Sinan Meydan kitaplarından El- Cevap kitap alıntıları sizlerle…
El- Cevap Kitap Alıntıları
Yıllar önce Türkiye’ye gelen Filistin Müftüsü ezanın Arapça mı Türkçe mi okunacağı sorusuna,
”Siz birbirinizi hangi dilde çağırırsınız? ” demişti.
1921, 1924 Anayasalarının iki üç maddesini ezbere bilirdik de, 1924 Anayasası’nın 88. maddesini, oradaki ”din ” ve ”ırk ” farkı gözetilmeksizin bütün Türkiye halkına Türk denildiğini hiç duymamıştık. Yıllar sonra birileri Atatürk’e ”ırkçı ”, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine ”faşizan ” dediğinde bu iddialara yanıt veremeyelim diye bu gerçekleri saklamışlardı sanki bizden!
Menderes, her şeyden önce emperyalizmi dize getiren Atatürk’ün ”tam bağımsızlık ” politikasını tümden terk ederek Türkiye’yi ABD’ye ”tam bağımlı ” hale getirmiş ve laikliği hiçe sayarak dini siyasete alet etmiştir.
ABD çıkarları doğrultusunda ”kurgulanan ” bu yeni tarihte, Türklerin kültürleri ve uygarlıkları değil, ”savaşçılıkları ” ve ”dindarlıkları ” öne çıkarılmıştır. Bu yapılırken ister istemez Atatürk’ün Evrim Kuramı’na bile yer veren, her yönüyle bilimsel ve kültür-uygarlık eksenli tarih kitaplarının değiştirilmesi de kaçınılmaz olmuştur. 1950’lerden itibaren Türkiye’nin yeni tarih tezinin adı artık Türk Tarih Tezi değil, Türk İslam Sentezi’dir.
ABD’nin, Atatürk’ün yüzyılın başında emperyalizmi dize getirerek kurduğu tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti yerine ”Anadolu Birleşik Devletleri ” veya ”Yakındoğu Federasyonu ” adıyla bir ”hilafet devleti ” kurmayı planladığını anladığımızda, neden bizlere ”fetihçi-islamcı ” bir Osmanlı tarihi öğretildiğini de anlamıştık.
ABD’nin bizi bir taraftan ”Osmanlı ve İslam ” gazıyla gazlarken, diğer taraftan süt tozuyla, çikolatayla, yumurtayla neden beslediğini sonradan anladık!
”Avrupalıların çok az bilgi sahibi oldukları Türkiye ve geçmişi hakkında karar vermeleri yeteri kadar ürkütücüdür. Ancak daha da korkuncu Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi tarihini çok az bilmesidir. ”
Prof. Dr. İlber Ortaylı
Atatürkün, manevi mirasım dediği akıl ve bilimin yerini hurafe almıştır.
1950’lerde Necip Fazıl, hükümet desteğiyle dergi çıkarıp tarihi gerçekleri çarpıtarak Atatürk’e ve Cumhuriyet’e saldırıp din propagandası ve Osmanlı seviciliği yapıyordu, bugün ise Mustafa Armağan hükümet desteğiyle dergi çıkarıp Atatürk ve Cumhuriyet’e saldırıp din propagandası ve Osmanlı seviciliği yapıyor. Ayrıntılarla uğraşmayı bırakıp büyük resme baktığımızda görülen şudur: ABD’nin 1950’lerden beri devam ettirdiği yakın tarihi çarpıtarak Atatürk’ü ve onun kurduğu “bağımsız” ve “çağdaş” Türkiye Cumhuriyeti’ni her yönüyle “bağımlı” ve “dinci” bir Yeni Osmanlı’ya dönüştürme projesi 2013’te bütün hızıyla devam etmektedir. Aktörler değişmiştir (Menderes yerine Erdoğan, Necip Fazıl yerine Mustafa Armağan) ama amaç değişmemiştir.
Necip Fazıl Kısakürek’in diğer kitapları gibi bu Son Devrin Din Mazlumları kitabı da hiç de nesnel tarih öğrenilebilecek bir kitap değildir. Birincisi, tarih biliminin belli kuralları, belli yöntemleri vardır. Tarih biliminin en temel yöntemi tarihsel olguların ve olayların belgelere dayalı olmasıdır. Kanıtsız, belgesiz tarih ve tarihçilik olmaz. Ancak Necip Fazıl’ın diğer kitapları gibi Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabında da ilaç niyetine tek bir belge ve bu belgeye atıf yapmak için tek bir dipnot bile yoktur. Dolayısıyla kitabın sonunda kaynakça da yoktur. Eğer Necip Fazıl bu kitabını herhangi bir üniversitenin herhangi bir tarih bölümüne tez olarak sunsa, bilimsel ölçülere göre kesin olarak sınıfta kalırdı. Necip Fazıl söz konusu kitabında birtakım tanıkların anlattıklarına, birtakım duyumlara ve kaynak göstermediği için nereden öğrendiğini bilmediğimiz birtakım bilgilere dayalı olarak bolca duygu sömürüsü yapmıştır. Bırakın üniversitede tarih okuyan birini, lise düzeyinde tarih bilen biri bile bu kitabı eline aldığında bunun nesnel bir tarih kitabı değil, daha çok acıklı bir roman veya dini hikâyeler antolojisi ya da bir kara propaganda kitabı olduğunu çok çabuk görebilir.
Necip Fazıl önce Büyük Doğu dergisinde, sonra da kitaplarında ileri sürdüğü yakın tarih tezleriyle erken Cumhuriyet dönemini, bu dönemin en önemli aktörlerinden Atatürk ve İnönü’yü eleştirmekle kalmamış, insafsızca karalamıştır. Rejimi ahlaksız, dinsiz, acımasız, baskıcı diye adlandırıp bu doğrultuda neredeyse hiçbir somut belge ve bilgiye dayanmayan tarih tezleri kurmuştur. “Ondan işittim, bundan duydum, hatta rüyamda gördüm!” diye başlayan tarih tezlerini bolca gözyaşıyla ıslatıp biraz da şiirle ve dinle soslayınca ortaya gerçekten de tadından yenmez “mazlum hikâyeleri”, “sahte kahramanlık öyküleri” çıkmıştır.
İşin tuhaf yanı, bu ülkede, ömrünü Atatürk’e ve onun kurduğu Cumhuriyet’e saldırmakla geçiren İslamcı Necip Fazıl Kısakürek “milliyetçi”, “vatansever” ilan edilirken; Kuvayı Milliye Destanı adlı şiirinde Kurtuluş Savaşı’na ve Atatürk’e övgüler dizen komünist Nazım Hikmet “Türkiye düşmanı”, “vatan haini” ilan edilmiştir. İşte asıl bu çarpıklıkla yüzleşmek gerekir.
Necip Fazıl zaman içinde gerçek bir CHP ve İsmet İnönü düşmanı haline gelmiştir. Öyle ki, 13 Aralık 1946’da yayımlanan Büyük Doğu dergisinin kapağına kocaman bir kulak çizip, “Başımızda Kulak İstiyoruz, yazarak İnönü’nün “az duymasını” çirkin bir üslupla eleştirmiştir. Necip Fazıl dinden, Allah’tan, kitaptan ve ahlaktan söz ettiği o günlerde İsmet İnönü’nün duyma yetisiyle dalga geçerek aslında dinden, Allah’tan, kitaptan, ahlaktan ne derece nasibini aldığını da göstermiştir! Ayrıca İsmet İnönü duyma yetisini savaş meydanlarında kaybetmiştir. İnönü bir topçudur, cephelerde yanında patlayan topların gürültüsüyle azalmıştır duyma yetisi.
Erdoğan, Atatürk’ten söz edeceği zaman genelde “Gazi”
veya “Gazi Mustafa Kemal” diye söz etmektedir. Erdoğan’ın
Atatürk’e bakışını anlamadan önce bu kullanım şifresini
çözmek gerekir. Siyasal İslamcı geleneğin biraz daha “ılımlı”
kanadı, Kurtuluş Savaşı sırasında Haçlı emperyalizmine karşı
savaşan “Gazi Mustafa Kemal”den değil, Kurtuluş Savaşı sonrasındaki “devrimci” Atatürk’ten rahatsızdır. Bu ılımlı
kanat, Atatürk’ten söz edeceği zaman “Atatürk” diye değil
“Gazi ıMustafa Kemal” diye söz eder. Siyasal İslamcı
geleneğin “radikal” kanadı ise hem Kurtuluş Savaşı
sırasındaki Mustafa Kemal Paşa’ya hem de Kurtuluş
Savaşı’ndan sonraki “devrimci” Atatürk’e karşıdır. Bu
nedenle radikal kanat Atatürk’ten söz edeceği zaman
“Mustafa Kemal” veya “Kemal”, hatta “Beton Kemal” diye
söz eder. Radikaller, ne “Atatürk” adını ne de “Gazi”
unvanını pek kullanmazlar.
Görülen o ki, kendisi millet tarafından seçilinceye kadar,
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil, Allah’ındır,” diyen
R. Tayyip Erdoğan, yüzde elliye yakın bir oyla seçilip
başbakan olunca, “egemenlik milletindir,” demeye
başlamıştır. Aslında bu Siyasal İslamcılarımızın genel hareket
tarzıdır. İktidar olana kadar demokrasiyi “İslam dışı” olarak
görüp eleştiren İslamcılarımız, iktidar olduktan sonra
demokrasiyi neredeyse “İslam’ın şartı” olarak görüp
yüceltmişlerdir.
Bir de Menderes’ten Erdoğan’a kadar bütün Karşı Devrimci
liderler laikliğin en basit ve en gerçek tanımı olan “din ve devlet işlerinin ayrılması” tanımı yerine ısrarla “din ve
vicdan özgürlüğü” tanımını ön plana çıkarmışlardır. Fakat
“din ve vicdan özgürlüğü” zaten anayasa da tanımlanmış temel hak ve özgürlüklerden biridir. Evet, Atatürk’ün de
ifade ettiği gibi laiklik aynı zamanda din ve vicdan
özgürlüğünün de güvencesidir, ancak Siyasal İslamcıların
laiklikten söz ederken sürekli din ve vicdan özgürlüğüne vurgu yapmalarının amacı “bu özgürlüğü” istismar ederek
dini, devlet işleri de dahil, hayatın her alanına yaymaktır.
Bu, laikliği kullanarak laikliği yok etmek anlamına gelir.
Erdoğan birilerine, “Neden imamhatipleri kapattınız?” diye soruyor ama ülkemizde 1930’larda öğrenci yetersizliği yüzünden bir süre mecburen kapalı kalmaları dışında imamhatipler hep açık olmuştur.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Atatürk’ün “manevi mirasım dediği akıl ve bilimin yerini “hurafe” almıştır. Bir anlamda Atatürk’ün üniversite reformuyla Darülfünun’dan üniversiteye dönüştürdüğü kurumlar, bugün yeniden üniversiteden Darülfünun’a dönüştürülmektedir sessiz sedasız.
Bugün resmi ideoloji diye Atatürk’e ve Atatürkçülüğe saldıranlar da başka resmi ideolojilerin sözcüleridir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kemalizmi bir ağaca benzetecek olursak, 1950’den sonra, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri o ağacın dallarını neredeyse tamamen budamışlar, hatta gün gelmiş o ağacı en dibinden kesmişlerdir, ama ağacın derinlere işleyen köklerinden aldığı güçle yeniden yeşermesini bir türlü engelleyememişlerdir. Ağaç sürekli yeni sürgünler vermiş ve vermektedir. İşte bugün hâlâ Kemalizmle ve Atatürk’le mücadele edilmesinin nedeni budur. Amaç, ağacın bir daha sürgün vermemesi için Kemalist kökleri kurutmaktır.
Bizim tarihle yüzleşmecilerimizin amacı belge ve bilgiler ışığında tarihsel gerçeklerin ortaya çıkarılması değil, belge ve bilgileri çarpıtarak Atatürk’ün tarihsel rolünü azaltmaktır. Bu nedenle Türkiye’de tarihle yüzleşenlerin iki ortak özelliği vardır: Birincisi, sadece 1919-1938 arasındaki Atatürk dönemiyle yüzleşmeleri; ikincisi, bu yüzleşmede hep Atatürk’ün aleyhine sonuçlara ulaşmaları Bu yüzleşme sonunda Atatürk lehine tek bir sonuca ulaşmamış olmaları, bu yüzleşmecilerin asıl amaçlarını gözler önüne sermektedir.
Bugün çağdaşlık konusunda elle tutulur ne kalmışsa, hepsi
Atatürk döneminin eseridir
Soruyorum: Eğer bugün Kemalizm bu ülkenin gerçekten resmi ideolojisi olmuş olsa, Türkiye ABD’ye göbekten bağımlı hale gelir miydi? Türkiye’nin milli varlıkları haraç mezat eşe dosta ve yabancıya satılabilir miydi? Karma Ekonomi, Planlı Devletçilik tamamen terk edilebilir miydi? Türkiye’nin bölünmesi, anayasadan Türklük kavramının ve Atatürk ilkelerinin çıkarılması tartışılabilir miydi? Türkiye’yi yönetenler, Türkiye’nin üniter yapısını tartışmaya açabilir miydi? Eli kanlı bir terör örgütüyle pazarlık yapılabilir miydi? Laiklikten bu denli ödünler verilebilir miydi? Tarikatlar, cemaatler, şeyhler, şıhlar, hocalar topluma bu kadar yön verebilir miydi? Elcevap: Hayır!
Okulda, Atatürk’ün karga kovaladığını bilirdik ama 5000’e yakın kitap okuduğunu bilmezdik. Laikliğini az çok bilirdik, ama Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci Yunanlılarca yıkılan, ahır yapılan yüzlerce camiyi tamir ettirdiğini bilmezdik. İçki içtiğini duyardık da. Kur’an’ın ilk gerçek tefsir ve tercümesini yaptırmak için verdiği mücadeleyi hiç duymamıştık. Devrimlerini ezberlerdik tarih sırasına göre ama o devrimlerin ardındaki tarihi, kültürel, sosyal, bilimsel, hatta dinsel gerekçelerden haberimiz yoktu. Örneğin halifeliği “dinin bir gereği” diye anlattıklarından halifeliğin kaldırılmasının “dine aykırı” olduğunu düşünürdük! Harf Devrimi’ni bilirdik de Latin harfleri diye bildiğimiz o harflerin aslında GöktürkEtrüsk kökenli harfler olduğunu, dahası bu devrim yasasının adının “Latin Harflerinin Kabulü değil “Yeni Türk Harflerinin Kabulü” olduğunu bile bilmezdik. Nereden bilebilirdik yıllar sonra birilerinin, “Atatürk Latin harflerini kabul etti, bir gecede cahil kaldık!”, “Dedemizin mezar taşını okuyamıyoruz/” deyip gerçeği çarpıtacağını. Yıllarca “beyin fesadına” uğratıldığımız için olsa gerek, bu yalancılara şöyle diyemezdik: “Sanki Harf Devriminden önce Osmanlı çok kültürlüydü! Sanki Osmanlıda okuma yazma oranı yüzde 9O’lardaydı! Asıl Harf Devriminden önce cehalet vardı. İnsanlar Harf Devrimi sayesinde okuryazar oldu. İnsanlar yeni harflerin kabul edilmesinden önce Arap harfleri varken de dedelerinin mezar taşını okuyamıyordu, çünkü toplumun yüzde 92’si kadim Arap harfleriyle Osmanlıca da okuyup yazamıyordu. Türklüğün canına okuyan Osmanlı’nın Türklüğe hizmet ettiğini sanırdık da, Türklüğü kurtaran Atatürk’ün Türk tarihi ve Türk dili konusundaki çalışmalarını bilmezdik. Tarih ve Dil Kurultaylarında neler konuşulduğunu, bu kurultaylara kimlerin katıldığını, Türk Tarih ve Dil Tezlerini bilmezdik, ama Güneş Dil Teorisi’yle alay edildiğine tanık olurduk. Onun da ne olduğunu tam olarak bilmezdik ya! Atatürk’ün “millet” tanımından da habersizdik. Olur olmaz her şeyi ezberlemek zorunda bırakıldığımız bir ortamda, kimse bize Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımını ezberletmemişti. 1921, 1924 Anayasalarının iki üç maddesini ezbere bilirdik de, 1924 Anayasası’nın 88. maddesini, oradaki “din” ve “ırk” farkı gözetilmeksizin bütün Türkiye halkına Türk denildiğini hiç duymamıştık. Yıllar sonra birileri Atatürk’e “ırkçı”, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine “faşizan” dediğinde bu iddialara yanıt veremeyelim diye bu gerçekleri saklamışlardı sanki bizden!
Atatürk Devrimi’nin neredeyse bütün kazanımlarına ilk darbeyi vuran Adnan Menderes, siyasi rakibi İsmet İnönü’ye karşı kullanmak için içi boş bir “Atatürk kültü” oluşturmak istemiştir. Bunun için Türkiye’nin her yanını Atatürk heykelleriyle donatmış, paralara yeniden Atatürk fotoğraflarını koymuş (oysaki yasaya göre paralara kim cumhurbaşkanı olursa onun fotoğrafı konulacaktı), yetmemiş Ticani Tarikatı’nın Atatürk heykellerine yaptığı saldırıları bahane ederek Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkarmıştır. Gerçeklerden habersiz biri, Menderes’in bu çalışmalarına bakarak onu gerçek bir Atatürkçü sanabilir, ancak DP dönemi hakkında az çok bilgi sahibi olan herkes bilir ki Menderes, Atatürk Devrimi’ne en büyük darbeyi vurmuş birkaç siyasetçiden biridir. Örneğin Menderes, her şeyden önce emperyalizmi dize getiren Atatürk’ün “tam bağımsızlık politikasını tümden terk ederek Türkiye’yi ABD’ye “tam bağımlı hale getirmiş ve laikliği hiçe sayarak dini siyasete alet etmiştir.
Doğu Perinçek’in ifadesiyle 12 Eylül’ün “Kenanist Kemalistleri” antiemperyalist olan Atatürk’ü “Batıcı”, anti-emperyalist bir düşünce olan Kemalizmi de “Batıcılık” olarak anlatmışlardır. Bu çerçevede anti-emperyalist çağrışım yapan “Kemalizm” kavramının yerine 1950’lerde icat edilip içi Batıcılıkla doldurulmuş olan “Atatürkçülük” kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Böylece çarpıtmalarla içi olabildiğince boşaltılan Atatürk imgesi, ne kadar yüceltilmişse o kadar sarsılmıştır. Bu içi boş yüceltme, Atatürk düşmanlarının ekmeğine yağ sürmüştür. Aslında 1980 sonrasındaki bu oyunun bir benzeri 40 yıl önce, 1950’lerde, Menderes döneminde oynanmıştır.
ABD çıkarları doğrultusunda “kurgulanan” bu yeni tarihte, Türklerin kültür ve uygarlıkları değil, “savaşçılıkları” ve “dindarlıkları” öne çıkarılmıştır. Bu yapılırken ister istemez Atatürk’ün Evrim Kuramı’na bile yer veren, her yönüyle bilimsel ve kültür-uygarlık eksenli tarih kitaplarının değiştirilmesi de kaçınılmaz olmuştur. 1950’lerden itibaren Türkiye’nin yeni tarih tezinin adı artık Türk Tarih Tezi değil, Türk İslam Sentezi’dir.
Tarihimizin en yakın dönemleri adeta “karanlık çağ” gibiydi. 1071’de neler olduğunu bilirdik de 1950’de neler olduğunu bilmezdik. 500 yıl önce yaşamış Fatih’i az çok tanırdık da 60 yıl önce yaşamış Menderes’i tanımazdık. Sanki birileri 1938’den sonrasını öğrenmemizi istemiyor gibiydi.
Sağcı/Islamcı siyasetin en önemli seçim vaatlerinden biri Taksim’e cami yaptırmaktır. Başbakan Erdoğan da zaman zaman Taksim’e cami yaptırmaktan söz etmiştir. Ancak Taksim’e cami yaptırmaktan söz eden siyasetçilerimizin çoğu, bir zamanlar Taksim’de cami olduğundan ve Taksim’deki o camiyi işgal yıllarında Vahdettin’in Fransızlara sattığından habersizdir.
Yuzlesmecilere göre Atatürk , Islâm dinine savaş açmiştir! Laiklik dinsizliktir! Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye’de Rumlar ve Ermeniler katledilmiş , zorla ülkeden kovulmuştur! Yuzlesmecilerin bu ve benzeri iddialarının neredeyse tamamı yalandır.
CIA görevlilerinin ve ajanlarının açıklamaları , AB raportörlerinin beyanları , emperyalist Batı’nın ısrarla Türkiye’den Atatürk’ün mirasını reddetmesini istediğini gözler önüne sermektedir. ABD ve AB, Atatürk mirasından ; yani laiklikten, cumhuriyetcilikten, milliyetçilikten, halkciliktan, devletcilikten, devrimcilikten; yani çağdaşlıktan ve tam bağımsızlıktan rahatsızdır. Atatürk’ün Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’ndan rahatsızdır .
12 Eylül, Türk solunu tamamen yok ederken, dinci- sağın olabildiğince önünü açmıştır .1950’lerde kesintiye uğramış olsa da , az çok devam eden laik eğitim sistemine darbe vurmuştur. Imam- hatip okullarının sayısının olcusuzce arttırılması, cemaatlerin, tarikatların önünün açılması gibi uygulamalar hep 12 Eylul’un eseridir.
Atatürk’ün Tarih ve Dil Tezleri, 12 Eylül 1980 Darbesi ile neredeyse tamamen yok edilmiştir. 12 Eylül sonrasında, öncelikle Atatürk’ün vasiyeti hiçe sayılarak Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ( AKDTYK) içine sokularak bu kurumların özerkliği sona erdirilmiştir.
Tarihin bir silah olduğunu bilmezdik eskiden! Birilerinin siyasi amaçları için tarihi kullanabileceginin farkında değildik! Örneğin, ABD’nin iki kutuplu dünyada Rusya’ya ve Avrupa’ya karşı ve tek kutuplu dünyada BOP için Osmanlı’nin savasciligiyla motive olmuş, Islamcı Türk gençlerine ihtiyaç duyabileceğini nereden bilebilirdik ki ? Çünkü tarih derslerinde 1938’den sonrası anlatilmazdi. 1938’de Atatürk ölmüş zaman durmuş, tarih bitmiş gibiydi bizim için! Tarihimizin en yakın dönemleri adeta karanlık çağ gibiydi. 1071’de neler olduğunu bilirdik de 1950’de neler olduğunu bilmezdik. 500 yıl önce yaşamış Fatih’i az çok tanırdık da 60 yıl önce yaşamış Menderes’i tanımazdık. Sanki birileri 1938’den sonrasını öğrenmemizi istemiyor gibiydi. Tabii o günlerde bizlere ogretilmeyen bu karanlık çağın , ABD-SSCB etkisindeki iki kutuplu dünya çağı olduğunu, bu çağda Türkiye’nin ABD’ye göbekten bağımlı hale gelerek ulusal onurunu kaybettiğini de bilmiyorduk! Sonradan koyduk taşları üst üste ABD’nin bizi bir taraftan Osmanlı ve Islam gazıyla gazlarken, diğer taraftan sut tozuyla, çikolatayla, yumurtayla neden beslediğini sonradan anladık! ABD’nin, Atatürk’ün yüzyılın basında emperyalizmi dize getirerek kurduğu tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti yerine Anadolu Birleşik Devletleri veya Yakındoğu Federasyonu adıyla bir hilâfet devleti kurmayı planladığını anladığımızda, neden bizlere fetihci- islamcı bir Osmanlı tarihi öğretildiğini de anlamıştık.
Nitekim resmi tarihle yüzleşenlerin
yazdıkları emperyalizmin güdümündeki yeni
tarihe göre İngiliz işbirlikçisi Vahdettin, gerici-
ayrılıkçı Şeyh Said ve Seyit Rıza, devrim karşıtı,
kışkırtıcı, vatan haini İskilipli Atıf ve Saidi Nursî
gibiler kahraman; emperyalizme meydan
okuyan Atatürk, İsmet İnönü, Ali Çetinkaya
gibiler ise haindir!
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarına göre İskipli Atıf Hoca gelmiş geçmiş en büyük din adamlarından biridir! O adeta bulunmaz hint kumaşıdır!
Ben deli bir adamım! Cumhuriyet’e karşı durulur mu hiç! Beni tımarhaneye atın!
Necip Fazıl dinden, Allah’tan, kitaptan ve ahlaktan söz ettiği o günlerde İsmet İnönü’nün duyma yetisiyle dalga geçerek aslında din den, Allah’tan, kitaptan, ahlaktan ne derece nasibini aldığını da gös termiştir! Ayrıca İsmet İnönü duyma yetisini savaş meydanlarında kay betmiştir. İnönü bir topçudur, cephelerde yanında patlayan topların gürültüsüyle azalmıştır duyma yetisi.
Tekke ve tarikat kültürü dinsel kaynaklı bir “biat” kültürüne yol açar. İşte laiklik her şeyden önce bu “biat” kültürüne karşıdır.
Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır.
Lozan’ın son kullanma tarihi yoktur. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur ve Türkiye Cumhuriyeti var oldukça Lozan var olacaktır.
Atatürk’ün en önemli özelliklerinden biri emperyalizmin en güçlü silahlarından birinin “kültür olduğunu çok erken kavramış olmasıdır.
Düne şaşı bakanlar
Cumhuriyet’in Atatürk tarafından belirlenmiş kuruluş felsefesi en basit tanımıyla ”akıl ” ve ”bilim ” eşliğinde çağdaşlaşmaktır. Çağdaşlaşmak için ”din ” ile ”siyasetin ” birbirinden ayrılması ve dünyevi hayatın dini kanun ve kurallar yerine dünyevi kanun ve kurallarla düzenlenmesi, yani ”laiklik ” çok önemlidir.
Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, ”Ölülerden yardım istemek, uygar bir toplum için ayıptır. Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi yaşamda mutluluğa eriştirmekten başka ne olabilir? Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filan veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır, ” diyen Atatürk, bilindiği gibi tekke ve tarikatları kapatmış, şeyhe, şıha biat kültürüne son vererek kula kulluk etme dönemini sona erdirmiştir. Şu sözler de Atatürk’e aittir: ”Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her kolda doğru yolu gösterecek güce sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür; fakat önemi vardır. Biz dünya ailesi içinde uygarız. Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız. ”
Atatürk ve İnönü döneminde, hurafelerden uzak, gerçek dini bilgilerin verildiği hiçbir dinsel içerikli kitap toplatılmamış, yasaklanmamıştır. Toplanıp, yasaklanan dinsel içerikli kitaplar, ya din diye hurafe anlatılan, ya din istismarıyla halkı kışkırtan veya dine hakaret içeren kitaplardır.
Atatürk’ün ulus /millet tanımı etnik değil antropolojiktir. Bu nedenle, 1930’daki Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabında Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. diye tanımlamıştır.
Kendi milletini sevdiği kadar, başka şahsiyet ve varlıklara hürmet Türklüğün şiarlarındandır.
1924’te, halifeliğin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesi, Osmanlı hanedanının yurtdışına sürgün edilmesi gibi laiklik ağırlıklı devrimlerin yoğunluk kazanması ve genç Cumhuriyet’in ağaların, şeyhlerin, şıhların marabaları durumundaki halkı, devletin özgür bireyleri haline getirmek için çalışmalar yapması, öteden beri dinden geçinen sahte hocalar ve asırlardır halkın kanını emen ağalar ile şeyhlerin tepkisini çekmiştir.
– “Demokrasi çok partili sistem ve serbest seçimlerden önce tam bağımsızlıktır. Demokrasi padişaha, sultana, halifeye, şeyhe, şıha, yani kula kul olmaktan kurtulup yalnızca Allah’a kul olmaktır. Birey olmaktır. Demokrasi özgürlüktür, eşitliktir, barıştır, kardeşliktir. Demokrasi halkçılıktır, laikliktir. Demokrasi kadın haklarıdır. Demokrasi çağdaş ve bilimsel eğimdir. Demokrasi, ağalık düzeninin yıkılmasıdır. Atatürk, demokrasinin bu ön şartlarının birçoğunu hem de yokluk ve yoksulluk içinde hayata geçirmeyi başarmıştır.”
– “Asım Arslan, Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük adlı kitabında aslında Atatürkçü olmadıkları halde “siyaseten” Atatürkçü görünen partileri, iktidarları şöyle eleştirmiştir:
“Atatürk sanki ‘sandıktan hep kapitalistlerin temsilcileri çıksın ve Türkiye’yi hep onlar yönetsin, ulusal gelirin yarıdan fazlasını mutlu azınlığa verin, zenginleri daha zengin, fakirleri daha fakir yapın, Amerika’ya ayrıcalık tanıyın, yeraltı servetlerini yabancılara peşkeş çekin, düşünceyi, gerçeği yazanları cezalandırın, öğretmenlere kıyın, halkı eğitmeyin, ortaçağ karanlığında bırakın, vurguna, soyguna, sömürüye, yolsuzluğa göz yumun, Türkiye’yi dünyanın en geri ülkelerinden biri durumuna bırakın,’ demiş gibi; Türkiye’yi kapitalistlerin çıkarını birinci planda tutarak yönetenler Atatürkçü, ulusal gelirin yarıdan fazlasını mutlu azınlığa verenler Atatürkçü, zenginleri daha zengin, fakirleri daha fakir yapanlar Atatürkçü, düşünceyi, gerçeği yazanları cezalandıranlar Atatürkçü, öğretmenlere kıyanlar Atatürkçü, halkı eğitmeyenler, ortaçağ karanlığında bırakanlar Atatürkçü, vurguna, soyguna, sömürüye, yolsuzluğa göz yumanlar Atatürkçü, Türkiye’yi dünyanın en geri ülkelerinden biri durumunda bırakanlar Atatürkçü Evet, o biçim Atatürkçü
Atatürk’ün ölümünden sonra iktidara gelen tüm partiler Atatürkçülükten uzaklaşmışlar, Atatürkçülüğü yozlaştırmışlar, yolundan saptırmışlar, Atatürk devrimlerinden ödün vermişler, daima zenginlerin, tutucuların dümen suyunda gitmişler, fakir halk kitlelerinin yararına olacak köklü bir düzen değişikliğine karşı çıkmışlar ve Türkiye’yi ulusal gelirin çok adaletsiz dağıldığı geri bir ülke haline getirmişler ve sonra da Atatürkçü geçinmişler, Atatürkçülüğü yüzlerine maske yapmışlar ve vatan, millet, din, iman, hak, hukuk, adalet, demokrasi üzerinde bol bol söylev çekerek fakir halk kitlelerini uyutmuşlar, uyutmuşlar, uyutmuşlardır.
Türkiye’de yıllardan beri ‘Atatürkçülük’ adı altında bir oyun, bir komik dram oynanmaktadır. Öyle sanıyoruz ki daha uzun zaman devam edecektir bu oyun ”
– “1980 sonrasına denk gelenlerin kabul edecekleri gibi, ilkokuldan üniversiteye kadar adını en çok duyduğumuz Atatürk hakkında okulda anlatılanlar içi boş hamasetin gölgesinde kalan işe yaramaz bilgi kırıntılarıdır.
Örneğin okulda, Atatürk’ün karga kovaladığını bilirdik ama 5000’e yakın kitap okuduğunu bilmezdik. Laikliğini az çok bilirdik, ama Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci Yunanlılarca yıkılan, ahır yapılan yüzlerce camiyi tamir ettirdiğini bilmezdik. İçki içtiğini duyardık da. Kur’an’ın ilk gerçek tefsir ve tercümesini yaptırmak için verdiği mücadeleyi hiç duymamıştık. Devrimlerini ezberlerdik tarih sırasına göre ama o devrimlerin ardındaki tarihi, kültürel, sosyal, bilimsel, hatta dinsel gerekçelerden haberimiz yoktu. Örneğin halifeliği “dinin bir gereği” diye anlattıklarından halifeliğin kaldırılmasının “dine aykırı” olduğunu düşünürdük! Harf Devrimi’ni bilirdik de Latin harfleri diye bildiğimiz o harflerin aslında GöktürkEtrüsk kökenli harfler olduğunu, dahası bu devrim yasasının adının “Latin Harflerinin Kabulü değil “Yeni Türk Harflerinin Kabulü” olduğunu bile bilmezdik. Nereden bilebilirdik yıllar sonra birilerinin, “Atatürk Latin harflerini kabul etti, bir gecede cahil kaldık!”, “Dedemizin mezar taşını okuyamıyoruz/” deyip gerçeği çarpıtacağını. Yıllarca “beyin fesadına” uğratıldığımız için olsa gerek, bu yalancılara şöyle diyemezdik: “Sanki Harf Devriminden önce Osmanlı çok kültürlüydü! Sanki Osmanlıda okuma yazma oranı yüzde 9O’lardaydı! Asıl Harf Devriminden önce cehalet vardı. İnsanlar Harf Devrimi sayesinde okuryazar oldu. İnsanlar yeni harflerin kabul edilmesinden “önce Arap harfleri varken de dedelerinin mezar taşını okuyamıyordu, çünkü toplumun yüzde 92’si kadim Arap harfleriyle Osmanlıca da okuyup yazamıyordu. Türklüğün canına okuyan Osmanlı’nın Türklüğe hizmet ettiğini sanırdık da, Türklüğü kurtaran Atatürk’ün Türk tarihi ve Türk dili konusundaki çalışmalarını bilmezdik. Tarih ve Dil Kurultaylarında neler konuşulduğunu, bu kurultaylara kimlerin katıldığını, Türk Tarih ve Dil Tezlerini bilmezdik, ama Güneş Dil Teorisi’yle alay edildiğine tanık olurduk. Onun da ne olduğunu tam olarak bilmezdik ya! Atatürk’ün “millet” tanımından da habersizdik. Olur olmaz her şeyi ezberlemek zorunda bırakıldığımız bir ortamda, kimse bize Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımını ezberletmemişti. 1921, 1924 Anayasalarının iki üç maddesini ezbere bilirdik de, 1924 Anayasası’nın 88. maddesini, oradaki “din” ve “ırk” farkı gözetilmeksizin bütün Türkiye halkına Türk denildiğini hiç duymamıştık. Yıllar sonra birileri Atatürk’e “ırkçı”, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine “faşizan” dediğinde bu iddialara yanıt veremeyelim diye bu gerçekleri saklamışlardı sanki bizden! Dersim Olayı’nın D’sini de bilmiyorduk. Sanki birileri bilinçli olarak Dersim konusunu sansürlemişti! Sanki Cumhuriyet orada kötü bir şeyler yapmış da, o birileri o “kötülükleri” gizlemiş gibiydi. Aslında bu da bir tuzaktı. Atatürk’ü, İnönü’yü ve Cumhuriyeti Dersim üzerinden suçlamanın, hatta mahkûm ettirmenin hesapları yıllar önce yapılmıştı belli ki! Yıllar sonra Atatürk ve cumhuriyet düşmanları, “İşte resmi tarihin gerçek yüzü! Cumhuriyet Dersim’de katliam yapmış/” diye gerçekleri çarpıtırken, eğitim hayatımızda ısrarla bizden gizlenen bu konuda şimdi söylenen bu iddialara en okumuşumuz bile sorgulamadan inanır hale gelmişti. Dersim’in nedenlerini sorgulamadık. Dersim duygu sömürüsüyle sersemletildik, propaganda amaçlı söylemlere kandık.
1980 kuşağı, bizler, okuldaki tarih derslerinde içi boş sloganlara indirgenmiş bir Atatürk ile neden sonuç ilişkisi yerine, belli başlı basmakalıp bilgilerin ezberletildiği bir “Devrim Tarihi”, 12 Eylül’ün adlandırışıyla “İnkılâp Tarihi öğrendik. Aslında doğru dürüst hiçbir şey öğrenmedik desek yeridir!”
– “12 Eylül, gerçek Atatürk düşüncesine de darbe yapmıştır. Bu “darbe” doğrultusunda, 1980 sonrasında Türkiye’de içi boş bir “hamasi Atatürkçülük” (Gardırop veya Rozet Atatürkçülüğü) gelişmiştir. Atatürk’ün olağanüstü tarihi kişiliğini belgeler ve gerçek bilgiler ışığında ortaya koyup anlatmak yerine, maalesef bir taraftan gerçekleri çarpıtma, diğer taraftan bilinçli ilahlaştırma yapılmıştır. Örneğin, Doğu Perinçek’in ifadesiyle 12 Eylül’ün “Kenanist Kemalistleri” antiemperyalist olan Atatürk’ü “Batıcı”, anti-emperyalist bir düşünce olan Kemalizmi de “Batıcılık” olarak anlatmışlardır. Bu çerçevede anti-emperyalist çağrışım yapan “Kemalizm” kavramının yerine 1950’lerde icat edilip içi Batıcılıkla doldurulmuş olan “Atatürkçülük” kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Böylece çarpıtmalarla içi olabildiğince boşaltılan Atatürk imgesi, ne kadar yüceltilmişse o kadar sarsılmıştır. Bu içi boş yüceltme, Atatürk düşmanlarının ekmeğine yağ sürmüştür. Aslında 1980 sonrasındaki bu oyunun bir benzeri 40 yıl önce, 1950’lerde, Menderes döneminde oynanmıştır.
Atatürk Devrimi’nin neredeyse bütün kazanımlarına ilk darbeyi vuran Adnan Menderes, siyasi rakibi İsmet İnönü’ye karşı kullanmak için içi boş bir “Atatürk kültü” oluşturmak istemiştir. Bunun için Türkiye’nin her yanını Atatürk heykelleriyle donatmış, paralara yeniden Atatürk fotoğraflarını koymuş (oysaki yasaya göre paralara kim cumhurbaşkanı olursa onun fotoğrafı konulacaktı), yetmemiş Ticani Tarikatı’nın Atatürk heykellerine yaptığı saldırıları bahane ederek Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkarmıştır. Gerçeklerden habersiz biri, Menderes’in bu çalışmalarına bakarak onu gerçek bir Atatürkçü sanabilir, ancak DP dönemi hakkında az çok bilgi sahibi olan herkes bilir ki Menderes, Atatürk Devrimi’ne en büyük darbeyi vurmuş birkaç siyasetçiden biridir. Örneğin Menderes, her şeyden önce emperyalizmi dize getiren Atatürk’ün “tam bağımsızlık politikasını tümden terk ederek Türkiye’yi ABD’ye “tam bağımlı hale getirmiş ve laikliği hiçe sayarak dini siyasete alet etmiştir.”
Kurtuluş Savaşı sırasında, memleketten kovulan halifeler, din emri diye, kutsal bağımsızlık savaşı yapanların öldürülmesine fetvalar çıkardılar.
Mustafa Sabri, kitabında Kurtuluş Savaşı, Türklük ve Atatürk hakkında hakaretamiz ifadeler kullanmıştır.
Atatürk’ten şöyle söz etmiştir:
Yani bütün hareketlerini hilafet makamına hizmet şeklinde göstermiş iken, nasıl kahpelik ve hayasızlıktır ki hilafetin en çirkin tezyifler ve tahkirler altında birdenbire ilgasına cesaret etmiştir.
Mustafa Kemal’in ve Ankara Hükümeti’nin kahpeliklerini, sahtekârlıklarını şu ufacık mukaddime’ye sığdıracak değilim. Demek isterim ki bu şekil değiştirmeler, bu zıtlıkları işleyebilmek için insan utanmamazlıkta da kahraman olmalıdır. Hele dinsizlik olmadan haksızlığın, hayasızlığın bu derecesi tasavvur olamaz.
İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların ve sair devletlerin İstanbul’dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir.
Türklüğe bakışı da şöyledir:
Benim elimden gelse Türkleri Arap yaparım, diğer Müslümanları da. Bunların vaktiyle Araplaşmadığına da çok eseflenirim. Arap dili, ne Türk diliyle ne de Çerkez diliyle kıyas kabul etmeyecek derecede üstünlüğe sahip olduğundan, insanın, milliyetin küçüğüne sahip olup da onunla iftihar edeceğine büyüğüne sahip olarak onunla iftihar etmesi daha kârlı ve makul olur.
26 Eylül 1919’da Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin başkan, İskilipli Atıf Hoca’nın ikinci başkan olduğu Cemiyet-i Müderrisin , Padişahın bildirisini desteklemek amacıyla yayımladığı bildiride Kuvâ-yi Milliyeciler için adi eşkıya demiş ve bunların devamlı delilik ve cinayetleri yüzünden milletin varlığı ve yüceliğinin sarsıldığını belirtmiştir. Bildiride Kuvâ-yi Milliyecilere Kudurmuş haydutlar denilmiştir. Ayrıca, Derneğimiz aldanmışları uyarmayı görev bilir, padişahın himayesi altında toplanalım, çağrısı yapılmıştır.
Bu bildirinin altında cemiyetin ikinci başkanı İskilipli Atıf Hoca’nın da imzası vardır.
Bütün dini kavramları, o esas aldığı noktaya getirmek için akıl almaz cambazlıklar yapıyor.
Politikacıların bölücülere, şeyhlere, hocalara verdiği ödünlerden Türkiye çok çekiyor, ilerde de çekecek gibi görünüyor
Türkiye Arapçanın istilasına açıldı. Ezan Arapçaya çevrilince anadilim, dilim dilim oldu. Okuldaki dil benim, kışladaki dil benim, minaredeki dil ise artık benim değil Arabın dili idi. Minaredeki Türkçe Araplara kurban edildi. Türk minaresinden Türkçe bayrağı indirildi, yerine Arapça bayrağı çekildi. Türk dili Türk minaresinden atıldı, dışlandı. ‘Türkçe buraya çıkamaz,’ denildi. Türkçenin en gösterişli zirvelerini Araplar tuttu, Araplar işgal etti. Türk minareleri yabancı işgaline düştü. Minarelerimizi çalanlar buna iğreti kılıf da uydurdu. Türkiye’nin 70.000 minaresi Arapların eline geçti. 70.000 minarede Türkçe boğuldu. Türkçe duyulamıyor artık. Şimdi bu minarelerde artık Arabın borusu ötüyor. Bu minareleri Türk mimarlar, Türk mühendisler dikmişti ama şimdi bunlar birer Türk minaresi olmaktan çıkmıştı artık. Şerefesinde sadece Arapça ezan okunan, Türk diline yer verilmeyen bu minareler bizim minarelerimizdir diyebilir miyiz gönül rahatlığıyla?
( )
Ezanın Arapça okunması dinin bir gereği değildir. Her Müslüman kendi dilinde ibadet edebilir, ezanı da kendi dilinde okuyabilir. Arap dilinin ya da Arap yazısının kutsallığı yoktur. Müslümanlara Arapça dayatması Arap nasyonalizmine hizmettir. Hazreti Muhammed’in Arap olması, Kur’an’ın Arapça inmiş olması Arapçanın İslam’ın dili olduğu, ezanın da Arapça okunması anlamına gelmez.
Suriye nüfusunun yüzde 10 kadarı Hıristiyan Araptır. Bunların da çoğu Katolik. Suriyeli Hırıstiyan Araplar İncil’i Arap yazısıyla okurlar, kilisede Arapça dua ederler, kiliselerinin alınlarındaki yazılar da bilinen Arap yazısıdır. ( ) Hacılarımızdan bir grubun Şam’daki Katolik Kilisesi üzerindeki süslü Arap yazısını Kur’an yazısıdır, İslam’ın yazısıdır zannederek saygıyla selamladıklarına tanık olduk. Buranın bir kilise olduğunu söylediğimiz zaman inanmadılar. Onlar Arap yazısının İslam’ın kutsal yazısı olduğuna inanmışlardır.
Türkçe Tanrı uludur demek yerine Arapça Allahu ekber demeyi din koruyuculuğu olarak adlandıracak kadar ilkel, cahil ve kaba bir din propagandası
Menderes’in Arapçaya din dili demesi ise büyük bir cehalet örneğidir.
Cumhuriyet’in ilk Kur’an kursu bizzat Atatürk’ün emriyle İstanbul Süleymaniye Camii’nde açılmıştır. Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu, (Atatürk) Hafız Yaşar’ı Süleymaniye Camii’nde açılan ilk Kur’an kursuna hoca tayin etmiştir, demiştir.
Atatürk, bu hazırlıklardan sonra 1932 Ramazanı’nda İstanbul’un Yerebatan Camii, Sultanahmet Camii, Ayasofya Camii, Süleymaniye Camii ve Fatih Camii gibi tarihi camilerinde Türkçe Kur’an, Türkçe hutbe ve Türkçe ezan okutmuştur.
Cumhuriyet’i kuranların sade, samimi ve gösterişten uzak Müslümanlıklarının yerini, 1950’lerden sonra maalesef cıvık cıvık bir din istismarı ve gösteriş merakı almıştır.
İsmet İnönü derin tecrübesiyle 1960’ların sonlarında, Türk siyasetinde dinsel söylemin fazlaca kullanılmasının ve Nurcu hareketin desteklenmesinin, gelecekte Türkiye’yi din savaşına sürükleyeceğini, belirtmiştir.
( )
İnönü çok geçmeden haklı çıkmıştır. 1969’da dinci kışkırtma sonunda Kanlı Pazar Olayı yaşanmış, Ya Allah Bismillah Allahu ekber! diye bağıran dinle kandırılmış bir grup eli sopalı, satırlı genç, ABD 6. Filosu’nu protesto eden iki genci öldürmüş, çok sayıda genci de yaralamıştır. Yine sonraki yıllarda bu ülkede dinle kandırılan kitleler Maraş, Çorum, Sivas olaylarına imza atmıştır.
Bu arada işine gelince yasal Kur’an kurslarını yıkmaktan çekinmeyen AKP, aslında ideolojisi gereği tıpkı imam-hatipler gibi Kur’an kurslarının sayılarını da arttırmak istemiştir. Bu amaçla kaçak Kur’an kurslarına bile izin vermiştir. Buralarda çocuklarımıza kimin ne öğrettiği önemli değildi! Önemli olan iyi-kötü genç kuşakların din eğitiminden geçmesidir! Başbakan Erdoğan’ın Dindar nesil projesi için, niteliğine bakılmaksızın imam-hatiplerin ve Kur’an kurslarının sayıları arttırılmalıdır.
Bu doğrultuda 2005 yılında Türk Ceza Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle izinsiz Kur’an kurslarına verilen hapis cezası kaldırılmıştır. R. Tayyip Erdoğan, Bu millet Müslümandır. Kaçak Kur’an kursu ifadesi bile çok çirkin bir ifadedir. Kur’an öğrenmek suç olamaz, demiştir.
Böylece tarikatlara gün doğmuştur. Türkiye büyük bir hızla şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olmaya yüz tutmuştur.
Atatürk yanılmıştır!
Batılılaşmayı hastalık olarak görüp kıyasıya eleştiren muhafazakâr siyasetin, (gerçi AKP’nin Batı’yla; ABD ve AB ile arası iyidir.) 500-1000 yıl önceki Doğu’yu, Osmanlı’yı olduğu gibi taklit ederek şifa bulacağını düşünmesi ne büyük bir çelişkidir.
2012’de hastalıklara iyi geliyor hurafesiyle deve idrarı içenlerin, 1936’da camilerin ahır yapıldığına inanması gayet normaldir.
İstanbul’un tarihini en iyi bilen Türkiye’nin sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Semavi Eyice, Milliyet gazetesinde Neşe Mesutoğlu’na verdiği röportajdaki Menderes’in bazı camileri yıktırdığını doğrulamıştır.
1950’lerde Yeni Sabah gazetesi yazarı olan Semavi Eyice, Adnan Menderes’in Sekban Paşa Mescidi, Mimar Ayaz Camii, Velide Camii’nin türbesi gibi dini eserleri yol yapmak için yıktırdığını anlatmıştır.
Eyice, kendisinin bu cami, mescit ve türbelerin yıkılmasına gazetesinde itiraz ettiğini ancak uyarıldığını belirtmiştir. Eyice, Türk tarihi için önemli olan Zeyrek evlerinin de bu dönemde yıkıldığını söylemiştir.
R. Tayyip Erdoğan, Menderes’in camilerin kapılarındaki kilitleri söktüğünü söylüyor. Aslında çok doğru ama eksik! Çünkü Menderes sadece camilerin kapılarındaki kilitleri değil camilerin her şeyini söktü! Hem de buldozerle! Menderes’in elinin değdiği camilerin yerinde bugün yeller esmekte!
Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu,
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen,
Bir arkadaş bulurdun ruhumu görebilsen!
14.425 okula karşılık, 28.705 caminin olduğu bir ülkede, gerçekten dindar, gerçekten vatansever insanların, ihtiyaç fazlası camilerle değil, camilerin yarısından bile az sayıdaki okullarla ilgilenmesi gerekirken; Halkevlerinin, Köy Enstitülerinin kapatılmasına tepki göstermeleri gerekirken, bazıları sabah akşam neden cami muhabbeti yapıyor acaba? Müslümana Müslüman propagandası yapmalarının başka bir amacı mı var acaba?
1927 yılında tüm Türkiye’de, okulların iki katı; 14.425 okula karşılık, 28.705 cami vardı.
Bu nedenle, 17 Nisan 1927 tarihli 1011 sayılı Bütçe Kanunu’nun 14. maddesine göre, Türkiye’ye gerçekten ne kadar cami ve ne kadar din görevlisi gerektiğinin 31 Mayıs 1928 tarihine kadar belirlenmesi istenmiştir.
( )
Diyanet İşleri Reisliği 8 Kânunusani 1928’de ikinci bir tasnif talimatnamesi yayımlamıştır. Bu talimatnamenin 3/C maddesine göre 500 m yakında olan 2. caminin tasnif dışı bırakılması hükmü getirilmiştir. Bu konudaki nizamname, 5 Ocak 1928’de kabul edilmiştir.
( )
İhtiyaç fazlası camilerin belirlendiği 1928’de, Türkiye’nin 14 milyon nüfuslu bir ülke olduğu dikkate alınacak olursa, 28.705 caminin ihtiyaca göre gerçekten de fazla olduğu kolayca anlaşılır.