İçeriğe geç

El-Munkız Mine’d-Dalal Dalaletten Hidayete Kitap Alıntıları – İmam Gazali

İmam Gazali kitaplarından El-Munkız Mine’d-Dalal Dalaletten Hidayete kitap alıntıları sizlerle…

El-Munkız Mine’d-Dalal Dalaletten Hidayete Kitap Alıntıları

&“&”

“Mü’minin ferasetinden korkunuz . Çünkü o Allah’ın c,c Nuru ile bakar.”
•Kulun hidâyete ermesinini en önemli işareti hiç şüphesiz tevbedir. Bu Allah’ın kulunu doğru yola hidâyet etmesiyle
gerçekleşir. Tevbenin üç şartı vardır. Pişmanlık, günahtan vazgeçmek ve günahından dolayı Allah’tan af dilemektir.
Bir kitâbullâh-ı a ’zâmdır serâ-ser kâinât
Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar
Muallim Nâcî

[Kâinât baştan başa Allah’ın büyük bir kitabıdır,; Kişi bu kitabın hangi harfine baksa onun Hakk’ın kaleminden meydana geldiğini anlayacaktır.]

Bir alimin en aşağı derecesi koyu cahil halktan farklı olmaktır. Baldan, -hacamat şişesinde görse bile- tiksinmez. Düşünür ki şişe balın kendisini bozmaz. Nefsin ondan iğrenmesi bilgisizlik ve cehaletten ileri geliyor. Esasen şişe pis kan için yapılmıştır. Cahil zanneder ki kan şişede olduğu için pis olmuştur. Bilmiyor ki kan kendisinde mevcut bir sıfattan dolayı pistir. Balda bu sıfat olmayınca mücerret o şişede olması ona o hali vermez ve pis olmasına sebep olmaz. Bu, batıl bir vehimdir, halkın birçoğuna galip gelmiştir. Bir sözü onların büyük tanıdığı bir adama isnat etsen batıl dahi olsa hemen kabul ederler. Fena, değersiz bildikleri bir kimseye isnat etsen doğru da olsa reddederler. Daima hakkı adamla ölçerler. Adamı haktan tanımazlar. Bu, çok büyük bir dalalettir.
Bazen bir at evvelce geçen bir atın izine basar." atasözünde anlatıldığı veçhile bizim hatırımıza gelmiş olan bir şey önce başkasının da hatırına gelmiş olabilir.
Hayatıma yemin ederim ki insanların çoğu hakkı batıldan, doğru yolu eğri yoldan ayırt etmek hususunda kendilerini maharetli ve çok akıllı sanırlar. Bu sebeple mümkün olduğu kadar hepsini, sapıtmış olanların kitaplarını okumaktan men etmek, kapıyı kapamak vacip olmuştur.
1- İnsan öldükten sonra cesedi tekrar dirilmez. Sevap ve azap gören ruhlardır. Azaplar ruhanidir, cismani değildir. Ruhun azap duyacağını kabul etmelerinde isabet etmişlerdir. Ruh azabı duyacaktır. Ancak cesedin dirilmesini inkar etmelerinde hata etmişlerdir. Ve bu iddia ile şeriat nazarında küfür irtikap etmiş sayılırlar.
2- "Cenab-ı Hak külliyatı bilir, cüziyatı bilmez." Bu söz de şeriat nazarında açık bir küfürdür. Kuran-ı Kerim’de şöyle denilmiştir: "Yerde ve gökte bir zerre miktarı dahi Allah’ın ilminden hariç kalmaz." Hakikat budur.
3- Filozoflar alemin kadim ve ezeli olduğuna inanmışlardır. Müslümanlardan hiçbir kimse bu meseleleri bu tarzda kabul etmemişlerdir.
Gazali felsefi ilimlerden Riyaziye(matematik) ilminin hesap, aritmetik, geometri ve astronomi ilimlerinden ibaret görüyor. Bu ilimlerde dine pozitif veya negatif bir etki olmadığını söylüyor ancak bunların iki tehlikesi olduğundan bahsediyor: Birinci tehlike; bu ilimlerle uğraşanlar genelde filozof oldukları için ve filozoflar da genellikle dinsiz oldukları için normal bir insanın bu kadar ilimle uğraşanlar yanılıyor olamaz diye düşünerek filozoflara özenip dinsiz olması tehlikesidir. Gazali eskilerin riyaziyeyeye dair sözlerinin kesin delillere dayanmakla birlikte ilahiyatta tahmine dayalı olduğunu söylüyor. Riyaziye ilmiyle fazla uğraşanların dinsiz olması tehlikesi bulunduğunu söyleyerek bu ilimle fazla meşguliyetin engellenmesi gerektiğini söylüyor. İkinci tehlike ise filozoflara dair bütün ilimleri reddetme eğilimindeki cahil müslümanların bu ilimle meşguliyeti tamamen yasaklama tehlikesidir. Bunu gören filozoflar İslamın böyle kesin delillere dayalı bir ilmi reddeden batıl bir din olduğu düşüncesine kapılırlar. Gazali buna da şiddetle karşı çıkıyor.
1-Dehriler(Ateistler): Tanrıyı kabul etmedikleri için zındıktırlar.
2-Tabiatçılar: Tabiat nesnelerini inceleyerek bunlardaki düzenden bir yaratıcının varlığını kabul etmiş ancak ölümden sonra yaşama inanmamışlardır. Zındıktırlar.
3-İlahiyatçılar: Sokrates, Platon ve Aristoteles. Bunlar yukarıdaki iki grubu reddettiler. Aristo da Sokrates ve Platon’u reddetti ancak küfür ve bidat sayılan bazı fikirlerini kabul etti. Bu yüzden onlara uyan Farabi ve İbn Sina gibi İslam filozoflarını tekfir etmek vacip oldu. Şunu da ilave edelim ki hiçbir Müslüman filozof İbn Sina ve Farabi kadar Aristo’nun ilmini bize layıkıyla nakletmeye muvaffak olamamıştır.
Anladım ki bir mezhebi iyice anlamadan, özüne vakıf olmadan reddetmek karanlığa taş atmak gibidir. Bu sebeple felsefe tahsiline ciddiyetle sarıldım. Bu hususta yazılmış kitapları bir üstaddan yardım görmeye muhtaç olmadan mütalaaya koyuldum. Dini ilimlerin tedris ve tasnifinden boş kaldığım saatlerde buna çalıştım. O sıralarda Bağdat’ta üç yüz talebeye ders veriyordum. Cenab-ı Hak, boş zamanlarımdaki bu mütalaalarla iki seneden az bir vakitte beni bu ilmin en son haddine muttali kıldı.
Gazali hissiyat ve zaruriyata dair bilgilerden, yani beş duyu organı ile elde ettiğimiz ve bütün parçadan büyüktür gibi zorunlu bilgilerin gerçekliğinden şüpheye düştükten sonra bu şüpheden nasıl kurtulduğunu şöyle açıklıyor:
Nihayet Cenab-ı Hak beni o hastalıktan kurtardı. Nefsim sıhhat ve itidale döndü. "Zaruriyat" dediğimiz bilgilerin kabule şayan, güvenilir olduğuna emin oldum. Bu seziş ve bu safsatadan kurtuluş bir delil veya bir istidlal tertibi ile değil, ancak Allah’ın kalbime ilka ettiği bir nur ile olmuştur."
Yani Gazali bu tür şüphelerden Allah’ın yardımıyla kurtulduğunu söylüyor. Benim kendi düşünceme göre bu çok samimi bir tutum değil. Çünkü Allah’ın bizi şüphelerden kurtarması için gereken şartlar nelerdir ve herkesin Allah’ın güya kalbe attığı bir nurla felsefi sorgulamalardan kurtulmasına imkanı var mıdır? Hakikat araştırmasında güya kendisine imtiyaz tanındığını söyleyerek kendi akli çabasıyla hakikate ulaşmaya çalışanları dalalette görmek ahlaklı mıdır? Descartes de Gazali ile benzer şüpheleri yaşamıştı. Ancak o düşünen benliğinin varlığından şüphe duyamayacağı sonucuna ulaşıp "Düşünüyorum, o halde varım." diyerek en azından hakikate dair bir dayanak elde etmişti. Bu yüzden Descartes’i daha samimi bulurum.
Not: Kitaptan alıntıladığım kısım tırnak içinde. Geri kalanlar benim düşüncem.
İlm-i yakîn öyle bir bilgidir ki, onunla bilinen şeyler asla şek ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açıkça anlaşılır. Böyle olan ilim, vehim ve yanılmaktan tamamen uzaktır. Kalben de bunun yanıldığına imkan ve ihtimal verilmez. Bilakis bu ilm-i yakîn hata ve zühulden o derece emin ve salim olmalıdır ki, bir insan çıkıp da bu ilmin batıl olduğu iddiasında bulunsa ve bunu ispat için de bir taşı altına, bastonu ejderhaya çevirse bu keyfiyet o bilgi sahibini asla şek ve şüpheye düşürmez. Çünkü ben on sayısının üçten daha büyük olduğunu bildiğim halde, bana birisi, Hayır, üç ondan daha büyüktür." dese ve delil olmak üzere "Ben şu gördüğünüz değneği ejderhaya çevireceğim." dese ve dediğini yapsa, ben de bunu gözümle görsem, bu benim bilgimde hiçbir şek ve şüphe meydana getirmez. Yalnız bu adam bunu nasıl yaptı diye hayrette kalırım. İlm-i yakîn derecesinde bilmediğim malumat, itimada şayan bilgi değildir. Kendisinde şek ve şüphe bulunab bir ilim, ilm-i yakîn olamaz.
Görmez misin ki, uykuda iken, rü’yâda ba’zı şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayâl ediyorsun. Onların hakîkat olduğunu kabûl ediyorsun. Uykuda iken, rü’yâda gördüklerin hakkında bir şübheye düşmüyorsun. Fakat uyanınca, rü’yâda inandığın şeylerin hiçbirinin aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp, inandığın bilgilerin, sâdece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş olmadığını nereden biliyorsun…
Allah’ı tanımamak öldürücü bir zehir, nefsin arzularına uyarak O’na isyan etmekse kişiyi hasta yapan bir illettir.
Yolculuk var! Ömürden geriye çok az şey kaldı. Eğer ahiret için şimdi hazırlanmazsan, ne zaman hazırlanacaksın? Eğer bağlarından şimdi kurtulmazsan, ne zaman kurtulacaksın?
Doktorlar tedavimden ümidini kesmişler şöyle demişlerdi: Bu hastalık önce kalpte başlamış oradan da mizaca sıçramıştır. Hastada Derin üzüntü hali ortadan kalkmadıkça hastalığının tedavisi mümkün değildir."
Akıl zayıf kimseler gerçeğe göre değerlendirecekleri yerde gerçeği insanlara göre değerlendirip belirlerler.
O’na isyanda Allah’ın ihsan ettiği nimetleri kullanmanne büyük bir nankörlüktür! Allah’ın verdiği emanete hiyanetin ne büyük bir azgınlıktır. Azaların senin idaren altındadır. Onları nasıl yönlendirdiğine dikkat et!..
11.NAMAZ ADABI
…Şeytandan korunmak için Nâs Sûresi’ni oku.Kalbini kılacağın namaza hazırlayarak dünyevî kaygılardan arındır.Kimin huzurunda durduğunu ve kime yalvaracağını bir düşün.Gâfil bir kalple, dünya kuruntuları ve şehvet pislikleriyle dolu bir göğüsle Rabbine yalvarmaktan hayâ et.Unutma ki Allah Teâlâ sırlarını,gizli düşüncelerini bilmekte ve kalbine nazar etmektedir.Allah namazını husûun, huzûun, tevâzuun ve tazarrûun ölçüsünde kabul eder…
Yemin ederim ki, insanların çoğu hakkı bâtıldan ve hidayeti dalâletten ayırma konusunda kendilerini yetenekli, uzman, yetkin akıl sahibi ve donanımlı zannettiklerinden dolayı dalalet ehlinin kitaplarını okuyup incelemekten mümkün mertebe hepsini menetmek için bu kapının tamamen kapatılması gerekir. Çünkü her ne kadar burada zikrettiğimiz tehlikeden kendilerini korusalar bile biraz sonra açıklayacağımız ikinci tehlikeden kurtulmaları mümkün değildir.
Akıllı kimse ise akıllıların efendisi olan Hz. Ali’nin (radiyallahu anh) “Doğruyu kişilere göre değerlendirme. Aksine doğruyu bilirsen ehlini de tanırsın sözüne uyar. Akıllı kişi önce doğruyu bilir, sonra sözün kendisine bakar. Eğer bu söz doğru ise, söyleyen kişinin görüşleri yanlış da olsa doğru da olsa kabul eder. Hatta doğruyu, dalâlet ehlinin sözleri arasından ayırmaya gayret eder ve bilir ki altının madeni topraktır. Sarraf kendi hünerine güvendiği sürece elini kalpazanın kesesine daldırmaktan ve saf altını sahtesinden ayırmaktan çekinmez. Kalpazanla alışverişten tecrübeli sarraf değil köylü menedilir. Deniz kıyısında dolaşmak usta yüzücü- lere değil yüzme bilmeyenlere yasaklanır. Yılana dokunmaktan usta yılan terbiyecisi değil çocuklar alıkonulur.
Metafizikçilerin hepsi ilk iki sınıfı oluşturan materyalist ve tabiatçıları reddettiler ve başkalarına gerek kalmayacak şekilde rezilliklerini ortaya çıkardılar. Bunların birbirleriyle savaşmaları, Allah savaşta müminlere yeter" [âyetinde belirtildiği üzere müminlerin onları reddetmelerine gerek bırakmamıştır.] Sonra Aristoteles Eflâtun, Sokrat ve onlardan önceki metafizikçileri ayırım gözetmeksizin reddetmiş ve tümünden uzaklaşmıştır.

Ancak onların küfür ve bidat rezilliklerinden kurtulmayı başaramadığı birtakım izler kendisinde kalmıştır. Dolayısıyla metafizikçileri ve bunların ardından giden İbn Sinâ, Fârâbi ve benzerleri gibi İslâm filozoflarni kâfir saymak gerekir. Bununla birlikte hiçbir İslâm filozofu bu iki kişinin yaptığı gibi Aristoteles’in ilmini aktaramamıştır.

İkinci grubu oluşturan tabiatçılar tabiat âlemini, hayvan ve bitkilerin ilginç yönlerini çokça araştıran kimselerdir. Yine bunlar hayvanların organlarını anatomik olarak derinlemesine incelemişler ve onlarda Allah’ın yaratıcılığının hayret verici yönlerini ve eşsiz hikmetlerini görerek her şeyin gaye ve maksadını bilen, hikmet sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını itiraf etmek zorunda kalmışlardır.
Anatomiyi bilen ve organların ilginç faydalarından haberdar olan kimsede hayvanın, özellikle de insanın yapısını mükemmel bir şekilde tasarlayan yaratıcı hakkında zorunlu bir bilgi meydana gelir.
Kelám ilmini bitirdikten sonra felsefeye başladım. Kesin olarak anladım ki, bir kimse herhangi bir ilmin yanlışığını, o ilmi son noktasina kadar kavramadıkça bilemez. Hatta bu ilmin özünü en iyi bilenin düzeyine gelip sonra onu aşmalı ve derecesini geçmelidir. Böylece o ilimde otorite sayılan kişinin farkına varmadığı derinliğin ve tehlikenin farkına varır. İşte o vakit bir şeyin yanlışlığıyla ilgili iddiası gerçekçi olur.
Eğer bir kimse keşfin sadece kitaplarda yazılı delillere bağlı olduğunu zannederse Allah’ın geniş rahmetini daraltmış olur. Hz. Peygambere (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar" âyetindeki "açma (şerh)" kelimesinin manası sorulduğunda: “O, Allah’ın kalbe bıraktığı bir nurdur" diye cevap vermişti. "Bunun belirtisi nedir?" denildiğinde ise "Aldanma yurdu olan dünya- dan sakınıp ebediyet yurduna, âhirete yönelmektir" demişti. Yine Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah mahlûkatı karanlıkta yarattı, sonra üzerlerine kendi nurundan serpti." İşte keşf bu nurdan istenmelidir. Bazı zamanlarda bu nur ilâhî cömertlikten dolayı taşıp akar. Böyle zamanları gözetlemek gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (sallallàhu aleyhi ve sellem) "Hayatınızın bazı günlerinde Rabbiniz’in kerem meltemleri eser. Dikkat edin ve bu lütuftan yararlanmaya bakın" demiştir.
Ben kesin olarak şunu öğrendim, tarikat veya tasavvuf erbabı hâl ehlidirler, kal ehli değil. Onlar bizzat olayı yaşayanlar olup, işin gevezeliğinde olanlar değillerdir.
İlmi ile amel etmeyen alim; başkalarını giydirdiği halde kendisi çıplak olan iğne gibidir.
Uzun mesafelere ulaşmak, yakın mesafeleri aşmakla mümkündür.
Allah Resûlü’ne (sav), Allah her kimi doğruya erdirmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar." ayet-i kerimesinde geçen "gönlü açmak" sözünün anlamı sorulunca, "O, Allah’ın kalbe bıraktığı bir nurdur." buyurmuştur. Kendisine: "Bu nurun alameti nedir?" diye sorulunca da "Aldatıcı dünya yurduna ilgi göstermeyip, ebediyet yurdu olan ahirete yönelmektir." buyurmuştur.
Hemen inkâr etmek, zayıf akıllıların yapageldikleri işlerdir. Aklı zayıf kimseler insanları gerçeğe göre değerlendirecekleri yerde gerçeği insanlara göre değerlendirip belirlerler.
“Allahım! Bizi bu dünyanın karanlıklarında dalâlete uğramışlar arasında bırakma, nûrunla doğru yola hidâyet et.”
Her gün ömürleri azalırken mallarının çoğalmasına sevinerek aldanan ahmaklar gibi olma.
Olan olmuştur, yoktur hatırladığım bir şey
Sen, söylenenleri hayra yor. Sorma başka şey’
İbn el Mu’tezz’e
Şuur yoksunu bir toplumu cihada davet etmek kabirlerdeki ölüleri davet etmek gibidir."
Aslında sarhos, sarhoşluğun tanımını ve sarhoşluğun ne olduğunu bilmez, bu konuda hiçbir bilgiye sahip değildir ama sarhoştur. Tabib ise sarhoşluğun tanımını ve özelliklerini bilir fakat bu bilgisi onu sarhoş yapmaz. Yine hasta olan bir tabib sağlığın tarifini, sebeplerini ve ilaçlarını bilmesine rağmen sağlığını kaybedebilir, bu bilgisi onu hasta olmaktan kurtarmaz. Aynı şekilde zühdün hakikatini, şartlarını ve sebeplerini bilmenle, zühdü yaşaman ve nefsini dünyadan uzaklaştırman arasında fark vardır.
Hak olanı inkar etmek zayıf akıllı kimselerin tuttuğu yoldur. Bunlar doğruyu kişilerle tanırlar, kişileri doğruyla değil.
“Allah, kimi hidayete erdirmek isterse onun gönlünü İslâm’a açar

mealindeki âyet-i kerimede geçen "gönlünü açmak" ifadesinin mânası Resûl-i Ekrem’e (s.a.v) sorulmuş, Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

"O, Allah Teâlâ’nın kalbe akıtmış olduğu bir nurdur."

Sahâbe-i kiram, "Peki bunun alâmeti nedir?" diye sordular. Buyurdular ki:

"Aldanma yurdundan (dünyadan) sakınarak ebediyet yurduna (âhirete) yönelmektir."

—En’âm 6/125.
—Hâkim, el-Müstedrek, 4/311; Beyhakî, ez-Zühd, nr. 974; Sü-yûtî, ed-Dürrü’lMensûr, 7/219.

Bir kişinin hidâyete ermesine vesile olmak büyük bir servete kavuşmaktan daha hayırlıdır.” (Müslim, İlim, 11)
İlmin ve sâlih amelin artmasından başka bir şeye sevinme. Çün­kü bu ikisi can dostundur. Hanımın, malın, çocuğun ve arkadaşların, kabirde seni terkettikleri zaman, ilim ve sâlih amel sana yoldaşlık ederler.
Rabbim! Benim senin hakkında olan hayretimi artır."
Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerine, halkı doğru yola iletmek için gösterdiği ihtimama dair gelen haberlere, her türlü incelik ve yumuşaklıkla insanları güzel ahlaka ve aralarındaki dargınlığı gidermeye, kısacası din ve dünyalarına fayda sağlayan şeylere yönlendirirken gösterdiği nezakete bakan kimse, Peygamberimizin ümmetine karşı şefkatinin, bir babanın çocuğuna karşı gösterdiği şefkatten kat kat üstün olduğu bilgisine zorunlu olarak ulaşır.

Yine Peygamberimizden zâhir olan harikulâde hâllere, Kur’an-ı Kerim ve hadislerde onun tarafından bildirilen gayba dair olağanüstü hususlara ve âhir zamanla ilgili verdiği bilgilere -ki bunlar söylediği gibi çıkmıştır- bakan kimse, Peygamberimizin aklın ötesinde bir safhaya ulaştığını ve burada onun için bir gözün açıldığını zorunlu bir bilgiyle bilir. Bu gözle gayba ait bilgiler, eşyanın özellikleri ve akılla anlaşılamayan işler kendisine ayan beyan olmuştur.

İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar"
Imam Gazzali’nin aradığı şey iman ve ilimden sonra amel ve ahlaki yetkinleşmeyle Allah’a yönelerek kemâle ermekti. Kendini bilmekten, Allah’ı tanımaya uzanan bu yolculukta hakikate sûfîlerin yoluyla ulaştı; onların hâllerini edindi, yaşadıkları deneyimleri tecrübe etti.
Yüzmeyi iyi bilmeyenleri deniz kenarında dolaşmaktan menetmek lazım geldiği gibi halka da yanlış fikirlerle dolu bu gibi kitapları okutmamalıdır.
İslam felsefecilerinden İbn Sinay’ı, Farabi’yi ve onlara uyanları tekfir etmek vacip oldu.
Beni tatmin etmeyen ilmi kelamın başkalarını da tatmin edemeyeceğini iddia edemem.

Zira ilaçlar hastalıklara göre değişir. Nice ilaçlar vardır ki bazı hastalıklara faide bazılarına zarar verir.
Allah’ı bilmemek helak edici bir zehirdir. Nefsin arzularına uyarak Allah’a isyan etmek o zehrin verdiği bir hastalıktır. Allah’ı tanımak onun diriltici panzehiridir. Nefsin arzularına muhalefet ederek Allah’a taat ve ibadette bulunmak, şifa verici bir ilaçtır.
Akıllı kişi önce hakkı tanır, sonra söylenen söze bakar; söylenen söz hakka uygun ise onu kabul eder. Hak sözü söyleyen kişinin, hak veya bâtıl yanlısı olması onun yanında eşittir, eşit olmalıdır.
Sadece kulaktan duyma bilgilerin peşinde gitmiş, hiç bir delile dayanmaksızın doğru yoldan sapmış nice insan gördüm .
Şunu kesin olarak anladım ki, bir ilme en derin meselelerine kadar vakıf olmayan kimse o ilimdeki bozukluğu fark edemez.
Seni anlama ve kabul etme emareleri görmeden tanıdıklarına öğüt verme.
Dilini koruman gereken her husustan kalemini de koru.
Gerek sana gerekse diğer yaratılmışlara en fazla zararı dokunan organın dildir.
Şeytandan emniyette olduğun zannına kapılıp gururlanmaktan sakın! Sonra şeytanın oyuncağı olursun. O seni helak eder ve ardından seninle alay eder.
İlmin meyvesi onunla amel etmektir.
insanların kişilikleri, duyduklarından ziyade, gördükleri ile amel etmeye daha yatkındır.
Mutasavvıfların görünen ve görünmeyen bütün hâl ve hareketleri peygamberlik kandilinin ışığından beslenmektedir. Yeryüzünde, aydınlanmak için peygamberlik ışığından daha ileri bir ışık yoktur!
“ Hakkı adamla bilemezsin; önce hakkı tanı, o münasebetle ehlini de tanırsın. “

Hz.Ali(ra)

Tip bilimine inanan birçok insan, doktorun kendilerine yasaklamasına rağmen meyve yemekten ve soğuk su içmekten kendilerini alamazlar. Ancak onların yasağı çiğnemeleri yasaklanan şeylerin, kendilerine zararlı olmadığını veya Tip bilimine inanmanın yanlış olduğunu göstermez. İşte âlimlerin hata ve günahları da bu şekilde yorumlanabilir.”
İnsanlar, hakkında iyi düşünceler besledikleri bir kişiye, bâtıl olsa bile her ne söz ve düşünce nispet edersen et, onu hemen kabul ederler. Oysa hakkında iyi düşünmedikleri bir kişiye isnat edersen, gerçek bile olsa onu reddederler. Gerçeği mutlaka insanına göre bilirler. İnsanları gerçeğe göre bilmezler."
Uykuda iken rüyada gördüklerinden hiçbir kuşku duymuyorsun. Sonra uyanıyorsun ve bu görüntülerin ve inandıklarının hiçbir aslının olmadığını anlıyorsun. Buna göre uyanık iken duyu ve akıl ile inandıklarının tamamının gerçekten içinde bulunduğun hâle ait olduğundan nasıl emin olabilirsin? Oysa şimdiki uyanıklık halinin, uyanıklık haline göre uyku hali olduğu herhangi bir durumun meydana gelmesi mümkündür."
Deniz sahilinde dolaşmanın usta yüzücüler için bir sakıncası yoktur.
Bu ilimle çok meşgul olup da dinden çıkmayan, takva gemini nefis atının başından sıyırıp atmayan pek azdır.
Gazali’nin ders aldığı söz;

“Elinden kağıt parçaları alınınca cahil kalıyorsun. Bilgi böyle mi olur?

Felsefecilerin doğa bilimleri ve ilahiyat konularında kesin delil kabul ettikleri şeylerin çoğu bu türdendir! Çünkü onlar varlıkları, sadece duyularıyla algılamakta ve akıllarının alabildiği kadarıyla değerlendirmektedirler. Alıştıkları algı kalıplarına uymayan şeyleri imkânsiz kabul etmektedirler.
Gazali’nin ders aldığı söz;

“Elinden kağıt parçaları alınınca cahil kalıyorsun. Bilgi böyle mi olur?

Gençliğimden itibaren 50 yaşımı aştığım bu ana gelinceye kadar,bu engin denizlerin derinliklerine dalmaktan hiç geri durmadım. Coşkulu denizlere çekingen korkaklar gibi değil, cesur kimselerin dalışı gibi daldım, gördüğüm her meselenin üzerine atladım. Her zorluğun içine apansız girdi. Her fırkanın inanış ve fikirlerini inceliyor, her grubun tuttuğu yolun inceliklerini ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Araştırdığım fırkaların hak veya batıl, sünnete uygun veya bidat sahibi olmaları konusunda ayrım yapmıyordum. Bâtınîlik yolunu tutmuş her fırkanın, bu düşünceyle ne hedeflediklerini öğrenmeye çalıştım.

Zahirilik yolunu tutmuş olanların, bununla neler elde ettiklerini ortaya çıkarmaya gayret ettim. Felsefe yolunu tutmuş olanların, sahip oldukları felsefeyi bütün esaslarıyla öğrenmeye özen gösterdim. Hiçbir kelam alimini dışarıda bırakmadan kelamdaki yöntemini ve mücadelesini öğrenmeye çaba gösterdim. Bütün gücümle ne kadar sufi var ise onun sufiliğindeki sırları öğrenmeye, ne kadar abid var ise bu ibadetleriyle neler kazandığını araştırmaya çalıştım. Bütün zındıkların, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını kabul etmeyenlerin, bu inanışa veya inkarlarının arkasında yatan sebepleri titizlikle araştırdım. Her şeyin hakikatini öğrenmeye karşı duyduğum susamışlık; baştan ve gençliğimden beri tuttuğum yol ve benim bir hasletim olmuştur. Bu hasletler, Allah tarafından benim yaratılışıma ve hamuruma katılmış özelliklerdir; benim seçimim ve tercihim değildir. Bunun sonucunda çocukluğumun coşkulu çağlarından itibaren taklit bağlarından sıyrıldım ve büyüklerimizden miras kalan sırf taklide dayalı inanç esaslarından koptum. Çünkü Hristiyan çocuklarının hepsi bu din üzere yetiştiklerini, Yahudi çocuklarının sürekli bu dinin esaslarına göre büyüdüklerini, Müslüman çocuklarında istisnasız İslam dini üzere yetişmekte olduklarını görmekteydim.

Yaratılıştan gelen asli hakikati ve ana baba ile hocalar aracılığıyla kazanılan sonraki inanç esasları ve taklit unsurlarının hakikatini öğrenme konusunda içimde büyük bir istek oluştu. Taklit, başlangıçta birtakım telkinlere dayanmaktaydı. Bunların da hangilerinin hak ve batıl olduğun konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktaydı. Kendime şöyle dedim: Benim istediğim, her şeyin gerçek yüzünü öğrenmektir. Öyleyse önce bilginin gerçek yüzünün ne olduğunu öğrenmekle işe başlamam gerekir.

Eğer insanlar bilmiş olsalar, asıl hayat âhiret hayatıdır.
İnsan, beden ve kalpten yaratılmıştır. Kalpten maksadım, hem ölülerde hem de hayvanlarda ortak olarak bulunup kan ve etten meydana gelen organ değildir; Allah’ı tanımanın yeri olan ruhun hakikatidir.
Peygamberler kalp hastalıklarının doktorudur…
Artık açıkça anlamıştım ki âhiret saadeti ancak takva ile ve nefsi aşırı arzularından alıkoymakla umulabilirdi…
Ölüm insan için yeterli bir öğüttür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir