İçeriğe geç

Edebiyat Terapi Kitap Alıntıları – Mine Özgüzel

Mine Özgüzel kitaplarından Edebiyat Terapi kitap alıntıları sizlerle…

Edebiyat Terapi Kitap Alıntıları

Andre Gide, müzikten aldığı nota bilgisi anıların renkleri ve ezgilerin ritmi sayesinde iç dünyasında zıtlıkları ve farklılıkları bir zenginlik olarak görmesi ile zekadan senfonik dehaya gider.
Aynanın karşısına geçer ve günler aylar hatta yıllar boyunca kendisiyle konuşmaya başlar: Kimim ben, bu gördüğüm yüz gerçek mi, içimde gördüğüm ne ? Ve aynada uzun uzun yüzüne, gözlerinden daha derinlere bakan Andre Gide orada gözbebeklerinin içinde kendi sahtekarlığını görür tıpkı benim çoraklıgımı gördüğüm gibi.
Çoraklığımı keşfetmiştim.Kaygı ve korkuları ait oldukları yerde annemin yüzünde bıraktığım anda kendi çoraklığımla yüzleşmek durumunda kaldığım o yıl dönüp kendime Şimdi ben bu çoraklığın içerisinde ne yapacağım, neyi nasıl yaşayacağım? dedim.
Yazarlar bana en önemli meselenin yaşamdaki sorunlar karşısında farklı düşünebilmek olduğunu gösterdiler. O zaman kendi içimdeki sorunları anlaşılabilir, çözülebilir bir zenginlik olarak gördüm. Bir kitabı okurken, yazarı tanırken aslında kendi sorunlarıma çözüm bulmak ve kendi öğretilerime gitmek amacıyla okuyorum. Kendim kendimi anlayabilirim. Kendimi kavrayabilirim. Kendimi yaşayabilirim. Gerçeğin sadece bu olduğuna inanıyorum: Bir insanın, içbeniyle buluşmadığı ve kendi çabasıyla içsel varlığına dönmediği müddetçe var olamayacağına ve bunun çok değerli olduğuna inanıyorum. Benim için iç monolog, içiyle bütünleşmek yaşamsal bir gerçek.
Hayatta kendimden en büyük beklentim kendi kendimi algılamak ve içsel dilimi kullanabilmek.
Simone ise Albert Camus’yle tanıştırdı beni. Camus den Lawrence’a, Wolf’a ya da Zweig’a nasıl gittim bilmiyorum. Neye göre seçtim onları? Zannediyorum bilinçaltı seçim yaptim. Daha ziyade kendi çocukluklarında anne baba ilişkilerini çözümlemiş yazarları seçmiş olmamın nedeni, kendi bilinçaltımda kendi annemi ve babamı, yani o üçgeni tanıma çabasıydı belki. Sezgisel bir seçim olabilir. Bilinçaltımdaki sorunlarımın bilinç düzeyinde arayışı da olabilir. İnsan o sıralar tanım koymamış olsa bile yine de oraya gider, sonra yaşadıkça onu niye yaşadığını görebilir. Yaşamda da bu böyle. Bilinçaltı bilinç üstünde rolünü oynuyor, seçimlerini yapıyor fakat biz henüz başlangıç noktasındayken o seçimleri bilinçli yaptığımızı bilmiyoruz. Bunu ne zaman yakalıyoruz? Onu yaşarken.
Lisedeyken felsefe hocam bu kızda bir sorun var diye annemi okula çağırmıştı. Bu kız konuşmuyor ama sayfalar dolusu yazıyor. Parmak kaldırıp kendini ortaya koyamıyor, sınıfta sessiz, öne çıkmıyor. Bilgisiz desek değil, çünkü yazıları güzel demişti anneme. Tahminimce o sırada çok içedönüktüm. Yani kenarda köşede kalan, popüler olmayan, suskun biriydim. Bunun üzerine hocam Dostoyevski’yi önermişti bana.
Yaşamımız boyunca bizde izler bırakan bir aile içinde dünyaya geliriz. Ve bu izlerin ruhsal yaşamamızın varlığını, oluşumunu yapılandırdığı engellenemez bir hakikat. Ancak biz bu izlerin varlığının farkına bile varamayıp kendimize aitmiş gibi yaşar gideriz. Bununla da kalmaz, mirasımızı çocuklarımıza da kendi gerçekleri buymuş gibi yaşatırız.
Bir insanı okutun, bir insana bir senfoni bileti alın, bir insana kitap alın, bir insana tiyatro bileti alın. Gidebileceğimiz tek içsel zenginlik sanat.
Anadilimi konuşamadığım, derdimi kendi dilimde anlatamadığım, anadilimde yazamadığım, yazdıklarımın okunmadığı bir yaşamda bir pasaport muyum? Bir insanım, bir pasaport değilim!
Formal eğitim olsa olsa rutin bir basamaktır benim için. Oysa kitap öyle mi?
Stefan Zweig da benzer olarak der ki, okuyacağınız tek bir kitap bir üniversite tahsiline bedeldir.
Stefan Zweig küçüklüğünden itibaren şu kelimelere takılır: eşitlik, özgünlük, özgürlük. On yaşlarındayken aristokrasi meraklısı annesi onları pahalı lokantalarda yemeğe götürdüğünde, hizmetkârları ve çocukları yan tarafta onlardan ayrı yerler yemeklerini. Zweig neden aynı masada yemek yemiyoruz, diye sorgular annesini.
Kafka çocuğa en zarar veren varlıkların ana baba ve aile olduğunu söyler. Aile denen hayvan diye söz eder aileden.
Yabancılaşmayı gerçek zannedip yaşadınız, içten içe çürüdünüz, zayıflıklarınızdan korktunuz, kaçtınız, saklandınız, bu mudur yaşam?
Ailesinin içinde kendi ailesine tamamen yabancı kalır. Hepiniz bana yabancısınız, bir kan bağı var ama onu da hissedemiyorum. der Kafka annesine.
Kafka Yahudi’dir ama Yahudiliği umursamadığı için tam bir Yahudi sayılmaz, Almanca konuşan bir Yahudi olduğu için bir Çek de sayılmaz, sigorta memuru olarak çalıştığından burjuva değildir, burjuva ailesine doğduğu için işçi sınıfına girmez, büroda çalışır ama kendini bir yazar olarak duyumsar, ama tam bir yazar da değildir çünkü gücünü babasının hizmetine verir, Prag’da yaşar ama Praglı değildir. Peki nedir o zaman Kafka?
Ondan da öte kıskanacak derecede hayranlık duyduğum bir yönü var Albert Camus’un; felsefenin en kalıcı sorunlarını yirmili yaşlarında yazdığı romanlarla, denemelerle, tiyatro oyunlarıyla nasıl ortaya koyabildi?.. Klinik hiçbir verisi olmadan yalnızca doğuştan getirdiği iç yetileri ile bu kavramlara nasıl ulaşabildi?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Düzmece yaşamlarınızda para, mevki ve başarıyı bir kenara kaldırıp kendinize baktığınızda gerçekte kimsiniz ve geleceğe, yarının toplumlarına bırakacağınız iz ne olacak?
Dikkat edilirse biriyle ilk tanıştığımız zamanlarda çok şey anlatırız birbirimize. Hikâyelerimiz çoktur çünkü. Fakat aradan bir iki yıl geçti mi ilişki monotonlaşmaya başlar. Anlatılacak hikâyeler kurur, suskunluklara gömülürüz. Neden?
Hayatta hiçbir aşk kalıcı değildir, Hiçbir aşk kendi içinden beslenemez, imkânsızdır bu. Çünkü aşkın içinde devamlılık, süreklilik ve iki insanı besleyecek derece güç yoktur. Anlar, buluştuğunuz zamanlar vardır, insanı besleyen ortak kaynaklar vardır ama bu kaynaklar insanı bir yaşam boyu beslemez. [Jean-Paul Sartre]
Hiçbir kadın ve hiçbir erkek bir aşkla yaşayıp ölmez.
Annemin gözbebeklerinde hep kendi yansımamı gördüm. [Jean-Paul Sartre]
Ruhsal yönden yerinizde saydıran bir ilişkinin içerisinde yaşamayın der Lawrence. Çünkü sizi alıp götüreceği yer kendi tutsaklığıdır. Onun içinde boğulur ve yok olursunuz.
Son model arabalar, statü sembolü giysiler, doğayı yok ederek üzerine dizdiğimiz evler, yüzeysel ilişkiler Onlara koştukça doymayacak, doymadıkça tekrar onlara koşacağız.
Travmalarımızı sonuna kadar yaşayıp oradan aldığımız gerçekle, ruhumuzdaki neyi ateşleyebilir, hangi yetiyi ve ruhsal yapıyı yeniden canlandırabiliriz? Kendimizi yaratma sürecine nereden başlayabiliriz? Başlangıç olarak belki de kendimize ait çıplak bir yirmi dört saat
Virginia, Kendine Ait Bir Oda da, katışıksız ve basit bir biçimde kadın veya erkek olmak öldürücüdür; kişi, erkeksi kadın ya da kadınsı erkek olmalıdır diyerek feminizm, lezbiyenlik ve insanın eşitliği kavramından androjen kavramma ulaşır. Şayet insan eril ve dişil bütün algılarını bir bütün olarak aklı ile birlikte kullanmıyorsa, zaten ne yaşıyordur ne de yaratıyor der. Yaratıcı olmak ve yaratmak için doğuştan gelen kadın ve erkek yanlarınızı bir bütün halinde yaşayarak, zekâdan sezgiye giderek, oradan akla ulaşarak, bu yönlerinizi bir bütünlük içerisinde kullanmalısınız diye ekler.
Ölüm ailemizden hiç eksik olmadı, niye bilmem, bir babamda bu kadar oyalandı, gelmek bilmedi, onu geç aldı der Virgina.
Nasıl oldu da aklımdaki, zihnimdeki ‘kanser’ beni yaratıcılığa götürdü? [Virginia Woolf]

Hastalığı mı yaratıcılığı yarattı, yoksa yaratıcı olmak için normal düşüncelerin dışına çıkarak kendi içsel düşüncelerine, duygularına izin verme cesaretinde mi bulundu?

Başıma gelen en büyük felaket annemi kaybetmekti der.

Peki Virginia’nın gerçeği ilk nerede başlar? Annesinin yasında. Annesi öldüğünde henüz on üç yaşındadır. Üç yıllık yas döneminin ardından, ilk akıl hastalığı nöbetlerine on altı yaşında girer.

Babamın bencilliği benim utancımdı, yaşam enerjisini bencilliğinin sancılarından alıyordu.
Gerçek yaşamda, basit günlük kalıplara hiç mi hiç uymayan uçsuz bucaksız bir karmaşa vardır, hiçbir şeyin kesin bir başlangıcı, ortası ya da sonu yoktur.
[Virginia Wolf]
Bir şeyi hakkıyla öğrenmek istiyorsanız, en iyi bildiğiniz pilav tarifini bile ömrünüzde ilk kez duyuyormuş gibi dinlemelisiniz. Hakikat ve kavramların çıplaklığı ancak bu yolla size geçer.
Bir insanın, içbeniyle buluşmadığı ve kendi çabasıyla içsel varlığına dönmediği müddetçe var olamayacağına ve bunun çok değerli olduğuna inanıyorum.
Okumak ve edebiyat varsa SIRADAN YAŞAMAK yoktur
Zaman zaman annemin şöyle dediğini bilirim, Bu kız nereden çıktı? . Yani beni o kadar kendi ailesine benzetemiyor ki bu varlık da nereden çıktı diyor . Aynı Kurtlarla Koşan Kadınlar’daki Çirkin Ördek hikayesi gibi.
Bilindiği gibi Oscar Wilde da bir zindana atılır ama oradan yok olarak çıkar.Dostoyevski ise zindandan varlığı ile çıktı. Demek ki derinlikler, en dipler, içsel varlıklar gerçekten bizim gerçeğimiz.
Dostoyevski bana ne öğretmiştir satır aralarında, Acı, verimliliktir.
İnsan olmak bir trajedidir. der Dostoyevski.
Dostoyevski’nin Sibirya’sına bir gün trenle yolculuk ederseniz onun yaşadığı uzaklığı, sürgün edilmiş o koyu yalnızlığını iliklerinize kadar hissedersiniz.
Dostoyevski’nin yazdıklarını ve insanı anlatış biçimini okudukça kendi varoluşum ve dibe inişim, kendimi keşfetme yolculuğumda korku ve kaygılarıma, kıskançlığıma, bencilliğime, alansızlığıma girdikçe Dostoyevski’nin bunları nasıl yarattığına hem hayranlık hem de merak duydum.
Dostoyevski kendi yoksulluğu içinde insanı algılarken sanki ben de kendi yoksunluğumun içinde onun insan kavramı ile paralel gitmeye başlamıştım o yıllar.
Yazmadan yaşayabilmemin yolu yoktu. Benliğimin bileşimi yalnızca yazdığım zamanlarda düzenlenebiliyor. Yazmazsam hiçbir şey bir bütün oluşturmuyor ve hiçbir şey gerçek olmuyor. der Virginia Woolf. Benliğinin paramparça olmasını ancak yazarak engeller.
İç monoloğun tehlikeleri vardır, riskleri göz korkutucudur.Tehlikesi nereden gelir, çıplaklığından. Gerçekleri olduğu gibi sansürsüz algılatışından. Sahtekarlığı görür ve gördüklerinden korkar, korkunun da ötesinde sahtekarlığı yapan kişiye karşı öfke ve nefret duyguları uyandırır.
Virginia Woolf’un kurduğu iç monologa babada hiç rastlamayız, bencildir baba. Babamın bencilliği benim utancımdı, yaşam enerjisini bencilliğinin sancılarından alıyordu. der
Peki iç monolog nereye girmektir? Bilinçaltı eşiğini delerek daha aşağıya, derinlere, Jung’un karanlık bölge diye adlandırdığı ruhun kuytularına, en saf, en çıplak bölgemize inmektir.
İç monolog, içsel algı, bilinç akışı kavramları üzerinde kafa yorduğum yıllarda ise yolum bir deha ile kesişti: Virginia Woolf
Yazarlar bana en önemli meselenin yaşamdaki sorunlar karşısında farklı düşünebilmek olduğunu gösterdiler. O zaman kendi içimdeki sorunları anlaşılabilir, çözülebilir bir zenginlik olarak gördüm.
Dostoyevski ile kendimi anlamaya çalıştığımda zaten Dostoyevski kendi içinde diğer yazarlara yol açmış oldu. Nasıl yol açtı? Dostoyevski varoluşçuları tanımladı bana. Varoluştan Sartre’a gittim, Sartre’dan Simone’a
Bireylerin sözel ve sözsüz etkileşimlerinde doğal bir potansiyel olarak bulunan iyileştirici gücü açık ve sistematize kılmak ve böylece kendini tanımlamak OKUMAK ve EDEBİYAT varsa sıradan yaşamak yoktur, buna inanıyorum.
Dostoyevski okumalarımda daha sonra Yeraltından Notlar’a çarptım. İyi bir çarpıştı.Bilinçten bilinçaltına giriş. Dönüşümümü bana veren ilk eser. Dışarı çıkma cesareti verdi.
Ölene dek hiç durmaksızın gelişiminize devam edin

Andre Gide

Bilinçaltı bilinç üstünde rolünü oynuyor, seçimlerini yapıyor fakat biz henüz başlangıç noktasındayken o seçimleri bilinçli yaptığımızı bilmiyoruz. Bunu ne zaman yakalıyoruz? Onu yaşarken.
Kendim kendimi anlayabilirim. Kendimi kavrayabilirim. Kendimi yaşayabilirim. Gerçeğin sadece bu olduğuna inanıyorum. Bir insanın, içbeniyle buluşmadığı ve kendi çabasıyla içsel varlığına dönmediği müddetçe var olamayacağına ve bunun çok değerli olduğuna inanıyorum. Benim için iç monolog, içiyle bütünleşmek yaşamsal bir gerçek.
Kendi iç benliğimize girmeden, kendi çıplaklığımızı yaşamadan diğer insanların bize yaptığı yorumlar üzerinden kendimizi tanımaya kalkıyor, onların algılarını kendi gerçeğimiz sanarak yansımalarla yaşıyoruz.İşin tuhafı, karşımızdakilerde kendi iç dünyalarına hiç dönmeden bize teşhisler koymaya, hakkımızda yorumlar yapmaya, nokta koymaya pek hevesli ve meraklı oluyorlar.
Kendi karanlığınıza girin ve oradan aldığınız size ait içsel mücevherlerinizle yukarı çıkın. Dostoyevski
Aşk, varolmuş benliğimle, varlığını kendi benliğiyle tamamlamış bir insanla yaşayacağım ilişkidir. Tamamlanmamış benliğinin içsel ihtiyaçlarını tamamladığın bir insana duyulan duygu ise aşk değil, ihtiyacın bencilliğidir der Dostoyevski.
Kusurlarımız varoluşumuzdur. Onların halledilmesi değil, bilinmesi gerekir
Bir insanı okutun, bir insana senfoni bileti alın, bir insana kitap alın, bir insana tiyatro bileti alın. Gidebileceğiniz tek içsel zenginlik sanat.
Ben de yazarları hep arkadaş, bir dost gibi görenlerdenim. Çünkü onlarda çok değerli bir şey keşfettim. Onların yaşamlarında da bizim gibi kendi hikayeleri var, fakat sezgi güçleri çok güçlü olduğu için o hikayeleri çözebiliyorlar. Ben de onları okuyarak, anlayarak kendimi anlayıp çözebileceğime inanıyorum.
Ruhsal yönden yerinizde saydıran bir ilişkinin içerisinde yaşamayın der Lawrence. Çünkü sizi alıp götüreceği yer kendi tutsaklığıdır. Onun içinde boğulur ve yok olursunuz.
Süreç, iz sürmek Her seferinde farklı bir bilgiye ulaşmak kendi içinde, aynanda, kendinde.
Sanki bir görme yolu açmışlardı. Kendini okuyabilmek ti en zorlu okuma ve en anlamlı hediye
Aşkı ve cinselliğimi yaşadığım tek bir yer var, o da zekadır.
Virginia Woolf
“Hep geleceğe dayanarak yaşarız: ‘yarın’ , ‘ileride’ , ‘iyi bir işim olunca’ bu tutarsızlıklara hayran kalmamak elde değil, çünkü ne de olsa ölmek var işin içinde.” Ona ve dolayısıyla insanlığa yapacağımız en önemli iyilik, onun herhangi bir düşünce sistemini “bugün ve şimdi” hayata geçirmek olur. Ruhumun derinliklerine işlemiş o sözünü hiç unutmadan : Varoluş ertelenmez.
“Düzmece yaşamlarınızda para, mevki ve başarıyı bir kenara kaldırıp kendinize baktığınızda gerçekte kimsiniz ve geleceğe, yarının toplumlarına bırakacağınız iz ne olacak?”
“Ruhsal yönden yerinizde saydıran bir ilişkinin içerisinde yaşamayın” der Lawrence. “Çünkü sizi alıp götüreceği yer kendi tutsaklığıdır. Onun içinde boğulur ve yok olursunuz.”
Kendim kendimi anlayabilirim. Kendimi kavrayabilirim. Kendimi yaşayabilirim. Gerçeğin sadece bu olduğuna inanıyorum. Bir insanın, iç beyniyle buluşmadığı ve kendi çabasıyla içsel varlığına dönmediği müddetçe var olamayacağına ve bunun çok değerli olduğuna inanıyorum. Benim için monolog, içiyle bütünleşmek yaşamsal bir gerçek.
Bilinç altı bilinç üstünde rolünü oynuyor, seçimlerini yapıyor fakat biz henüz başlangıç noktasındayken o seçimleri bilinçli yaptığımızı bilmiyoruz. Bunu ne zaman yakalıyoruz? Onu yaşarken.
Kendi iç benliğimize girmeden, kendi çıplaklığımızı yaşamadan diğer insanların bize yaptığı yorumlar üzerinden kendimizi tanımaya kalkıyor, onların algılarını kendi gerçeğimiz sanarak yansımalarla yaşıyoruz.İşin tuhafı, karşımızdakilerde kendi iç dünyalarına hiç dönmeden bize teşhisler koymaya, hakkımızda yorumlar yapmaya, nokta koymaya pek hevesli ve meraklı oluyorlar.
Bir şeye takılmış gidiyoruz. Yüzeyde bir kavrama takıldık. Kavram ne? Kendimiz olmayan bir insan yaratarak kurtulacağımızı sanmak.
Bu nedenle acı, ruhsal yapımızın niteliğinin varlığını hissettiğimiz can damarıdır.
Bugün Dostoyevski’nin hala güncel olmasının tek nedeni varsa, o da hiç tükenmeyen bir konu olan insanı derinlemesine işlemesi.
Kusurlarımız varoluşumuzdur. Onların halledilmesi değil, bilinmesi gerekir.
Yazarlar bana en önemli meselenin yaşamdaki sorunlar karşısında farklı düşünebilmek olduğunu gösterdiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir