En önemli tapınağıı Eanna (cennet evi) Uruk kentindeydi. lştar’ın kutsal hayvanı aslan. sembolü ise yıldızdı. Hammurabi dönemine ait 49 cm. yüksekli!)indeki bu kabartmada boynuzlu başlı!)ı, kanatları, aslanları ve baykuşları ile birlikte gösterilmiştir. Elinde bir dal ve adaleti temsil eden halka bulunur. Kilden yapılmış olan ve British MOzesi’nde bulunan bu kabartmanın lştar’ın kızkardeşi Ereşkigal veya Lilitu (Eski Ahit’te Lilith) olabilece!)i de dOşOnOlmektedir.
Kentlere yerleşen Amurrular, Akkadca çiviyazısını dilleri­ne adapte ederek kullanmışlar, köklü Mezopotamya kültürü­ nü özümseyerek bu bölgenin bir parçası olmuşlardı. Sümer kökenli bazı kültürel ve mitolojik unsurların tek tanrılı din­lere aktarılmasında da bu toplumun payı olduğu öngörülür. Eski Ahit’te anlatıldığına göre Güney Mezopotamya’da yer­leşmiş bir grup göçmen Amurrulu, olasılıkla ikinci binyıl başlarında, İbrahim Peygamber önderliğinde Doğu Akdeniz kıyısındaki Kenan ülkesine ve oradan da Mısır’a ulaşmışnr. lbrahim Peygamber’in göçü ile sembolize edilen bu olay, Amurru toplumunun kültürel ilişkilerde oynadığı role ve tek tarınlı bir dinin tarihsel köklerine işaret ediyor olmalıdı
Akkad krallanın, Sümer krallanndan farklı olarak çok uzak bölgelere seferler düzenlemiş olmaları, kurdukları dev­letin bir imparatorluk olarak değerlendirilmesine yol açmış­tur. Akkadlarla birlikte sınırlan belirlenmiş kent devleti mo­delinden, bütün dünyayı yönetmeye aday bir imparator­luk düşüncesine geçildiğini veya bu düşüncenin temelleri­nin atıdığmı söyleyebiliriz.
Amurrular göçebe yaşam biçimleri nedeniyle, yazılı belgelerde abartılı bir biçimde tanrıya ibadet etmeyen , ölülerini gömmeyen ve buğdayı tanımayan insanlar olarak tanımlanmışlardır.
Çivi yazısı, oldukça uzun bir süreçte geliştirilmiştir. Başlangıçta kil tabletler üzerine, ucu üçgen biçiminde kesilmiş bir kamışla, anlatılmak istenen nesnenin resmi çizilmekteydi.(Piktograf) Bu uygulama zaman içerisinde resim karakterinden uzaklaşarak çivi yazısı biçimine dönüşmüştür.
Çivi yazılı belgelerden varlığını öğrendiğimiz Ebla dili de Sami kökenlidir ancak Batı ve Doğu Sami dillerinden farklı özelliklere sahiptir. Bu dile ait bilgilerin çoğu, Kuzey Suriye’de Halep yakınlarındaki Ebla (Tel Mardih) kentinde, G Sarayında bulunan arşivdeki binlerce yazılı tablete dayanır.
Suriye’nin batısında yerel bir dil olan Ugaritce (Ugaritic),
hece karakteri taşımayan ve bu özelliğiyle alfabe yazısıyla benzeşen bir tür çivi yazısıyla yazılmıştır.
Aynı alanda, farklı zamanlarda kurulan bir çok yerleşmenin yıkıntılarını barındıran höyükler, kalın bir tarih kitabı gibidir.
Mezopotamya, Antik yazarların Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan, günümüzdeki Irak topraklarının bir bö­lümünü tanımlamak için, mesos (orta) ve potamos (ırmak) sözcüklerini birleştirerek türettikleri bir addır.
Sümerce günümüzde bilinen hiçbir dille doğrudan akrabalığı kurulamamış bir dildir.
Nil’in Mısır’a verdiği hayatı, Dicle ve Fırat burada Mezopotamya’ya vermiş ve kent yaşamının gelişmesi için uygun bir ortam yaratmış.
Sümerce olduğu belgelenebilen ilk çiviyazılı tabletler, Cemdet Nasr, Ur ve Tell Ukair gibi kentlerde bulunmuştur.
Cemdet Nasr kentinde bu döneme ait en önemli mimarı kalıntı, güneşte kurutulmuş veya pişirilmiş kerpiçten ( tuğla ) inşa edilmiş, düz damlı, drenaj sistemi olan büyük bir resmi/ dini yapıdır.
İnsanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri ve belki de en önemlisi, avcılık ve toplayıcılıktan sonra üreticilik evresine geçiştir.
Mezopotamya’da sayıları on binleri bulan hö­yük ve tepe (Arapça teli) olarak adlandırılan bu tür yer­ler, gerçekte bir tarih kitabı gibi bütün geçmişi sayfa sayfa, tabaka tabaka içlerinde barındırır.
Akkad krallarının, Sümer krallarından farklı olarak çok uzak bölgelere seferler düzenlemiş olmaları, kurdukları devletin bir imparatorluk olarak değerlendirilmesine yol açmıştır.
Uygarlığa mal olan birçok gelişmenin yaratıcıları olmalarına rağmen, çiviyazısının 19.yüzyılda çözümüne kadar adları binlerce yıldır bilinmeyen Sümerlerdi.
Tabletlere mal mülk miktarları, alınıp satılan eşyalar, ticari ilişkiler,siyasal gelişmeler, fal, büyü dua ve mitolojik öyküler gibi içeriği gittikçe zenginleşen kayıtlar tutulmaktaydı.
Assur Kanunlarından: Evli bir kadın yalnız başına dışarıya ancak başını örterek çıkabilirdi. Evli olmayan kadın, köle ve fahişeler başlarını bağlayamaz , bağlarsa dayakla cezalandırılırdı. Saray kadınları ise daha sıkı kurallara tabi idi. Bir saray kadını yanında biri olmadan bir erkekle karşılaşırsa her ikisi de öldürülürdü.
İştar Kapısı’nın kabartmalarının büyük bölümü, arkeolog Koldewey ve ekibi tarafından Almanya’daki Berlin Müzesi’ne taşınmış ve orada yeniden düzenlenmiştir.
Yıllıklar, Assur ordusunun teslim olmayan düşmanlara karşı uyguladığı acımasız cezalandırma yöntemleri konusunda çok açık bilgiler verir. Bu tür belgelerde yüz binlerce kişinin sürgün edilmesi, binlerce kişinin kılıçtan geçirilmesi, derilerinin yüzülmesi, kazıklara oturtulması gibi dehşet verici cezalandırma yöntemleri sıralanır.
Yeni Assur döneminin sarayları ve yönetim anlayışı, Osmanlı İmparatorluğu’na kadar birçok devlete model oluşturmuştur. Kral için saray hem resmî devlet işlerinin yürütüldüğü yer ve hem de eşleri, cariyeleri, hizmet eden kızlar ve hadımlarla birlikte günlük yaşamını geçirdiği eviydi.
Aşurbanipal’ın Ninive’de oluşturmaya başladığı yazılı belge koleksiyonu zamanla büyük bir kütüphaneye dönüşmüştür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir