Merry E. Wiesner-Hanks kitaplarından Erken Modern Dönemde Avrupa kitap alıntıları sizlerle…
Erken Modern Dönemde Avrupa Kitap Alıntıları
Tüm erken modern dönem şehirlerinin pazaryerlerini dolduran kadınlı erkekli birçok insan, tezgahlarda loncalar tarafından denetlenmeyen ufak tefek şeylerin yanı sıra, sabun ve tahta tabak türü şeyler satıyorlardı. Malları paraya ihtiyacı olanlardan veya ölen insanların evlerinden alıyorlardı. Çoğu şehirde bu tür şahıslar kayıt yaptırmak, bir ücret ödemek, çalınmış mal kabul etmeyeceğine dair yemin etmek, başkalarıyla anlaşmalar yapıp fiyatları sabitlememek ve belli bir orandan fazla komisyon almamak zorundaydı. Veba salgını olduğu dönemlerde, hasta insanların elbiselerini ve yatak çarşaflarını satmaları yasaktı; savaş zamanlarında da askerlerin ganimetlerini satmaları özellikle yasaklanmıştı. Bu tür kuralların uygulanmasını takip etmek zordu. Zaman zaman hırsız pazarları açılıyor, kapatılıyor, şehirde başka bir yerde açılıyor ve tekrar kapatılıyordu. Pazar yetkilileri gelince satıcılar mallarını saklıyordu. Bu durumdan bıkan Nürnberg belediye meclisi, uzun eteklerinin altında yasadışı mal saklayabilecekleri gerekçesiyle kadın rehincilerin oturarak satış yapmalarını yasaklamıştı.
16. Yüzyılda hükümdarlar kilisenin bağımsız gücünü kısıtladılar; İngiltere ve İskoçya bunu ülkelerinin Papa’ya olan bağlılığına son vererek, Fransa ve İspanya da kiliseye kralın gücünü kabul ettirerek başardılar. Bu batı Avrupalı hükümdarlar o zamandan itibaren Ulus-Devlet adı verilen olguyu yarattılar; daha sonra Kuzey ve Doğu Avrupa ülkelerinin hükümdarları da Danimarka, Norveç, İsveç ve Rusya gibi ulus-devletleri kurarken onları model aldılar.
Sömürgecilik aynı zamanda Hıristiyanlığın, Katolik bölgelerdeki misyonerler aracılığıyla yerli halklar arasında, Protestan bölgelerde ise yerleşimciler arasında dünyada yayılmasını da sağladı.
Sömürgecilik, milyonlarca insanın yanlarına âdetlerini, dillerini, dini inançlarını, yiyeceklerini ve kültürlerinin diğer yönlerini alarak yaptıkları gönüllü veya zorunlu göçleri gerektiriyordu. Gruplar evlilik ve diğer cinsel ilişkiler yoluyla birbirine karıştığı gibi, bu göçmen toplulukları da birçok yerde yeni melez toplumlar oluşturdular. Bu sömürgeleri yöneten Avrupalılar, egemenlikleri altındaki çeşitli halkları farklılıklar çerçevesinde tanımlama ve kurallara bağlama sistemleri geliştirdiler.
17. yüzyılda İngilizler ile Fransızlar Kuzey Amerika’nın daha içlerine doğru ilerlediler ve bu kez başarılı olan sürekli sömürgeler kurdular. Hollanda’nın İspanya’dan bağımsızlığı tanındı ve Hollandalılar da Kuzey Amerika’da, Güney Afrika’da ve Güneydoğu Asya’da sömürgeler ve ticaret merkezleri kurdular. İngiltere ve Hollanda’da bu girişimleri destekleyen, bunlara mali destek, gemi ve personel sağlayan özel şirketler kuruldu.
16. yüzyılda Fransız ve İngiliz hükümdarları Kuzey Amerika sahillerine yapılan birkaç keşif yolculuğunu desteklemiş ve kaptanları bu topraklara Fransa ve İngiltere adına el koymuşlardı. Ancak, buralarda sürekli sömürgeler oluşturma çabalarının tümü başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 1600 yılına gelindiğinde, Avrupa’da ve ikisi de aynı İspanyol hükümdar tarafından yönetilen İspanya Portekiz dışında kimsenin Avrupa dışında önemli bir sömürgesi yoktu.
16. yüzyılın son on yılında, sağlam inşa edilmiş kaptanlığını önceden Portekizliler için çalışmış olan kişilerin yaptığı büyük Hollanda gemileri Güney ve Güneydoğu Asya’ya giderek bol miktarda baharatla dönüyorlardı. Aslında o kadar fazla sayıda gemi gidiyordu ki, Hollanda pazarları baharatla doldu, fiyatlar düştü ve kârlar azaldı. Bu durum 1602’de Hollandalı tüccarları kaynaklarını yeni bir ticari yatırım biçimi oluşturmak için bir havuzda toplamaya yönlendirdi ve Hollanda Genel Meclisi tarafından Doğu ticaretinde ulusal tekel olma hakkı verilen Birleşik Doğu Hindistan Şirketi kuruldu.
Kayıtların çoğu kaybolmuş olduğu için bütün Avrupa için doğru bir tahmin yapabilmek güç olsa da, çoğu araştırmacı 16. ve 17. yüzyıllarda 100.000 ila 200.000 kişinin resmen cadılıktan yargılandığı, 40.000 ila 60.000 kişinin de idam edildiği fikrinde birleşmektedir. Avrupa’nın farklı yerlerinde cinsler arası denge büyük farklılıklar gösterse de, bunların yüzde 75 veya 85’i kadındı.
İspanya 16. yüzyılda Avrupa’nın en zengin ve en güçlü ülkesiydi; 1580 yılında Portekiz’i fethetmişti ve dünyanın her yanına uzanan bir imparatorluğa sahip olmuştu. Yeni Dünya’daki madenlerden İspanya’ya altın ve gümüş akıyordu; İspanyol yağı, şarabı ve yünü sömürgelere ihraç ediliyordu.
Ancak, yüzyılın sonuna doğru ciddi sorunlar çıkmaya başlamıştı bile. İspanyol orduları Hollanda’da çıkan isyanı bastırmayı başaramamıştı; III. Felipe 1609 yılında Birleşik Vilayetler adını alan Hollanda’nın kuzey kısmının bağımsızlığını tanıdı. Hollanda ve İngiliz gemileri, İspanyol sömürgelerindeki ticareti büyük oranda ele geçirdiler; İspanya’nın bunu engelleme çabaları sonuçsuz kaldı.
Orta ve Güney Amerika’daki madenlerin verimi giderek düşmeye başladı; bu madenlerde çalışmaya zorlanan Kızılderililer ve Afrikalılar hastalıktan ve kötü beslenmeden dolayı ölüyorlardı. Kraliyet giderleri artmaya devam etti; o kadar ki, kraliyet 1590 ile 1680 yılları arasında beş kez iflasını ilan etti.
Eşcinsellere en şiddetli zulmün yapıldığı yer Hollanda Cumhuriyeti’ydi, 1730’larda bu ülkede geniş çaplı tutuklama dalgaları gerçekleşti ve bu tutuklamalar işkenceli sorgulamalara, gizli ifşaatlara, müebbet hapis cezalarına ve yaklaşık 200 idam cezasına yol açtı.
16. yüzyılda ve 17. yüzyılın başlarında birçok şehirde bulunan çalışma izinli genelevler kapatıldı ve ülkelerin kanunları fahişeliği yasadışı ilan etti. Ancak, hükümdarların bu yasaları uygulama gücü bulunmuyordu; dolayısıyla limanlarda, gelişmekte olan şehirlerde ve büyük profesyonel orduların bulunduğu her yerde yasadışı fahişelik özellikle arttı.
Çoğu kadın arada sırada yaptığı fahişeliği çamaşırcılık, tavernalarda garsonluk veya pazarda satış yapmak gibi ücret getiren işlere ek olarak yapıyordu ve giderek tüm evlenmemiş yoksul kadınların fahişelik yaptıklarından şüphelenilmeye başlandı.
İspanyol egemenliği altındaki Hollanda’da bebek öldürmekten suçlu bulunan kadınlar genellikle cadılıkla da suçlanıyor -bunun arkasındaki mantık, ancak şeytanın bir anneyi bebeğini öldürmeye yöneltebileceği düşüncesiydi- ve acımasız şekillerde idam ediliyorlardı: Bazıları kazığa oturtuluyor ve arkasından diri diri yakılıyordu veya kadın boğulmadan önce, suçu işleyen eli kesiliyordu.
Çoğu kadın için çocuk doğurmak 17. yüzyılın ortalarına kadar, hatta Avrupa’nın birçok bölgesinde 20. yüzyıla kadar, yalnızca kadınları ilgilendiren bir işti. Koca ancak karısı ölüyorsa hazır bulunuyordu ve erkek tıp uzmanları çocuk doğurtmaya fazla ilgi göstermiyorlardı.
Ancak bebek veya anne veya her ikisi birden ölmüşse veya ölüyorsa erkek hekimler çağırılıyordu; dolayısıyla onların mevcudiyetinden çok korkulurdu. Bu durum, Fransa’da bazı erkek berber-cerrahların hizmetlerinin arasına bebek doğurtmayı da katmaları sonucu 17. yüzyılın ortalarında değişmeye başladı ve erkek-ebe zenginler arasında moda oldu.
Başlangıçta bu insanların teknikleri şehirlerde faaliyet gösteren eğitimli ebelerinkinden pek farklı değildi; çünkü her iki gruptaki insanlar da aynı kitaplari okumuş oluyorlardı ve aynı anatomi ve doğum süreci kavramlarına sahiptiler. Ancak, erkekler diseksiyon ve anatomi dersleri aldıklarından ve kadınların bu derslere girmesine izin verilmediğiniçinde erkek ebelerin eğitimleri ilerleme kaydetti.
Doğumlar da insanların evlerinde gerçekleşiyordu. Birçok yoksul kadın ve uzak köylerde yaşayanlar için doğum kadın akrabalar ve belki de çocuk doğurtma konusunda uzman olduğu bilinen bir kadın tarafından halledilen bir süreçti.
16. yüzyılın başlarında Avrupa’nın birçok bölgesinde, şehirlerde yaşayan kadınlar, çıraklik sistemiyle eğitilmiş, çoğunlukla şehir veya kilise yetkililerinden çalışma izni almış ve onlar tarafından denetlenen profesyonel bir ebeden yardım alabiliyordu.
Ebe genellikle okuma-yazma bilirdi ve muhtemelen çoğu Avrupa dilinde yayımlanmış olan birçok ebe elkitabından birini okumuş olurdu; ama bilgisinin büyük bölümünü çocuk doğurtmaya yardım ederek kazanırdı.
Avrupa sömürgeciliğinin ilk yüz yılının aynı zamanda siyasi etkileri de oldu; çünkü ilk küresel imparatorlukların ortaya çıkmasi, çatışma alanlarının ve güç kaynaklarının artık Avrupa ile sınırli olmadığı anlamına geliyordu. Amerika kıtalarının fethi başlangiçta İspanya krallığının ve Katolik kilisesinin parlamasına yol açtı; her ikisi de devasa yeni topraklara ve yeni halklara hükmeder oldular. Denizaşırı sömürgelerinden gelen zenginlik, İspanya’yı 1600 yıllarında Avrupa’nın en güçlü krallığı haline getirdi.
1600’lerin başlarında kakao, çay ve kahvede bulunan kafein maddesi gibi, alışkanlık yapıcı bir başka maddenin daha küresel ticareti yapılıyordu: Nikotin.
Amerikan yerlileri Kolomb’dan çok önce tütün yetiştirip içiyorlardı. Kolomb dönüşte İspanya’ya tütün tohumu götürdü ve İspanyol çiftçiler tütünü insanların rahatlamasına yardımcı olan bir ilaç olarak kullanmak üzere yetiştirmeye başladılar. Fransa’nın Lizbon büyükelçisi Jean Nicot -adı, nikotin sözcüğüne ve tütünün botanikteki adı olan Nicotiana’ya kaynak olmuştur- tütün kullanımını, ilk olarak enfiye biçiminde, Fransa’ya tanıttı.
İngiliz tüccarlar, tütünü Osmanlı İmparatorluğu’na götürdüler; burada tütün dumanıyla göz gözü görmeyen kahvehaneler erkeklerin buluştuğu popüler yerler haline geldi.
Avrupalıların beraberlerinde Amerika’ya getirdikleri ve Avrasya’da yaygın olan kızamık, kabakulak, veba, grip ve çiçek gibi hastalıklara karşı Amerikan yerlilerinin hiçbir direnci yoktu. Bu hastalıklar Karayip adalarında yayıldi ve oradan Orta ve Güney Amerika’nın daha yoğun nüfuslu bölgelerine sıçrayarak bazı yerlerde yerel nüfusun neredeyse yüzde 90’ını öldürdü.
Karayipler’deki ve Orta ve Güney Amerika’daki İspanyol fetihleri birçok açıdan Hint Okyanusu’ndaki Portekiz fetihleri gibiydi. Bu fetihler çok süratli ve acımasızdı, askeri teknolojiye dayanıyordu ve değişik gruplardan oluşan yerli halklar arasındaki düşmanliktan yararlanıyordu.
Ancak, Amerika kıtalarındaki İspanyollar ile diğer Avrupalı grupların elinde Portekizlilerin Asya ve Afrika’da sahip olmadıkları bir silah vardı: Mikroplar. Tropik hastaliklar, bu hastalıklarla savaşacak ve onları önleyecek modern ilaçların geliştirilmesine kadar Avrupalıların, Afrika’nın Güney Sahra bölgesinin içlerine girmesine engel olmuştu; ancak Amerika’da bunun tersi söz konusuydu
Plantasyon köleliğinde yeni olan ikinci şey, bu tür köleliğin, Avrupalıların deniz seferlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan uluslararası ticaret ağına son derece bağımlı olmasıydı. Başlangıçta plantasyonlar, şekerin monokültür üretimi üzerine kurulmuştu; daha sonra kahve, çivit ve pamuk gibi başka ürünler de üretilmeye başlandı. Bu, plantasyonlarda ihtiyaç duyulan diğer her şeyin ithal edilmesi gerektiği anlamına geliyordu. Karayipler’e ve Brezilya’ya -daha sonra da daha az sayılarda Kuzey Amerika’ya ve Güney Amerika’nın diğer bölgelerine-köle getiren gemiler Avrupa’ya ham şeker ve melas götürüyordu. Ham şeker Hollanda’da rafine edilerek beyaz şeker üretiliyor ve Portekiz’de ve Portekiz egemenliğindeki Atlas Okyanusu adalarında tatlı şarap üretiminde kullanılıyordu.
1500’de kölelik dünyada birçok toplumda vardı; ancak Yeni Dünya’daki plantasyon köleliği daha önceki kölelikten iki açıdan farklıydı. Bunlardan birincisi, hemen hemen tüm kölelerin siyah ve hemen hemen tüm plantasyon sahiplerinin ve yöneticilerinin beyaz olmasıydı. Bu nedenle plantasyon köleliğinde, dünyanın diğer bölgelerindeki kölelikten farklı olarak, bir ırk öğesi vardı.
Hıristiyan Avrupalılar ile Müslüman Araplar Siyah Afrikalıları kendilerinden aşağıda, barbar ve ilkel yaratıklar olarak görüyorlardı; bu tavır onların herhangi bir kaygı duymaksızın Afrikalı köleleri alıp satmalarına izin veriyordu. Plantasyon sistemi, beyazlığı özgürlük ile siyahlığı da kölelik ile bağlantılandırarak bu irkçı fikirleri güçlendirdi; köleler gerçek öteki oldular; neredeyse insan bile sayılmiyorlardı.
Köle tacirleri, daha fazla sayıda köle esir etmek, satın almak veya takas etmek için Batı Afrika sahillerinden giderek daha içerilere girmeye başladılar. Bazı hükümdarlar bölgelerindeki köle ticaretini sınırlamaya çalışıyorlardı, ama başka hükümdarlar bundan kâr sağlıyordu; zaten saldırganlar kurallara pek önem vermiyordu.
İnsanları esir alıp köle yapmak için savaşı teşvik ediyor veya siyahları evlerinden ve tarlalarından kaçırıyorlardı. Köle ticareti sürekli büyüdü; başlangıçta yılda birkaç binken, daha sonra yılda on binleri buldu. Afrika’dan şeker plantasyonlarına çalışmaya götürülen bu insanların çoğu çocuk yaşta ya da yetişkin erkeklerdi. Kolomb’un seferini takip eden 350 yıl boyunca Atlas Okyanusu’nu aşan Afrikalıların sayısı Avrupalıların sayısından fazlaydı.
Hint Okyanusu’nda ise Portekizli denizciler, yüzyıllardır süren altın, baharat ve ipek ticaretini ellerine geçirmeye çalışıyorlardı. Bunu yapmanın en iyi yolunun, gemilerin yakınından geçtiği sahillere veya iki deniz arasındaki dar su geçitlerine surlarla korunan ticaret sömürgeleri kurmak olduğuna karar verdiler. Amiral Afonso de Albuquerque komutasındaki Portekiz gemileri, Hindistan’ın batı kıyısındaki Goa limanını, bugün Endonezya sinırları içinde kalan Malakka’yı ve Basra Körfezi’nin ağzındaki Hürmüz’ü ele geçirdiler. Hemen bu yerlerde kaleler inşa ettiler ve tüm ticaret gemilerine lisans satın alma zorunluluğu getirdiler. Almazlarsa Portekiz savaş gemilerine yakalanmaları durumunda, geminin kaptanı idam edilecek ve kargosuna el konulacaktı.
İkinci sefer çok büyüktü, binden fazla insan katılmıştı; ancak çoğu hazine avcısıydı ve birkaç hafta sonra düş kırıklığı içinde evlerine döndüler. Kolomb ve kardeşleri, değişik ada sömürgelerini pek de başarılı olmayan şekillerde yönettiler. 1498 yılında çıktığı üçüncü seferine katılmaya istekli o kadar az adam buldu ki, Fernando ile Isabel mahkûmları tayfa yapmak zorunda kaldılar. Bu seferinde Kolomb Venezuela kıyılarını keşfetti, büyük Orinoco irmağının ağzını buldu ve bu yerin bir ada değil, büyük bir kara parçası olduğunu anladı.
Kanarya adalarından yelken açtıktan yaklaşık beş Kolomb’un gemileri Karayipler’de bir adaya ulaştı. Kolomb buraya, daha önce gördüğümüz gibi, İspanyolcada Kutsal Kurtarıcı anlamına gelen San Salvador adını verdi. Asya yakınlarında bir adaya ulaştığından emindi ve bu yüzden adada yaşayan Taino halkına “Hintli” (Indian) dedi. Japonya’yı ve Asya anakarasını aradığı birkaç ay boyunca birçok ada keşfetti; daha sonra esir aldığı birkaç Taino ile İspanya’ya doğru yola çıktı.
Kilise ve devlet yetkilileri aynı cinsle seks yapmayı da yasaklamaya çalıştılar. 1250’lerden başlayarak bu tür davranışları “doğaya karşı işlenmiş suçlar” olarak nitelendirdiler; bunun Tanrı’nın yarattığı diğer mahluklar arasında gerçekleşmediğini düşündüklerinden bu tür cinselliği son derece iğrenç buluyorlardı. Genellikle sodomi olarak adlandırılan aynı cinsle seks ilişkisi, Avrupa’nın çoğu bölgesinde idamla cezalandırılan bir suç oldu; yetişkin suçlulara verilen ceza yakılarak idam edilmekti.
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
Bu dönemde evlilik dışı hamileliğin yanı sıra, başka cinsel aktiviteler de kurala bağlandı ve cezalandırıldı. Ortaçağ boyunca birçok Avrupa şehri ruhsatlı genelevlerde fahişeliğe izin veriyordu; şehrin ileri gelenleri şerefli kadınları ve kızları erkeklerin saldırısından koruduğunu söyleyerek genelevleri savunuyorlardı.
Floransa gibi bazı şehirlerde yetkililer genelevlerin aynı genç erkekleri çok daha kötü bir seçenek olduğunu düşündükleri homoseksüel ilişkiye girmekten alıkoyduğuna inanıyorlardı. 15. yüzyılda birçok şehir para karşılığı seks yapmaya izin verme konusunda giderek rahatsızlık duymaya başlamıştı ve yukarıda belirtildiği gibi, fahişelerden belli bir kıyafet giymelerini veya halk içine hiç çıkmamalarını istemeye başladılar.
Protestan ve Katolik Reform ve Karşı-Reformlarından sonra, toplumsal denetim ve disipline önem veren yetkililer fahişeliğin yasaklanmasını istediler. Orta ve Kuzey Avrupa’daki şehirler ve ülkeler genelevleri kapatmaya başladılar ve fahişelik yapmayı suç kabul ettiler. Güney Avrupa’daki, özellikle İtalya’daki şehirlerde fahişelere vesika verildi ve hareketleri kısıtlandı.
İngiltere kralları ham yün ihracatına yüksek, kumaş ihracatına ise alçak gümrük tarifesi uygulayarak kumaş üretimini teşvik ettiler. 15. yüzyılın ortalarına doğru İngiltere, ihraç ettiği ham yünden çok daha fazla yünlü kumaş ihraç ediyordu.
Bizans Imparatorluğu varlığını Batı’daki Roma İmparatorluğu sona erdikten sonra bin yıl daha sürdürdü; imparator çoğunlukla kilise konsillerine başkanlık ediyor ve Doğu Hıristiyan kilisesinde kimin lider olacağı konusunda son sözü söylüyordu. Ortaçağın başlarında Bati ve Doğu Avrupa’daki Hıristiyan kiliseleri yapılarında, uygulamalarında ve bazı öğretilerinde giderek birbirlerinden farklılıklar göstermeye başladılar. 1054 yılında patrik ile papa birbirlerini aforoz ettiler; sonraları birkaç anlaşma girişimi olduysa da artık hizipleşme kesindi. Doğu kilisesi zaman içinde Ortodoks kilisesi olarak tanınmaya başladı.
1450 yılında Orta ve Batı Avrupa’da, Hıristiyan kilisesi, başkanı papa olan bir hiyerarşiydi. Papa, tüm Hıristiyanların ruhani lideri olduğu gibi, Papalık devletlerinde yaşayanların da siyasi lideriydi. Kuramsal olarak papanin otoritesi, ilk papa olarak kabul edilen Havari Petrus’a özel yetkiler verdiği kabul edilen İncil’deki ifadelere ve başlangıçtan beri bu gücü artiran kilise konsillerinin kararlarına dayanmaktaydı. Pratikte ise, papanın otoritesi aynı zamanda Roma İmparatorluğu’nun 5. yüzyılda yıkılmasından sonra özellikle Batı’da gelişen güçlü bir merkezi bürokrasiye dayanıyordu. Bu bürokrasi için en önemli şey, 15. yüzyıla gelindiğinde evlilik ve ölüm dahil yaşamın birçok alanına egemen olmaya başlamış olan kilise kanunu ve kilise mahkemeleriydi.
Unutmamak gerekir ki, hümanist eğitim ve Rönesans sanatının 15. yüzyılda yaşayan Avrupalıların büyük bir çoğunluğunun hayatında hiçbir etkisi olmamıştı. Bu insanların kültür dünyası, ocak başında anlatılan hikâyeler, gezgin keşişler tarafından verilen vaazlar ve köy kiliselerindeki vitraylar ve nesneler aracılığıyla sözlü ve görsel olarak aktarılan bir dünya olmaya devam etti. Bu sözlü ve görsel imgeler onlara, bu dünyada şan ve şöhret kazanmak yerine, yiyeceklerin bol ve güzel olduğu, çalışmanın az ve kolay olduğu, hastalıkların çok az olduğu veya hiç bilinmediği öteki dünyadaki cennete gitme umudunu aşılamaya devam etti.
Rönesans’ın bir yönünü oluşturan hümanizm, yakın geçmişten kopmak gerektiğini vurgulayan İtalyan entelektüeller, sanatçılar ve yazarlar tarafından başlatılan bilinçli bir kültürel harekettir. Rönesans düşünürleri ve sanatçıları, Hıristiyan öğretilerini reddetmemelerine veya kiliseden ayrılmamalarına karşın, laik ve maddi dünyayı daha fazla vurguluyorlardı.
Üniversiteler, içinde yer aldıkları ve pansiyonları, yatakhaneleri, tavernaları, genelevleri, belli alanlarda uzmanlaşmış dükkânları ve diğer ihtiyaçlara cevap veren başka kuruluşlarıyla, karmaşık bir görünüm sergileyen Bologna, Oxford, Paris ve Salamanca gibi kentlerin kültürel ve ekonomik yaşamına biçim veriyorlardı. 12. yüzyıldan başlayarak üniversitelerin sayısı yavaşça arttı; 1300’de Avrupa’da 15-20 üniversite vardı; 1500’e gelindiğinde bu sayı 50’nin üzerindeydi. Üniversite öğrenimi ile üniversite öğrenimine götüren hazırlık çalışması tümüyle Latince yapılıyordu.
1450’lerde Portekiz destekli Cenovalı bir tüccar, Batı Afrika’daki Mali İmparatorluğu’yla doğrudan temas kurdu ve altın ve köle ticareti çarpıcı bir biçimde arttı. Portekiz aynı zamanda Atlas Okyanusu’ndaki adalarda sömürgeleşmeyi ve çiftçiliği teşvik ediyordu. Kısa bir süre sonra bu adalardan buğday ve şeker ihraç edilmeye başlandı. Buralardaki nüfusun artmasını isteyen Portekiz kralı, Sao Tome’ye yerleşen erkekler için Afrika’dan kadın köleler ve daha sonra da Portekiz’den kimsesiz kızlar getirtti. Kraliyet yetkilileri evliliği zorunlu kılmıyorlardı; hatta bir evde birden fazla kadın olmasına bile fazla karşı çıkmıyorlardı.
İtalyan gemileri Akdeniz, Ege Denizi ve Karadeniz’de, Alman gemileri de Kuzey Denizi’nde ve Baltık Denizi’nde dolaşırken, Portekiz gemileri daha iyi ve daha dolaysız altın ve köle kaynakları bulabilmek için giderek Afrika’nın daha güneyine iniyorlardı. Atlas Okyanusu’nda esen rüzgârlar, gemiler güneye yol alırken karaya yakın seyretmelerini, ama Portekiz’e dönerken batıya doğru açılmalarını gerektiriyordu. Bu seyahat şekli Portekizlilerin 1300’lerin sonuna doğru üzerinde insan yaşamayan Asor adaları, Cabo, Verde, Maderia ve daha sonra da Sao Tome adalarını keşfetmelerine yol açtı.
“Shakespeare İngiliz edebiyatını başka hiçbir yazarın başka hiçbir Avrupa ülkesinin edebiyatını etkileyemediği kadar etkilemiştir.”
Hem V. Karl (Şarlken), hem de II. Felipe Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yanı sıra başka Avrupa ülkeleriyle de savaştılar. Felipe kırk iki yıllık egemenliği sırasında sadece altı ay savaşmadı. Savaşlar, kraliyet hazinesini ve Amerika kıtasından akan altın ve gümüşü neredeyse tüketti. Amerika’dan gelen değerli madenler, yüksek vergiler, alınan borçlar ve makam satışları, ordunun ve İspanya’da giderek genişleyen bürokrasinin masraflarını karşılayamaz oldu. 1598 yılında öldüğünde, II. Felipe iflas etmişti.
Fransa ve Portekiz kendi çıkarlarına en uygun vâris hangisiyse onu destekliyordu. Her iki ülkenin kralı da Kastilya tahtı üzerinde hak iddia eden isabel’e göz koymuştu. Ancak İsabel 1469 yılında, topraklarının içinde Napoli ve Akdeniz’deki Sicilya, Sardinya, Mallorca ve Menorca adaları bulunan Aragon Prensi Fernando ile evlendi. Onlar evlenince krallıkları birleşmedi; ancak vârisleri zamanında toprakları daha bütünlüklü bir ülke görünümü aldı; yine de İspanya’daki her iki devlet (ve yarımada dışındaki topraklar) kendi kanunlarını, mahkemelerini, vergi sistemini ve temsilciler meclisini yaklaşık 1700 yılına kadar korudular.
İngiltere’de olduğu gibi, Fransa’da da yüksek soylular Yüz Yıl Savaşları sırasında güç kazandılar; ancak Jeanne d’Arc’ın girişimleri sonucu Reims’de taç giyen Valois hanedanı krallarından VII. Charles (1422-61) kralın gücünü yeniden kabul ettirmeye çalıştı. Charles Batı Avrupa’daki ilk daimi kraliyet ordusunu kurdu, kraliyet konseyini yeniden düzenledi ve papayı, krala piskopos ve rahip atama ve bazı kilise vergilerini iptal etme hakkı veren Bourges Fermanı’nı kabule zorladı. Oğlu XI. Louis de (1461-83) ticari antlaşmalar ve ipek dokumacılığı gibi ekonomik aktivitelere koyduğu vergiler yoluyla elde ettiği parayla orduyu büyüttÜ.
1778-1779 yıllarında Prusya ile Avusturya arasındaki Bavyera Veraset Savaşı “Patates Savaşı diye de anılır; çünkü bu iki ülke çarpışmak yerine karşı tarafın gıda kaynaklarını ele geçirme taktiğini uygulamışlar ve Prusyalı askerler zamanlarının çoğunu patates toplayarak geçirmişlerdi.
Patates And dağlarında yetişiyordu, İspanyol denizciler de bu bitkiyi Avrupa’ya taşıyor ve yolda yiyorlardı. Ancak Avrupa’da patates hiç iyi karşılanmadı. Kitab-ı Mukaddes’te patatesten söz edilmiyordu ve patates toprak altında yetişiyordu, bu yüzden de şeytani şeylerle bağdaştırılıyordu
Avrupa’nın farklı yerlerinde cinsler arası denge büyük farklılıklar gösterse de, bunların yüzde 75 veya 85’i kadındı. Kadınların bu kadar ön planda olmalarının çok karmaşık nedenleri vardı: Kadınların zayıf yaratıklar olduğu ve şeytanın cazibesine kapılmaya veya istediklerini elde etmek için ağızlarını bozmaya ve küfre daha yatkın oldukları düşünülüyordu; yemek yapmak, yeni doğurmuş annelere ve bebeklerine bakmak, hayvan bakımi gibi işler yaparak kötü şeylerin beklenmedik bir anda meydana gelebileceği yaşam alanlarıyla daha yakın bir temas içindeydiler; hepsi de şeytanla bağlantılı olan doğa, düzensizlik ve bedenle ilişkilendiriliyorlardı.
Osmanlı yetkililer, yerel piskoposluklara ve patrikliğe aday olanlardan hediyeler ve rüşvetler isteyebileceklerini de fark ettikleri için, görev değişikliklerinin sık yapılmasını teşvik ettiler; 17. yüzyıl boyunca, bazı kişiler bu göreve birkaç kez gelmiş olsalar da, patriklik tam altmış bir kez el değiştirdi.
Pennsylvania’daki Moravyalılar evlenene kadar karşı cinsle bir araya gelmezlerdi; evlenmek isteyen br erkeğe İhtiyarlar Heyeti muhtemel bir eş önerirdi. Burada evet, hayır ve bekle” anlamına gelen üç ayrı renkte oy bir kutuya atılır, bir tanesi çekilir ve burada yazılı olan şey Kurtarıcı’nın kararı olarak değerlendirilirdi.
Quakerlar gibi Moravyalıların da kendilerine has giyimleri ve konuşma tarzları vardı. Son derece fiziksel ve duyum olan ilahilerinde, yazılarında ve törenlerinde Mesih ile mistik birleşme vurgulanıyor, Mesih’in yaralarında yıkanma imgeleri bolca bulunuyor, hatta Mesih’in insanlığının simgesi olarak penis övülüyordu.
Dünyanın her yerinde, eğitim üzerine en çok okunan kitap haline gelmiş olan bu eserin büyük kısmında, ana karakter olan Emile’in eğitiminden söz eder, ama son bölümde Emile’in karisı olacak olan Sophie’nin de eğitimini ele alır. Kadın der Rousseau, özellikle erkeği mutlu etmek için yaratılmıştır. ve boyun eğmek için. Kadının eğitimi iffet, erdem ve ev işleri ne odaklı olmalıdır, ama biraz da bilgi edinmelidir; çünkü kendisinin bilmediği erdemleri çocuklarına başka nasıl öğretebi lir Rousseau bu düşüncelerini kendi çocukları üzerinde denememiştir. Yanında çalışan ve sonradan evlendiği okur-yazar bile olmayan terzi kadından beş çocuğu olmuş, ama bu çocukları yetimhaneye göndermiştir.
Zencilerin ve genel olarak bütün diğer insan türlerinin (çünkü dört ya da beş ayrı çeşit insan var) doğal olarak beyazlardan daha aşağıda olduklarını düşünüyorum. Dünyada beyazlardan başka ne farklı bir ten rengine sahip olan bir ulus bir uygarlık kurdu, ne de beyaz olmayan herhangi bir kişi eylemleri veya düşünceleriyle ün kazandı. Bu insanlar ne yeni bir şey ürettiler ne sanat ne de bilim Doğa farklı insan türleri arasında en baştan bir ayrım yaratmamış olsaydı bu kadar çok ülkede, bunca uzun zaman böylesine sürekli ve istikrarlı bir farklılık meydana gelemezdi.
Krallarin ve yüksek unvanlı soyluların çoğunlukla bir ya da iki resmi metresi oluyor ve bu metreslerin saraydaki konumları ve ailelerinin önemi, kralla aralarındaki cinsel ilişki nedeniyle, azalmak yerine artıyordu. Madame de Pompadour (1721-64) olarak tanınan Jeanne-Antoinette Poisson, Fransa kralı XV. Louis’nin resmi metresiydi (maîtresse en titre) ve bu unvana sahip üçüncü kadındı. Madame de Pompadour cinsel partner olmanın yanı sıra, önemli bir sanat hamisi ve yetenekli bir saraylıydı ve daha sonraları görevlerinin arasına krala genç cinsel partnerler seçmek de girmişti. Bu tür saraylı metresler çoğunlukla tiyatro oyunlarında ve şiirler de yüceltiliyordu; bunlardan Madame de Maintenon (1635 1719) adıyla anılan Françoise d’Aubigné Fransa Kralı XIV. Louis’nin son resmi metresiydi, hatta kralla evlenmişti ama hiçbir zaman kraliçe unvanını alamadı.
Eşcinsellere en şiddetli zulmün yapıldığı yer Hollanda Cumhuriyeti’ydi, 1730’larda bu ülkede geniş çaplı tutuklama dalgaları gerçekleşti ve bu tutuklamalar işkenceli sorgulamalara, gizli ifşaatlara, müebbet hapis cezalarına ve yaklaşık 200 idam cezasına yol açtı.
İlk köle seferlerinde kölelerin yaklaşık olarak yarısı Atlas Okyanusu’nu -daha sonraları yolculugun bu aşamasına orta yolculuk dendi- geçerken ölüyordu; ancak daha sonraları, gemi sahipleri kölelerin hayatta kalmalarını saglamaları durumunda daha fazla kâr edeceklerini görünce ölüm oranı düştü. Köleler her aşamada çalışmayı reddederek, aletleri sabote ederek, kaçarak veya ayaklanarak esir alınmalarına karşı koydular. Karayipler’deki çoğu adada ve Güney Amerika kıtasın da maroon adı verilen kaçak köle toplulukları, ormanlık veya bataklik alanlarda bir araya geliyor ve plantasyon sahiplerinin veya hükümet yetkililerinin denetiminden uzakta yaşıyorlardı.
16. yüzyılda hükümetler tarafından enflasyonu durdurma çabasıyla çıkarılan azami ücret düzenlemelerinden, tek başlarına tutulan kadin tarim işçilerine erkeklere ödenen paranın sadece yarısının ödendiğini; aynı zamanda onlara, çoğunlukla bir tarım işçisinin gelirinin en önemli bölümünü oluşturan yemekten, erkeklere verilenden daha az miktarda ve daha düşük kalitede verildiğini görmekteyiz. Orneğin, 1550 yılında Güney Almanya’da yayınlanan bir genelgeye göre, erkek işçilere kahvaltıda çorba ve şarap, öğle yemeğinde bira, sebze ve et ve akşam sebze ve şarap verilirken kadınlara kahvaltıda sadece çorba ve sebze, öğlen süt ve ekmek veriliyor ve akşam hiçbir şey verilmiyordu.
Predestination (kaderin önceden belirlenmiş olması) denilen bu son fikir 4. yüzyılda Aziz Augustinus’tan bu yana Hıristiyan düşünürler tarafından ileri sürülmekte, hatta daha eskiden beri tartışılmaktaydı; ama Calvin bu görüşü mutlak hale getirdi. Tanrı’nın kararı zamanın başladığı anda oluşmuştu ve bazı insanlara ebedi lanet, bazılarında da ebedi kurtuluş vermişti. Hatta Âdem ve Havva’nın bile özgür iradeleri yoktu; çünkü Tanrı onların cennetin bahçesindeki davranışlarının ne olacağına önceden karar vermişti. Calvin’in kendi sözleriyle, bu korkunç buyruk çok basit bir şekilde en yüksek yargıç olan Tanrı’nın iradesi üzerine kuruluydu.
Kadınlara, itaat ederken isteksiz davranmamaları, bunu severek yapmaları tavsiye ediliyordu; çünkü böyle davranınca Tanrı’nın yolunu takip etmeye ne kadar istekli olduklarını göstermiş olacaklardı. Erkeklere, karılarına müşfik ve düşünceli davranmaları, ama aynı zamanda eğer gerekiyorsa, fiziksel zorlama yoluyla otoritelerini kabul ettirmeleri tavsiye ediliyordu. Kanunlarının kocanin karısını terbiye etme gücüne sınır getirmiş olmasına rağmen, hem Avrupa’da hem de Ingiltere’de basılan evlilik kılavuzları kadına itaat etmeyi öğretmeyi vahşi bir atı ehlileştirme metaforuyla ifade ediyorlardı.
Ayinsel doğasını kabul etmeseler bile, birçok Protestan reform cu yazdıkları yazılarda, Tekvin üzerine yaptıkları yorumlarda, aile rehberlerinde ve en önemlisi de evlilik vaazlarında evliliği övüyorlardı. Adem’e Havva’yı vererek evliliği Tanrı’nın emrettiğini; evliliğin kaçınılması olanaksız şehvet günahına “çare olduğunu. içinde Tanrı korkusu olan yeni bir Hıristiyan kuşağı dindar bir şekilde yetiştirmek için ortam sağladığını ve kocalara ve karılara yoldaşlık ve teselli sağladığını vurguluyorlardı. Doğru bir evlilik, hem erkekle kadının ruhani eşitliğini hem de kocanın otoritesi ile karınin itaatini gösteren doğru toplumsal hiyerarşiyi yansıtan evlilikti.
Tetzel son derece başarılı bir satıcıydı; insanlara ölmüş yakınlarının günahlarının tamamının affedilece veya Arafta geçirmeleri gereken sürenin sona ereceği vaadiyle, yeni icat edilmiş olan matbaa makinesinde basılan endüljansları satıyordu. Halk endüljans satın almak için kilometrelerce uzaklardan geliyordu.
İnsanlar, bölgesinde yaşamayan (absentee) veya birden fazla piskoposluk bölgesinden sorumlu olduğu için rahipleri gerektiği gibi denetleyemeyen piskoposlardan; keşişlerin ve frerlerin açgözlü ve ahlaksız olmasından, halktan para sızdırmalarından, metres tutmalarından ve lüks içinde yaşamalarından; rahiplerin hiçbir dilde doğru dürüst okuma-yazma bilmemelerinden ve Evkaristiya ayini sırasında Latince sözcüklerin ne anlama geldiğini bilmeden ağızlarında gevelemelerinden şikâyetçiydiler. Erasmus ve Lefevre gibi eğitimli reformcular, ruhban sınıfına yöneltilen bu eleştirilere katılıyor ve birçok yaygın dini uygulamanın aptalca veya yanlış olduğunu düşünüyorlardı. İnsanların zamanlarını hacca giderek veya paralarını kutsal emanetler veya endüljans için harcayacak larına, ihtiyacı olanlara yardım etmeleri veya dua etmeleri gerektiğini ileri sürüyorlardı.
Kadınların çıplak erkek vücudu çalışmalarına izin verilmiyordu; oysa bu, içinde birçok figür bulunan büyük tarihi tablolar yapmak isteyen birisi için zorunlu sayılıyordu. Bu nedenle kadın lar genellikle portre ve az sayıda konu işleyen küçük tablolar ve ya 17. yüzyıla gelindiğinde, natürmort ve iç mekân sahneleri çiziyorlardı. Kadınlar, boyaların yaş sıva üzerine doğrudan uygulan dığı duvar resmi yapma tekniğini de bilmiyorlardı çünkü bu tür çalışmalar açık alanlarda yapılıyor ve kadınlar için uygun kabul edilmiyordu. Edep ve ahlak kaygıları kadınların kullanabileceği yöntemleri ve konularını kısıtlıyordu.
VII. Henry en büyük kızı Margaret’i İskoçya Kralı IV. James (hsd 1488-1513) ile evlendirdi, daha sonra oğlu Arthur ile İspanya kral ve kraliçesi Fernando ile Isabel’in kızı Aragonlu Catheri ne arasında bir evlilik antlaşması yaptı. Arthur beklenmedik bir şekilde ölünce, ittifakın bozulmasını ve Catherine’in beraberinde getirdiği çeyizi kaybetmek istemeyen VII. Henry, Catherine’in ikinci oğlu Henry ile evlenebilmesi için papadan izin kopardı. Hıristiyan kilisesi kanunları bir insanın erkek kardeşinin dul karısıyla evlenmesine izin vermiyordu; ancak bu olayda papa, Arthur ile Catherine’in çocuk oldukları için gerdeğe girmemiş olmaları nedeniyle nikâhın gerçekleşmediği iddiasının yanı sıra, kralın büyük baskısı ve Papalığa büyük bağışlar yapma vaadiyle izin vermeye ikna edilmişti.
Yaşlanma hem fiziksel hem de ekonomik değişikliklere yol açıyordu; 15. yüzyılda bu değişikliklerin erkeklerden çok kadınlar için sorun olarak görüldüğüne dair kanıtlar bulunuyor. Menopoz sonrasında kadınların cinsel arzularının arttığına, hatta bunun kendilerini tatmin etmek isteyen kadınları şeytani sevgililer aramaya ittiğine inanılıyordu. Bu kadınların ağızlarından buhar çıktığına ve bu buharın süt emziren kadınların sütten kesilmesine veya hayvanların ve çocukların hastalanmasına yol açabileceğine inaniliyordu.
Genç yaşta dul kalan kadınlar yaşlı dullardan, az sayıda çocuğu olan dullar da fazla sayıda çocuğu olan dullardan daha çabuk yeniden evleniyorlardı. Dul erkekler için ise bunun tersi geçerliydi; çok sayıda çocuğu olanların yeniden ve hemen evlenme olasılıkları daha yüksekti. Genel olarak, dul erkeklerin yeniden evlenme olasılığı dul kadınlarınkinden daha fazlaydı; Fransa’daki istatistikler, 16. ve 17 yüzyıllarda dul erkeklerin yüzde 50’sinin, dul kadınların ise yüz de 20’sinin yeniden evlendiğini gösteriyor.
Katolik, Protestan ve Yahudi yazarlar ideal kadının söz dinleyen, iffetli, neşeli, tutumlu, dindar ve pek konuşmayan bir kadın; ideal kocanın ise, sorumlu, sağlam ve şerefli biri olduğu üzerinde görüş birliği içindeydiler.
Yaygın inanışa göre, âdet gören kadınlar dokunuşlarıyla, bakışlarıyla veya salt varlıklarıyla demiri paslandırır, şarabı ekşitir, eti kokutur veya bıçakları körletirlerdi; ancak, bu fikirlerin evlerdeki işler üzerinde ne denli etkili olduğunu söylemek zordur.
Kanın spermaya dönüşmesi birçok hekimin erkeklere boşalma sayısını sınırlı tutmalarını salık vermesine yol açıyordu; şairler de bazen cinsel ilişkiyi küçük ölümler olarak betimliyorlardı, orgazmın standart metaforu ah, ölüyorum, ölüyorum” idi.
1450 yılında Osmanlılar, Yunanistan’ın büyük bir bölümünü ve Balkanlar’ı ellerinde bulunduruyorlardı; din, dil ve etnik yapı açısından karışık bir nüfusu yönetiyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslümanlar nüfusun yarısından daha azını oluşturuyordu; Yahudiler ve Hıristiyanlar dini ibadetlerini yerine getirmek, çocuklarını eğitmek ve evlilik gibi konularda büyük oranda özgürlerdi. Müslüman olmayanlar hükümete fazladan büyük oranda vergi ödüyorlardı; bu nedenle de din değiştirmek onların avantajınaydı. Ancak, Osmanlı yönetimi hazinesini düşündüğünden bu tür din değiştirmeleri hararetle teşvik etmiyordu.
Büyük insan grupları hakkında genelleme yapmanın sakıncalarını görmek kolaydır; yine de bunu hemen her zaman yaparız.
Fazla miktarda alkol veya üzüntü, dumanlı odalar, kötü arkadaşlar veya çok fazla tartışma insanı ruhsal ve fiziksel olarak ‘dengesiz’ yapabiliyordu; vücudunda kara safra -aynı zamanda melankoli de deniyordu- baskın olarak bulunan insanların depresyona girmeye hatta delirmeye özellikle eğilimli oldukları düşünülüyordu.
13 ve 14 yüzyıllarda yükselen bir Yahudi düşmanlığı dalgası nedeniyle İngiltere ve Fransa da dahil olmak üzere Avrupa’nın bazı ülkelerinden kovulmuşlardı. 15 yüzyılın sonlarına doğru kovulmalar tekrar başladı; 1480’lerde Bavyera ve 1492 yılında Kastilya ve Aragon da Yahudileri kovan ülkeler arasına katıldı. 1450 yılından Osmanlılar, Yunanistan’ın büyük bir bölümünü ve Balkanlar’ı ellerinde bulunduruyorlardı; din, dil ve etnik yapı açısından karışık bir nüfusu yönetiyorlardı. Müslümanlar, Osmanlı imparatorluğu’nda nüfusunun yarısından daha azını oluşturuyordu; Yahudiler ve Hristiyanlar dini ibadetlerini yerine getirmek, çocuklarını eğitmek ve evlilik gibi konularda büyük oranda özgürlerdi
Kişilerin veya işletmelerin iflasına ilişkin olarak ilk kez 16. Yüzyılda çıkarılan yasalarda da Ticaret onur ve güvene dayalı bir ahlak konusu olarak görülüyordu. Bu yasalar da iflas ,yönetim beceriksizliğinden veya kötü kararlar verilmesinden dolayı değil doğrudan doğruya sahtekarlık yüzünden gerçekleşen bir şey olarak ifade ediliyordu. Örneğin, 1571 tarihli bir İngiliz iflas yasasında hile ile başkalarının malını ele geçirdikten sonra bilinmeyen bir yerlere kaçan veya aldıkları kredileri kendi zevkleri ve lüks yaşamları için akılsızca insafsızca ve vicdansızca harcayan tüccarlardan söz ediyordu
Erkek ve kadın cinsel organlarının birbirine benzediği düşüncesi Rönesans’ın klitorisi keşfetmesinden sonra da sürdü; bilim insanları kadınlarda penise benzeyen iki organ bulunduğuna karar verdiler. Bu fikir, 18. yüzyıla kadar kadın anatomisindeki birçok bölgenin kesin bir terminolojisinin bulunmadığı anlamına geliyordu; çünkü bunların bir erkek organıyla uyuştuğu düşünülüyordu ve dolayısıyla onlara da aynı isimler veriliyordu.
Erken modern dönemin sonuna kadar, hatta belki o zamandan sonra bile bir insanın adı, akrabalık bağlarını veya aile üyelerini açıkca göstermezdi. Batı dünyasındaki bireyin bir adının ve bir de aileden intikal eden bir soyadının olduğu modern adlandırma sistemi 12. ve 13. yüzyıllarda İtalyan şehirlerindeki varlıklı aileler arasında gelişmiş gibi görünmektedir,ama çok yavaş bir şekilde yayılmıştır. 16. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’daki çoğu soylunun bir soyadı vardı ve bu çoğunlukla topraklarının bulunduğu yerin adıydı.
( )Bu çalışmaların önemli buluşlarından biri, aile sözcüğünün, belki çok farklı anlamları olduğundan 16. yüzyılda çok ender kullanıldığıdır. Örneğin Shakespeare, bu sözcüğü tüm yapıtlarında sadece dokuz kez kullanmıştır; Romeo ve Juliet’te bir kez bile kullanmamıştır. Kan davası güden Montagueler ve Capıletler aile değil, hanedan olarak tanımlanmıştır.
( )eskiden Ölüm, yaşlılıkla bugün olduğundan daha az özdeşleştiriliyordu. Bebeklerin dörtte biri daha bir yaşına gelmeden, diğer dörtte biri de on yaşına gelmeden ölüyordu. Dolayısıyla, ölmeden yetişkinliğe gelmiş olan insanlar hayatın en ölümcül evrelerini atlatmış oluyorlardı.
Avrupa’nın birçok bölgesinde tecavüzün cezası idamdı; ancak gerçekte verilen cezalar çoğunlukla para ve kısa süreli hapis cezalarıydı; cezanın oranı kurbanın ve suçu işleyenin toplumsal statüsüne bağlıydı. Kurban bağırarak yardım istediğini ve saldırganı engellemeye çalıştığını kanıtlamalıydı ve suçlamayı saldırı gerçekleştikten kısa bir süre sonra yapmalıydı. Irzlarına tecavüz edildiği suçlamasında bulunan kadınlar çoğunlukla saldırganın cezalandırılmasından çok şereflerini kurtarma çabasındaydılar, bu yüzden de bazen yargıcın tecavüzcüleriyle kendilerini evlendirmesini istiyorlardı.