Ali Köse kitaplarından Enteller Aleykümselam Der Mi? kitap alıntıları sizlerle…
Enteller Aleykümselam Der Mi? Kitap Alıntıları
Dini çağrışım içeren, dahası alt kültüre ait bir kalıptı “selamun aleyküm” onların lügatinde. Çağdaşlık karizmasını bozardı “aleyküm selam” karşılığını vermek.
Batının üstün olduğu ve öyle olması gerektiği her fırsatta kendisine empoze edilen bir millet elbette kendisine güvenini kaybeder. Umudu hep başkalarında arayan bir ezilmişlik psikolojisi içine girer kansere çareyi biz bulamayız mutlaka batılılar bulmalıdır psikolojisidir bu. Umudu başkalarını arama psikolojisidir. Batılıları İslam’la değil İslam’ı batılılarla şereflendirmek şartlanmasıdır.
Türkiye gibi ülkeler dinî kimliği ile milli kimliğini birleştirdikleri oranda başarılı olurlar, başarılı olmak o ülke vatandaşlarının,o kimlikten gurur duyması anlamına gelir.
Mükafat ya da cezayı hep ilahi alandan uman, Deccali ve Mesih’i beklerken tembelleşmiş bir topluma uygun bir senaryo
Gökyüzü okyanuslar ve yeryüzü insanoğlunu kötülüğü ve azgınlığı dolayısıyla Allah’a şikayet etmişler.Gökyüzü: “Üzerlerine düşüp onları ezmeme müsaade et” diye yalvarmış. Okyanuslar: “Onları üzerlerine akıp boğalım” demiş. Yeryüzü: “Onları yutayım” diye yakarmış. Buna karşılık alemlerin Rabbi şöyle buyurmuş: “Eğer insanları yaratan siz olsaydınız onu affederdiniz ” Yüce Allah, ruhuna üfledim (Hicr 15:29) dediği kulları için böyle düşünüyor. Varoluşunu anlamlandırmak isteyen insanoğlu için yaratıcısının kendini sevdiğinden daha güzel bir psikoterapi olur mu?
İman varoluşu anlamlandırır
. Dünya’nın neden var olduğunu ancak din söyleyebilir. Neden niçin sorusuna karşılık verecek bir başka anlam sistemi yok yeryüzünde
. Dünya’nın neden var olduğunu ancak din söyleyebilir. Neden niçin sorusuna karşılık verecek bir başka anlam sistemi yok yeryüzünde
Din öldü denildiğinden bu yana din her yerde Eskiden sadece kiliselerin çanlarındaydı; şimdi sokaklarda, herkesin kalbinde. Eskiden din adamları vardı; şimdi ise herkes din adamı.
Richard Wright
Richard Wright
İnsanoğlu hem bilgedir hem tuhaftır. İnsanca yaşaması için mantık kadar duyguya, bilim kadar efsaneye muhtaçtır.
İnsan için, yaşanacak bir kaderinin olduğuna inanmaktan daha rahatlatıcı bir duygu olamaz.
İnsanı depremin değil, kendi yaptığı binanın öldürdüğünü düşünemedik. Hatalarımızla yüzleşmekten kaçtık. Olayı Allah’a havale etmeyi imanımızın bir göstergesi zannettik.
Ey insanlar! Modern dünya size insanlığınızı, erdemlerinizi kaybettirmesin.
Oysa ölümü hatırlamak değil midir insanı insan yapan, onu kötülüklerden alıkoyan, yanlış davranışlarından pişmanlık duymaya sevk eden?
Müslüman bir ülkeyiz. Milyonlarca insan namaz kılıyor, bakkala girerken selâmünaleyküm diyor. Ancak sanatta, sinemada, edebiyatta dine dair temalar sanki bir marjinallik gibi aktarılıyor. Günde beş vakit ezan okunan bu memlekette çekilen filmlerde ezan sesi duyamıyoruz, namaz kılan bir karakter ya hiç gösterilmiyor ya da marjinal birisiymiş gibi resmediliyor; keza başı örtülü bir başkarakterin olduğu meşhur bir romanımız yok gibi.
Bir Amerikan hikâyesi var. Baba akşam eve gelir. Çocuk sorar, baba sen saatte kaç para kazanıyorsun? Babası git başımdan, ne yapacaksın ne kadar kazandığımı, hem dişlerini fırçala ya da yat sen bakayım, vakit geç oldu. Diye çıkışır. Çocuk çaresiz boyun büker ve yatağı boylar. Biraz sonra baba pişman olur., gidip şunun gönlünü alayım diyerek çocuğun yanına gider. Peki der, madem merak ettin bir saatte ne kadar kazandığımı, o halde söyleyeyim.: 20 dolar kazanıyorum. Çocuk yastığının altından 10 dolar çıkarır, babasına uzatır ve benimle yarım saat oynar mısın? Diye sorar. Ama artık bu bizim de hikayemiz!!!
Kültür, maziyle bağlantısı oranında güçlüdür. Oysa bugün biz dedelerimizin kitaplarını okuyup anlamaktan yoksunuz. Bir ingiliz, Shakespeare’nin eserleriyle, William Blake’in ilahileriyle ne kadar tanışıksa; bir Alman Gothe’ye ne kadar yakınsa; biz de Fuzûli’ye, Dede Efendi’ye, İmam-ı Azam’a o kadar uzağız.
Modernizmin çocuğu, modernizmin âletlerininin hem sahibi hem de esiridir. Kumanda ile kendine hükmettiğimizi zannettiğimiz, ama aslında esiri olduğumuz televizyonla ilgili şu hikaye manidardir. Baba işe 5-6 yaşlarındaki oğlu yağmurlu ve rüzgarlı bir havada arabaları ile gezintiye çıkarlar. Bir müddet sonra tekerleri patlar. Bu havada teker değiştirmenin zorluğunu fark eden çocuk, babasına seslenir: Babacığım, başka bir kanala çevirsek ya!
Günlük hayatımızın telaşı modern hayat biçimiyle azalacak yerde gitgide artıyor. Kilometrelerce uzakta olan bir arkadaşımdan sayfalarca dolusu bir mektup almayı bazen o kadar arzuluyorum ki. Ama telefon veya internet buna izin vermiyor.
Modernizmi doğuran endüstriyel süreç, insanların hep daha fazlasına sahip olma duygusunu geliştirdi. Ama insanca yaşamanın ve mutlu olmanın temel ilkesi sahip olma değil, insanın kendisi olması ”dır.
Malcom X : Amerika’nın İslam’ı anlaması şart. Çünkü İslam, toplumdan ırk problemini kaldıran bir din.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Hani büyük adamlar vardır. Hayatları dönem dönemdir. Rezil bir hayatı vezir bir hayata dönüştürürler. Bireysel değişimin, irade gücünün timsalidirler. İşte onlardan birisidir Malcom X. Kırk yıl yetmiştir ona; hayata büyük bir çizik atmıştır, dinlisine dinsizine, Müslümanına Hristiyanına çok şey öğretmek için.
Yeryüzünün bütün bilim adamlarını, filozoflarını, düşünürlerini, yazarlarını, sanatçılarını toplasanız, bütün bilgileri ve bilgelikleriyle, insanoğlunun bugüne dek öğrendiği ne varsa onlardan konuşmaya başlasalar. Sonra üç yaşında yarım yarım konuşan bir bebek gelse ve onlara dese ki ‘dünya niya var?’ Bu sorunun üstüne orayı saracak olan sessizlik, aslında bütün konuşulanlardan daha fazlasını anlatır..
Mevlâna Hz. bizi ölümle en doruk noktada barıştırır. Şeb-i Arus der kendi ölüm gününe. Düğün gecesi dir ölüm onun için. Yâr bildiği Allah’ına kavuşacaktır o gün. Sema ayininde semazenlerin giydiği tennûre adı verilen uzun beyaz giysi kefeni; yelek mezarı; sikke adını alan külah ise mezar taşını temsil eder. Hayat ancak ölümle barışık olanlar için anlam kazanır. Ebedî mutluluğu ancak o insanlar yakalayabilir.
Müslüman bir ülkeyiz. Milyonlarca insan namaz kılıyor, bakkala girerken selâmünaleyküm diyor. Ancak sanatta, sinemada, edebiyatta dine dair temalar sanki bir marjinallik gibi aktarılıyor. Günde beş vakit ezan okunan bu memlekette çekilen filmlerde ezan sesi duyamıyoruz, namaz kılan bir karekter ya hiç gösterilmiyor ya da marjinal birisiymiş gibi resmediliyor; keza başı örtülü bir başkarakterin olduğu meşhur bir romanımız yok gibi.
Bir Cezairli sosyalist olabilir, komünist olabilir, din karşıtı propaganda yapabilir. Ama selamünaleyküm denildiği zaman, aleykümselam der. Kendisi de ınsanlarla karşılaştığı zaman selâm verir. Ama bir düşünün, Nişantaşı’nda, Harbiye’de bir entele selâmünaleyküm deseniz ne olur? Size garip garip bakar. Bana niye böyle selâm veriyor ? Diye düşünür.
1980’lerde pop konserine katılan türbanlı görüntüsü hayal edilemezdi. Ama artık Mustafa Sandal’ın konserinde ön sırayı kapan, MP3-çalarında Tarkan’ı dinleyen türbanlı kız görüntüsü sıradan hale geldi.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Bu süreç 1980’lerde başladı. Çevrenin merkezde yeniden yapılanmasıydı olayın tanımı. Daha önce muhafazakarlık, dindarlık adına karşı çıkılan birçok olgu yeni formlara büründü bu süreçte. Kıyafet trendleri, tesettür defileleri, farklı stil şekilleri, televizyon algısı, hatta umre seyahatleri yeni formlara büründü.
Modernizmi doğuran endüstriyel süreç, insanların hep daha fazlasına sahip olma duygusunu geliştirdi. Ama insanca yaşamanın ve mutlu olmanın temel ilkesi sahip olma değil, insanın kendisi olması dır.
İnsan için, yaşanacak bir kaderinin olduğuna inanmaktan daha rahatlatıcı bir duygu olamaz.
Depremi Allah’ın özel bir cezası olarak algıladılar. Depreme maruz kalan bölge insanının önemli bir kısmı depremi içki ve zina gibi günahlara karşılık gönderilmiş bir ceza olarak algıladı.
Ölmeyeceğim, çünkü ölmemi isteyen çok kişi var. diyordu. Yazmaya, söylemeye, haykırmaya devam etti. O hâliyle 2000 yılında Filistin’e gitti. İsrail askerlerine sembolik bir taş atmak için. Ama siyonistler ona dünyayı dar etmek istediler. Columbia Üniversitesi’nden attırmak için her yolu denediler. Rektörü zorladılar. Ama bu kez rektör de bir Afrika kaplanıydı. Tarihe geçecek bir beyanatla Siyonist taleplere son noktayı koymuştu: Biz hocalarımızın attığı taşı değil, verdiği derse bakarız. İşinize bakın! Çünkü biliyordu rektör bu inatçı Ortadoğulu’nun aslında düşmanlığın düşmanı olduğunu; Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan ayrımına karşı olduğunu.
Alıştırıldığı düşmanı kaybetmek kolay değil insanoğlu için. Batı da aynı sendromdan mustarip değil mi bugün? Soğuk Savaş döneminde halkını öldüresi bir düşmana alıştırmış yönetimler yeni bir düşman bulmalıydılar kendilerine. Çünkü düşmansızlık, kendini sorgulattırırdı insana. En kolay düşman İslâm’dı elbet. Tarihsel arkaplan da uygundu bu düşmanlaştırma için.
Son söz rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun dizelerinden:
Burası Dünya,
Ne çok kıymetlendirdik.
Oysa bir tarla idi,
Ekip, biçip gidecektik.
Burası Dünya,
Ne çok kıymetlendirdik.
Oysa bir tarla idi,
Ekip, biçip gidecektik.
Varoluşunu anlamlandırmak isteyen insanoğlu için, yaratıcısının kendisini sevdiğini hissetmekten daha güzel bir psikoterapi olur mu?
Amerika’nın İslâm’ı tanıması lâzım. Çünkü İslâm, toplumdan ırk problemini kaldıran bir din. Burada, her renkten, her ırktan insanla aynı tastan yemek yedim, aynı bardaktan su içtim, aynı hasırda yattım. Gözleri mavilerin mavisi, saçları sarıların sarısı, derileri beyazların beyazı Müslüman kardeşlerimle aynı ALLAH’a duâ ettim.
Psikolog Carl Gustav Jung hayatımızı bir güne benzetir. Sabahtan öğleye kadar olan vakit hayatın yarısına kadarki dönemdir. Öğle vakti 35 yaş civarını temsil eder. Öğleden sonraki dönem yavaş yavaş ihtiyarlığa giden 35 yaş sonrasıdır. Akşama doğru karanlık olmaya başlar. İşte bu dönemde insanlar daha fazla anlam ararlar. Çünkü ölüme yaklaştıklarını hissetmeye başlarlar. Varoluşu sorgularlar, ölümle, ölüm sonrasıyla ilgili sorularına anlamlı cevaplar ararlar. Hayat bir anlam arayışına dönüşür artık.
Öteki dünya ile bağ kurma hissi, insanı rahatlatan en güzel psikoterapidir.
Materyalist dünya görüşü metafizik alanın olmadığını ifade ederken, din bu alanın ahval ve şeriatini en küçük detayına kadar belirler.
Ölümü hatırlamak değil midir insanı insan yapan, onu kötülüklerden alıkoyan, yanlış davranışlarından pişmanlık duymaya sevk eden?
Hayat ancak ölümle barışık olanlar için anlam kazanır.
1975 yılında Wimbledon’ı kazanan Amerikalı zenci tenisçi Arthur Ashe’in hikayesi, bu konuda en güzel örneklerdendir. Kan nakli sırasında kaptığı virüs yüzünden ölümcül bir hastalığa yakalanır kahramanımız. Haber kısa sürede tüm dünyaya yayılır. Hayranları kalem kâğıda sarılır mektup yazarlar kendisine. Neden sen? diye başlar bir hayranı. Dünyada 5 milyar insan var, neden seni buldu bu hastalık? Allah onca insan arasından neden seni seçti ki? diye devam eder. Bu isyankâr hayran hiç beklemediği bir cevap alır ölüm döşeğindeki tenisçiden: Dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 50 bini yarışmalara katılır. 50’si Wimbledon’a yükselir. 2’si finale kalır ve 1’i kazanır. Ben Wimbledon’ı kazandığımda, şampiyonluk kupasını kaldırdığımda ‘Neden ben?’ diye sormadım Allah’a. Şimdi hastane köşesinde sancı çekerken ‘Neden ben?’ diye nasıl sorarım?
Din öldü denildiğinden bu yana din her yerde. Eskiden sadece kiliselerin çanlarındaydı; şimdi sokaklarda, herkesin kalbinde. Eskiden din adamları vardı; şimdi ise herkes din adamı diyor Amerikalı sosyolog Richard Wright bu değişikliğin işareti olarak.
Batılı sosyologlar son iki yüzyıllardır dinin sonunun geleceği günü beklediler. Hatta aralarından tarih verenler bile oldu. Ama beyhude bir bekleyişti bu. 21. yüzyılla birlikte dinin sonunun gelmediği anlaşıldı. Yok olması beklenen din hiç kaybolmamıştı.
Sokağa taşan bir Cuma namazı görüntüsü, bu görüntü tehlikelerden biri mesela. Televizyonlarda sayıları artan iftar ve sahur programları da bu tehlikenin yansımalarından. Acaba giderek dindarlaşıyor muyuz? soruları zihinlerini yoklamaya başlıyor gazetecilerin. Ama asıl soru sorulmuyor hiçbir zaman: Yeni bir durumla mı karşı karşıyayız, yoksa zaten var olanlar görüntüye mi çıkıyor? sorusu akla gelmiyor.
The Imam filmi imamı kötüleseydi, bu kadar popüler olmayacaktı. Çünkü gerçeği yansıtan bir film olmayacaktı. Eşkıyasıyla, imamıyla, avukatıyla, doktoruyla, gerçek tema ne ise onun aktarılması gerekiyor. Eskiden bu temayı aktarmaktan çekiniyordu sinemacılarımız. Çünkü o temayı aktarınca, mesela müspet bir hoca teması gösterince dini benimsemiş oluruz gibi bir korku yaşıyorlardı.
Müslüman bir ülkedeyiz. Milyonlarca insan namaz kılıyor, bakkala girerken selâmünaleyküm diyor. Ancak sanatta, sinemada, edebiyatta dine dair temalar sanki bir marjinallik gibi aktarılıyor. Günde beş vakit ezan okunan bu memlekette çekilen filmlerde ezan sesi duyamıyoruz, namaz kılan bir karakter ya gösterilmiyor ya da marjinal birisiymiş gibi resmediliyor; keza başı örtülü bir başkarakterin olduğu meşhur bir romanımız yok gibi.
Entellerle halk arasındaki en temel mesele, din konusunda ayrışmalarıdır. Çünkü entel, dinin kültürü besleyen en önemli unsur olduğunu kabullenmez. Avam olarak gördüğü insanların, dinî kültürle bezenmiş olmasını içine sindiremez.
Kendisine selâm veren kişi, belki dinle hiç alâkası olmayan, ama kültürel olarak bu selâmlama şekline alışmış Kırşehirli, Erzurumlu bir sosyalist olabilir. Belki inan konusunda, Nişantaşı’ndaki, Harbiye’deki entelle aynı şeyi düşünüyordur. Bu kişi belki kendisi dini bir söylem kullandığının farkında değildir. Bu selâmlama Anadolu’ya ait bir alışkanlıktır belki. Ama o entel, bu hitabı aşağılayıcı bir şey olarak görür.
Bir Cezayirli sosyalist olabilir, komünist olabilir, din karşıtı propaganda yapılabilir. Ama selâmünaleyküm denildiği zaman, aleykümselâm der. Kendisi de insanlarla karşılaştığı zaman selâm verin. Ama bir düşünün, Nişantaşı’nda, Harbiye’de bir entele selâmünaleyküm deseniz ne olur? Size garip garip bakar. Bana niye böyle selâm veriyor? diye düşünür. Bu tepkisinin iki nedeni vardır. Birincisi, dinî referans içeren bir hitap şeklinden hazzetmez. İkincisi, selâmünaleyküm demeyi alt kültüre ait bir şey olarak görür. Selâmünaleyküm hitabı ona sınıfsal farkı hatırlatır.
Şimdi, aynı cenaze ortamını sağ cenah için düşünün. Sağ kesimde böyle bir tablo ile karşılaşmazsınız. Sağ cenahın enteli, o cenazenin sahipleriyle veya sıradan vatandaşla belki aynı kahvede oturmaz, aynı müziği dinlemez, ama buluştukları bir ortak nokta vardır. Sağ cenahın enteli, belki normalde namaz kılmaz, ama gelip orada cenaze namazını kılar, tabutun nasıl tutulacağını bilir. Halkın kültürüne yabancı değildir.
Psikiyatr Cem Mumcu’nun verdiği örneği burada kullanabiliriz. Diyor ki, Türk entelleri cenazelerini nasıl gömeceklerini, cenaze törenlerini nasıl yapacaklarını bilmezler. Ölüleri olduğu zaman camiye giderler, orada halk olmazsa cenazeleri ortada kalır. Tabutu nasıl taşıyacaklarını bilmezler. Burada entelden kasıt, din olayına yabancılaşmış, özellikle sol cenahta yer alan, sosyalist söylemden beslenen ve toplumun dinî kimliği ile kendilerini hiçbir şekilde özdeşleştirmeyen tiplerdir.
Türkiye’de sol entellerle sol kitleler arasında kültürel anlamda derin farklılıklar var. Birinci kesimi oluşturanlar, Nişantaşı’ndan, Moda’dan kişiler. Bunların dinî kültürle bağları yok. Ama öbür tarafta, Kırşehir’in bir köyünde, din ile iç içe yaşayan, belki namazı abdesti olan, ama aynı zamanda sol söylemi benimseyen insanlar var. Bu iki tarafa baktığımız zaman, aralarında ideolojik bir birleşme var. Fakat bunun dışında aralarında sosyo-kültürel anlamda hiçbir uyuşma yok.
Solcu olmak, genelde Tanrı inancı olmayan, metafizik âlemi kabul etmeyen bir söylemi benimsemek demektir. Bunun nedenlerinden biri de Marx, Lenin ve Mao gibi büyük sol isimlerin dinden uzak kişiler olmasıdır. Diğer uçta ise, genellikle işçi sınıfının oluşturduğu kitle vardır ki, bunlar din açısından diğerlerinden farklıdır. Din ile bağlantılıdırlar. Dine kültürel yabancılık hissetmezler. Birinci gruptakiler bunları dinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Bunu bazı ülkelerde devlet eliyle sistematik bir şekilde yaptılar ve belli bir dönem başarılı oldular. Ama sonuçta kaybettiler. Sovyetlerin çöküşünden sonra Demir Perde ülkelerinde dinin yükselişi bunun en canlığı örneği oldu.
Entel denilince yıllar boyu hep sol ideolojidekiler akla geldi. Sol, topluma yayılamadığı için de, toplumdan kopuk insanlar anlamında kullanıldı. Türkiye’de, belki de tüm dünyada, sol dediğimiz zaman iki uç vardır: İlkinde, ideolojik bir yapı söz konusudur. Sosyalizm kendini din üzerine söyledikleriyle tanıtır. Dine negatif bakar.
Ancak insanlar bilinmedik alanla ilgili bir şeyler türetip kendilerince belirlemede bulunuyorlar. Çünkü insanoğlu gerçeğin belirsiz olduğu hallerde bir yere tutunmak ister. Bu amaçla da kendince bir gerçeklik yaratır. Eğer bu konuda kendisini ilişkilendirebileceği bir grup varsa, gerçekliği başkalarıyla beraber oluşturur. Bu durum, belirsizlikten kurtulma ve kesin bir şeye inanma arzusunun sonucudur. Din işte bu noktada devreye girer; insanlara, onların inanacağı kesin bilgiler sunar.
Astroloji, insanların kişilik özellikleri ile doğdukları gün ve saat arasında bir bağlantı olduğunu, güneş, dünya ve gezegenlerin konumlarının burçları etkilediğini iddia eder. Peki, bu iddia doğru mudur? Saskatchewan Üniversitesi’nde (Kanada) gerçekleştirilen kapsamlı bir araştırmaya göre bu sorunun cevabı Hayır! . Bu araştırmaya, 1958 yılında aynı gün birkaç dakika ara ile doğan 2000 kişiyi uzun yıllar gözlem altına almış ve bunların kişilik gelişimlerini, karakter oluşumlarını incelemiş. Bu arada 700 astrolog, söz konusu 2000 kişi arasından rastgele seçilen deneklerin kişilik profillerine bakarak doğum haritalarını çıkarmış. Sonuçlar karşılaştırıldığında, astrologların tahminlerinin başarısız olduğu görülmüş. Kısacası, bu araştırmaya göre kişilik özellikleri ile doğum günü arasında bir bağlantı olduğu, güneş, dünya ve gezegenlerin konumlarının burçları etkilediği inancı bir efsaneden ibaret.
Bugün Batılıların %52’si astrolojiyi bir bilim olarak kabul ediyor. 70 milyon Amerikalı güne yıldız fallarını okuyarak başlıyor. İnternette 3 milyondan fazla astroloji sitesi var ve bunları yılda yaklaşık 120 milyon kişi ziyaret ediyor. Türkiye’de de benzerî eğilimler hızla yaygınlaşıyor. Yıldız haritasına inananların sayısı giderek artıyor. Kişilik analizi çıkarmadan kimseyle kahve içmeye gitmem! diyecek kadar bu inanışları ciddiye alanlar var ülkemizde.
Galatasaray şampiyon olmuştu. Cim-Bomlu bir arkadaşıma hediye almak için Galatasaray Store’daydım. Biraz yorgun, biraz dalgındım. Bir rafın önüne gelince dalgınlığım şaşkınlığa dönüştü. Karşımda tuğlalar vardı. Ali Sami Yen Stadı’nın tribünlerinden sökülen tuğlalardı bunlar. Şaşkındım, çünkü ummadığım bir kutsallaştırmayla karşılaşmıştım bu modern dükkânda. Ben de Galatasaraylı’ydım. Ali Sami Yen Stadı’nın tribünlerini ben de defalarca ziyaret etmiştim. Belki bu tuğlalarda benim de ayak izlerim vardı. Ama o tuğlalarla bir gün Capitol Alışveriş Merkezi’nde, modern dizaynlı Galatasaray Store’da kutsal bir meta olarak karşılaşacağımı hayal bile edemezdim. Ama modern dünyanın belki de en popüler kültür fenomeni olan futbol, kendi kutsalını doğurmuştu. Futbolun Kerbela Taşı karşımdaydı.
Birgit Schaebler’in 2004 yılında yayınladığı Küreselleşme ve İslam Dünyası başlıklı eserinin önsözünde yer verdiği şu gözlem bir yabancının görebildiği ama bizimkilerin hâlâ kabullenemediği değişimi çok net ortaya koyuyordu: İstanbul’da kadınların faaliyet gösterdiği bir dinî vakfa gidiyorsunuz. Bir odada kadınlar yoksullara yardım paketleri hazırlıyor, kadınlara yönelik umre seyahatleri planlıyorlar. Sanki erkek egemen kültüre karşı çıkıyorlar. Diğer odada ise kızları Kral Tv’de Madonna klibi seyrediyor. Bu gözlemi okuyunca çocukluk yıllarımda TRT’de çokça dinlediğim bir taşlamayı hatırladım. Şöyle diyordu 19. yüzyılda yaşayan Aşık Dertli, çaldığı saza din adına karşı çıkanlara: İstanbul’dan gelir teli, ardıç ağacından kolu, hey Allah’ın şaşkın kulu, şeytan bunun neresinde?
2 Şubat 2008 Cumartesi günü ise başörtüsü yasağının devamını isteyenlerin yürüyüşlerini seyrettim televizyonda. Çağdaşlık adına istedikleri bu yasağın Avrupa’nın hiçbir ülkesinde olmadığını bilip bilmediklerini düşündüm. 222A parolasıyla buluşmuşlardı başkentte: 2. ayın 2’sinde saat 2’de Ankara’da buluşalım demişlerdi. Menderes’i astırmak için de yine Ankara’da buluşmuşlardı 28 yıl önce. Parola 555K idi o zaman. 5.ayın 5’inde saat 5’te Kızılay’da demişlerdi. Ve o büyük bir vebal üstlenmişlerdi tarih önünde.
30 Ocak 2008 Çarşamba günü, üniversitede özgürlük adına internette başlatılan kampanyaya ben de imzamı koydum. Henrick’i tanıyan, Doğu’yu da Batı’yı da bilen birisi olarak
Görüntüye bakarak not vermeyen bir öğretim üyesi olarak
Skolastik Faşizm in ne olduğunu bilerek Bir ân bile tereddüt etmedim o imza için.
Görüntüye bakarak not vermeyen bir öğretim üyesi olarak
Skolastik Faşizm in ne olduğunu bilerek Bir ân bile tereddüt etmedim o imza için.
Günler geçti ve başörtüsü yasağı uygulandı İlâhiyat Fakültesi’nde. Ama zamanla çeşitli formüller ortaya çıktı. Kız öğrenciler başörtülerinin üzerine şapka giyerek girmeye başladılar derslere. Biz görüntüye çabuk alıştık, ama durumun traji-komik olduğunu da hatırladık zaman zaman. Kampüsün yeşermeye başladığı bir bahar günüydü. Banklarda oturan birkaç kız öğrenci Hocam ne olur bize yardım et! diyerek bana doğru geldiler. Hayırdır inşallah dedim. Yanlarındaki delikanlıyı işaret ederek devam etti birisi: Bu arkadaş İsveç’ten gelmiş, bizimle mülakat yapmak istiyor, İngilizce konuşuyor, sorularını anlıyoruz ama cevap veremiyoruz . Peki dedim ve çevirmenlik yapmaya başladım. Henrick isimli bu delikanlı Uppsala Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptığını ve İslami moda üzerine tez hazırladığını söyledi. İlginç soruları vardı. Kız öğrencilere başlarındaki şapkayı hangi moda esintisine uyarak taktıklarını sordu. Onlar da şapkanın sebeb-i hikmetinin moda değil, yasak olduğunu söylediler. Anlayamadım! dedi Henrick. Anlayamadım! Eğer başörtüsü yasaksa, örtünün üzerine bir daha örtünce nasıl yasak olmaktan çıkıyor? diye devam etti. Anlayamamıştı, çünkü bu komediyi anlaması için Türk olması lazımdı.
Üniversitemizin yakınındaki İran Havayolları bürosuna gitmiştim bu maksatla. Ama içeriye ilk defa girmiştim. Bir kadın memurla muhatap oldum. Tesettürlüydü, siyah bir başörtüsü takıyordu. Rezervasyonumu yaptırıp ayrıldım. Aradan birkaç gün geçmişti. Akşamüzeri mesai bitiminde yine aynı büronun önünden geçiyordum. İçeriden bir kadın çıktı; kapıyı kilitliyordu. Belli ki orada çalışanlardan birisiydi. Dikkatlice baktım. Birkaç gün önce büroda gördüğüm kadındı. Ama bu kez başörtüsü yoktu, üstelik dekolte bir giysi vardı üzerinde. Bir ân afalladım. Kontrpiyede kalmış kaleci gibi hissettim kendimi. Kadın, İran Havayolları’nın resmî ofisinde, yani kamusal alanda örtülü, sokakta açıktı. O günlerde Türkiye 28 Şubat sürecini yaşıyordu, üniversitelerde başörtüsü yasağı başlamıştı. Bir ân düşündüm İran’la aramızda ne fark var? diye: İran’ınki örtülü , bizimkisi örtüsüz laiklikti. Yok birbirimizden farkımız! dedim kendi kendime. Aynı şeyi tersinden yapıyorduk.
Doktora yapmak üzere Londra’ya gidiyordum. 1988 yılıydı. 12 Eylül çocuğuydum. İlk defa yurtdışına çıkıyordum. Seyahatim otobüsleydi. Tüm Avrupa’yı boylayan bu seyahatle başlamıştım farklılıklarla, ötekilerle tanışmaya. İşte Bulgaristan’daydım. Tarlalarda çalışan mini etekli kadınlar vardı yol kenarlarında. Günceme çoktan yazmıştım bizde mini etekli tarlaya inmez, tarlaya inen mini etek giymez diye
Dış dünyayı keşfettik ama iç dünyalarımızda kara delikler var. Her şeyi açıklayabileceğimizi düşündük, belki de açıkladık, ama her şeyi anlamlandıramadık.
İnsan olarak sorumlu bir varlık olduğumuzu, irade sahibi olduğumuzu, ama özgürlüklerimizin de bir sınır taşıdığını bilincimize yerleştirmeliyiz.
İnsanın ne olduğu değil, neye sahip olduğu önemli artık.
İradenizi kimseye teslim etmeyin. Allahın size verdiği akla ihanet etmeyin .
Türkiye’de entellerle halk arasındaki kopukluğun temel nedeni din ortak paydasında buluşamamaktır. Aralarında en büyük engel dine bakışlarıdır. Buluşmak, illa aynı ritüelleri gerçekleştirmek, aynı inançları paylaşmak anlamına gelmiyor. Fakat bir tarafta, dini uygulamaları yerine getirmeseler bile, dine saygı duyan bir kitle, diğer tarafta ise, dini küçümseyen, onu yok edilmesi gereken bir düşman gibi algılayan enteller var.
“ bizde mini etekli tarlaya inmez, tarlaya inen mini etek giymez”
İnsan toplumun çocuğudur.
İslam hiç kimse ile şereflenmez, ancak o kimse İslam’la şereflenir.
Politikaya karışmayan , emperyalist emellere karşı çıkmayan İslam, batıyı hiç bir zaman rahatsız etmez.
İnsan toplumun çocuğudur. 2-3 yaşlarındaki bir çocuk bile bunun farkındadır. Başkalarının huzurunda babasından tokat yiyen veya azar işiten bir çocuğun ilk yaptığı şey orada bulunan kişilere bakmak, onların tepkisini ölçmektir. Kişi için başkalarının onu nasıl gördüğü, yani kendisine verilen değer çok önemlidir. İnsanı hayata bağlayan, onu kah neşelendiren kah üzen en mühim şeydir bu duygu.
Prof. Dr. Ali Köse
Prof. Dr. Ali Köse