İçeriğe geç

Dünyanın En Güzel Tarihi Kitap Alıntıları – Hubert Reeves

Hubert Reeves kitaplarından Dünyanın En Güzel Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Dünyanın En Güzel Tarihi Kitap Alıntıları

Bu iş 1952’de, 25 yaşında genç bir kimyacı olan Stanley Miller tarafından başarıldı. Yaşamdan önceki koşullar neden laboratuvarda yapay olarak yaratılamasın? -dedi Miller- ve meslektaşlarının alaylarına hedef olmaktan çekindiği için gizlice bir deneye kalkıştı. Bir cam balona ilkel Dünya atmosferindeki gazları -metan, amonyak, hidrojen, su buharı- doldurdu, biraz da karbondioksit ekledi. Okyanusa benzetlemek için balonu suyla doldurdu, enerji vermek için ısıttı ve bir hafta boyunca, şimşek ve yıldırım etkisi elde etmek üzere, içinde kıvılcımlar çaktırdı. Deney sonunda balonun dibinde kırmızı-turuncu bir çökelek belirdi; bu madde, yaşamın bileşenleri olan amino-asitleri içeriyordu!.. Bunların bu kadar yalın elementlerle imal edilebileceğini kimse düşünmeye cesaret edememişti o güne dek. Bilim dünyası derin bir şaşkınlığa düştü. Cansız maddeyle canlılık arasında ilk köprü kurulmuş oluyordu
Ölüm de cinsellik kadar önemlidir: Doğanın gelişme­ sini sürdürülebilmek için ihtiyaç duyduğu atomları, molekül­leri, mineral tuzlarını yeni baştan dolanıma sokar. Sayıları Büyük Patlama’dan beri değişmeden kalmış olan atomları dev ölçülerde bir yeniden harmanlama sürecine tabi tutar. Ölüm sayesinde canlılar dünyası kendini yenileyebilir, adeta yeniden doğar.
Cinsellik neden ikili bir temele oturmuş? Üçlü olsa ol­maz mıydı?

— Genlerin karışımı, iki DNA iplikçiğiyle, bir “ikileşme” (duplication) sürecini devreye sokuyor. Döllenmiş bir yumur- ı.ıda kromozom çiftlerinin harmanlanması son derece karma­ şık bir biyolojik mekanizma gerektirir. İki yerine üç genetik mirası katıp karmak söz konusu olsaydı, bu mekanizmanın ı,ok daha karmaşık olması gerekirdi. Bazı türler bu tip bir cin­ sellik icat etmişlerse bile, görüldüğü kadarıyla varlıklarını sürdürememişler.

— Evet. Üzerinde su bulunan ve sıcak bir yıldızdan uy­gun bir uzaklıkta yer alan her gezegen, bazı karmaşık mole­küller ve ortamlarıyla kimyasal madde değiş tokuşuna girebi­lecek küçük “topacıklar” (globules) biriktirme olanağına sa­hiptir. Böylece, kimyasal evrim bir zorunluluktan ötekine atlaya atlaya sonuçta en ilkel canlı varlıklara ulaşabilir.
sadece Hıristiyan dini değil birçok başka mi­toloji de Dünya’nın yaratılışını bir ışık patlamasıyla açıklıyor.
Eğer in­sanın maymundan türediği doğruysa, dua edelim de bunu
kimse duymasın!
“Siz bize göğe nasıl gidilir, onu söyleyin; biz de size göğün nasıl ‘gittiğini’ söyleyelim.
Bilim öğrenir, din öğretir.

Birinin itici gücü kuşku ise, ötekinin tutkalı, çimentosu da inançtı

Işık saniyede 300 000 kilometre, yani bizim ölçüleri­mize göre son derece yüksek bir hızla yolculuk eder. Evren’in ölçülerine göre ise bu çok önemsiz bir hızdır. Işık bize Ay’dan bir saniyede, Güneş’ten sekiz dakikada gelir; oysa en yakın yıldızdan bize ulaşmak için dört yıl, Vega’dan sekiz yıl, kimi gökadalardan gelmek için ise milyarlarca yıl yol almak zo­rundadır. Şimdi teleskoplarımız çok uzak gökcisimlerini, örneğin parlaklıkları bizim tüm gökadamızın on bin misline va­ran quasar’ları, gözlememizi sağlamaktadır. Bunların bazıla­rı 12 milyar ışık yılı uzaklıktadır. Demek ki onları 12 milyar yıl önce bulundukları durumda görüyoruz.
Biz kendimiz de Büyük Patlama’nın tozundan oluşmuşuz. Belki de Evren’in Belleğini benliğimizde taşıyoruz, kim bilir?.
Geçmişte, canlılığın ortaya çıkma olasılığının, bir maymunun daktilo başında Shakespeare’in eserlerini yazması olasılığına eşit olduğu söyleniyordu. Bugünse uygun ve elverişli bir gezegenin yüzeyinde yaşamanın ortaya çıkmasının hiç de olasılık dışı olmadığını düşünmek için birçok nedenimiz var.
Çiçeklerle dolu bir dünyada birtakım akıllı küçük maymunlar doğuyor. Bunların torunları, kuraklığa direnebilmek için, arka ayakları üzerinde dikiliyorlar ve yeni bir evren keşfediyorlar.
Eski Dünya ölüyor, bir yenisi doğuyor; oportünist bir iki ayaklı buna egemen oluyor ve gezegeni ele geçiriyor. Sanatı, sevgiyi, savaşı icat ediyor ve kendi kökenlerini sorguluyor.
ama toplumlar böyledir: Anlamaya hazır olmadıkları yeniliğin bulucusuna kulak asmazlar. Yeni fikrin uygulamaya konulup yayılması için topluluğun bütünün de belli bir olgunluk düzeyine erişmesini beklemek gerekir.
Doğa ile savaş halindeyiz.
Eğer kazanırsak, kaybedeceğiz..
Bugünkü insanlık,belli bir bilinçli düşünce aşamasına varmış olmakla birlikte,bana hâlâ çok genç görünüyor.Yüzyılımızda karşılaştığımız güçlüklerin önemli bir kısmı,hâlâ birçok insan topluluğunun Dünya hakkında çok sınırlı bir bilgisi olmasından ileri geliyor.
Karmaşıklık, yaşam ve bilinç daha Evren’in ilk anlarından beri potansiyel olarak vardılar,sanki yasaların yapısına,biçimine kazınmışlar gibi. Zorunluluk olarak değil de olabilirlik olarak.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
2000 yıl boyunca felsefe geleneği Evren’in ebedi ve değişmez olduğunu gerçek saydı.Aristo bu konudaki görüşlerini açıkça dile getirdi ve onun fikirleri 2500 yıldan daha fazla uzun bir süre boyunca Batı düşüncesine egemen oldu.Aristo’ya göre yıldızlar bozulup yok olmayan bir maddeden yapılmışlardır ve göklerin görünümü de hiçbir zaman değişmez. Bugün, yeni araçlarımız sayesinde biliyoruz ki Aristo yanılıyordu. Yıldızlar da doğuyor ve birkaç milyon ya da milyar yıl yaşadıktan sonra,ölüyorlar. Çekirdeksel yakıtlarını tüketmek suretiyle parlıyorlar ve yakıt bitince sönüyorlar. Hatta yaşlarını bile saptayabiliyoruz.
Çok hoş bir masal bu:İnsan ,suyla balçıktan heykelcikler yapan tanrılar tarafından biçimlendiriliyor Bu benzerlik bir rastlantı mı,yoksa sonradan yapılmış bir saptama mı?
Belki de insan düşüncesinin ,çocuklarda gördüğümüz gibi ,bazı yalın sezgileri var da bilim sonradan bunları doğrulayabiliyor Kim bilir?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Zamanından ileri,öncü bir yargı bu;gerçekten de yaşam bir kez ortaya çıkınca her yeri istila etti,kendi köklerini de yedi ve kendisiyle eş zamanlı olarak başka evrim tiplerinin sürmesine engel oldu.
17.yüzyılda ünlü bir hekim fare yapmanın reçetesini bile vermişti:Bir avuç buğday tanesiyle insan terini iyice emmiş kirli bir gömlek alınır;hepsi birden bir sandığa konur ve yirmi bir gün beklenir.Ne kolay değil mi?
Aynı zamanda ,evrimin bu ilk perdesinde büyük bir benzeşirlik,bir tek biçimlilik yer almış gibi görünüyor
Doğru.Evren uzayın her yerinde aynı yapıları kurdu.En uzak yıldızlarda ve gökadalarda bile,laboratuvarlarımızda var olmayan tek bir atom gözleyemedik.
Burada,Tanrı’nın Dünya’yı yaratmadan önce ne yaptığını soran ilk Hıristiyanların durumunda bulunuyoruz.Yaygın yanıt şöyleydi:Kendi kendilerine bu soruyu soranlar için cehennemi hazırlıyordu! ”Aziz Augustinus bu fikirde değildi.Böyle bir soegulamanın güçlüğünü görmüştü:Bu soruyu zamanın yaratılıştan “önce” de var olduğunu varsayıyordu.Augustinus yanıt olarak,yaratılışın sadece maddenin değil,zamanın da yararılışı olduğunu söylüyordu!
Evren’in gözünde biz küçücük ve önemsiz kıvılcımlardan başka bir şey değiliz.Keşke bunu unutmama bilgeliğini gösterebilseydik!
Evren’ in gözünde biz küçücük ve önemsiz kıvılcımlardan başka bir şey değiliz. Keşke bunu unutmama bilgeliğini gösterebilseydik!
Evren’in gözünde biz küçücük ve önemsiz kıvılcımlardan başka bir şey değiliz. Keşke bunu unutmama bilgeliğini gösterebilseydik!..
Bilim yapsa yapsa gözlem yapar. Doğmatik olamaz. Gerçekliğin her zaman bilinenden daha karmaşık olduğunu bilir.
Ne bembeyaz ne simsiyah. Renk yaşama sıkı sıkıya bağlı.
Neden bir şeyler var da hiçbir şey yok değil?
Ve ışık oldu
Evren’in gözünde biz küçücük ve önemsiz kıvılcımlardan başka bir şey değiliz. Keşke bunu unutmama bilgeliğini gösterebilseydik!..
—öyleyse insanı nasıl tanımlamalı? Bilinçle mi ? Sevgiyle mi?
— Heyecanla, bu kesin. Ama özellikle, daha yüksek bir düşünme düzeyinde yer alan ölüm bilinciyle. Her bireyin biricik ve yeri doldurulamaz olduğunu; bir canlının yok olmasının geri döndürülemez bir dram olduğunu fark etmiş olmak: bence halk arasında fikir (ŕeflexion) denen şeyin, düşünebilen bilincin tanımının ana öğesi işte bu olurdu. Tabi bu öz-bilinci, başkaları, çevre ve zaman hakkındaki bilinci de kapsıyor.
—Kozmik dramı üç evre halinde özetleyebiliriz: Doğa karmaşıklığı doğuruyor; karmaşıklık etkililiği doğuruyor; ve etkililik de karmaşıklığı yok edebiliyor!..
—yani?..
— 20.yüzyılda insanlar kendilerini yok etmenin iki yolunu buldular: aşırı nükleer silahlanma ve çevrenin bozulması. Karmaşıklık yaşayabilir mi? Doğanın böyle kendi kendini tehdit eder bir evrim düzeyine ulaşması, onun hesabına iyi bir fikir mi? Zekâ zehirli bir armağan mı yoksa?..
Geeçekten yıldızların çocuklarıyız.
Fikir rahatsız edici, değil mi? Elbette, zira yıllanmış, yüzyıllanmış kesinliklere, inançlara sataşıyor, önyargıların kabuklarını kaldırıyor; ama eski çağlardan beri bu hep böyle olmuş: Bilgiler biriktikçe sürekli olarak insanı gerçek yerine oturtmuş durmuş. Kendimizi Evren’in göbeğinde sanmıyor muyduk? Kopernik, Galile ve diğerleri çıkagelip yanlışımızı düzeltiverdiler: Hayır, dediler, orta halli bir gökadanın dış mahallelerinde yer bulmuş sıradan bir gezegende yaşıyoruz. Özgün ve benzersiz, öteki canlıların dışında yaratıklar olduğumuzu düşünmüyor muyduk? Ne yazık! Darwin bizi hayvanların ortak evrim ağacının bir dalına tünetiverdi Şimdi bir kez daha, yutkuna yutkuna yersiz gururumuzu içimize atmak zorundayız: Biz evrensel yapılaşma, örgenleşme sürecinin son ürünleriyiz, o kadar
Teleskop bir zamanda geri gitme makinesidir. Tarihçilere eski Roma’yı görmek hiçbir zaman kısmet olmayacaktır, ama astrofizikçiler geçmişi gerçekten görebilir, gökcisimlerini eski durumları içinde gözleyebilirler. Orion bulutsusunu (nebula) Roma İmparatorluğu’nun sonlarındaki durumunda görüyoruz. Çıplak gözle görülebilen Andromeda gökadası ise 2 milyon yıllık bir görüntü
—Ramapithecus daldan düştükten sonra da hâlâ insanla maymun arasındaki zincirin eksik halkasını aramaya devam ediliyor mu?
—Bu deyim yanlış, zira bugünkü insanla bugünkü maymun arasında bir ara-tür bulunduğunu varsayıyor. Aranan bu değil, insanlarla Afrikalı büyük maymunların ortak atası; biri şempanzelerle gorillere, öteki de Australopithecus’ lar yoluyla insanlara giden iki ayrı dalın çatallaştığı yer. Her şey bu yol ayrımının tarihine bağlı.
Ölüm bireye verilen bir armağan sayılamaz kuşkusuz, ama hiç kuşkusuz türe verilmiş bir ödüldür, primdir :
onun, optimal performans düzeyini korumasını sağlar.
Bize bir sürü rastlantıdan doğmuş gibi görünüyorsa bu, girildikleri halde hiçbir yere çıkmamış milyonlarca yolu unuttuğumuz içindir. Öykümüz yeniden kurgulayabildiğimiz tek öyküdür. Bize bu kadar olağanüstü görünmesinin nedeni de budur.
—Bir molekülün hem bir biçim hem de öteki moleküller için bir tür ‘bilgi’ (enformasyon) olması anlamında, bir çeşit kimyasal bellekten söz edilebilir. Bu biçimler birbirlerinin bütünleyicisidir; aralarında duygudaşlık vardır, birbirlerini tanırlar ve iç içe geçebilirler. Moleküller dünyası bir imler( göstergeler) dünyası, kimya da onun dilidir.
Yaşamdan önceki koşullar neden laboratuvarda yapay olarak yaratılmasın? -dedi MILLER-

Bir cam balona ilkel Dünya atmosferindeki gazları-metan,amonyak,hidrojen,su buharı- doldurdu, biraz da karbondioksit ekledi. Okyanusu benzetlemek için balonu suyla doldurdu, enerji vermek için ısıttı ve bir hafta boyunca , şimşek ve yıldırım etkisi elde etmek üzere, içinde kıvılcımlar çaktırdı. Deney sonunda balonun dibinde kırmızı-turuncu bir çökelek belirdi; bu madde, yaşamın bileşenleri olan aminoasitleri içeriyordu!..

– İnsanın ortaya çıkışı, özgür istemin gelişmesi, dolayısıyla da artık varlık nedeni kalmayan içgüdünün zayıflaması anlamına geliyor. İçgüdü artık uygulanamaz oluyor, çünkü önünde bilgiye dayalı özgür bir seçim var; bilgi ise bilincin ürünü. Doğal ayıklanma artık insan türünü ilgilendirmiyor.
“Tarihimizi anlamak, olup biteni daha iyi görmek için geri çekilebilmemizi sağlar; eylemlerimize bir yön, bir “anlam” ve hiç kuşkusuz bize daha çok bilgelik verir.”
“Ölen soydaşlarını gömmek, resim yapmak, yarara yönelik olmayan eylemlerde bulunmak, bazı törensel (ritüel) davranışlar göstermek, bütün bunlar zaman kavramını keşfetmek demektir; kendini bir evrene yerleştirmek demektir.”
“Anlamaya hazır olmadıklarında bir yeniliğin bulucusuna kulak asmazlar. Yeni fikrin uygulamaya konulup yayılması için topluluğun bütününün de belli bir olgunluk düzeyine erişmesini beklemek gerekir.”
“İnsan Afrika’da küçük bir “ocaktan” yola çıkmış, yavaş yavaş Afrika’nın bütününe, sonra Dünya’ya yayılmış; şimdi de adım adım Güneş sistemine giriyor ”
“Ölüm bireye verilen bir armağan sayılamaz kuşkusuz, ama hiç kuşkusuz türe verilmiş bir ödüldür, primdir.”
“Yaşam da böyledir işte. Bize bir sürü rastlantıdan doğmuş gibi görünüyorsa da bu, girildikleri halde hiçbir yere çıkmamış milyonlarca yolu unuttuğumuz içindir. Öykümüz yeniden kurgulayabildiğimiz tek öyküdür. Bize bu kadar olağanüstü görünmesinin nedeni de budur.”
“- Canlılar dünyası renksiz olamıyormuş demek?
-Galiba öyle. Ne bembeyaz ne simsiyah. Renk yaşama sıkı sıkıya bağlı.”
“Bir bakıma yaşam tüm dünyaya “bulaşan” bir enfeksiyon.”
Toplumlar, anlamaya hazır olmadıkları yeniliğin bulucusuna kulak asmazlar. Yeni fikrin uygulanmaya konulup yayılması için topluluğun bütününün de belli bir olgunluk düzeyine erişmesini beklemek gerekir.
Toplumlar, anlamaya hazır olmadıkları yeniliğin bulucusuna kulak asmazlar. Yeni fikrin uygulanmaya konulup yayılması için topluluğun bütününün de belli bir olgunluk düzeyine erişmesini beklemek gerekir
Anlamaya hazır olmadıkları bir yeniliğin bulucusuna kulak asmazlar.
Eski Dünya ölüyor, bir yenisi doğuyor; oportünist bir iki ayaklı yaratık buna egemen oluyor ve gezegeni ele geçiriyor. Sanatı, sevgiyi, savaşı icat ediyor ve kendi kökenlerini sorguluyor.
ağaçların, bir saldırganın varlığını birbirlerine uzaktan haber verdikleri biliniyor.
yaşam tüm Dünya’ya bulaşan bir enfeksiyon.
yaşam bir kez ortaya çıkınca her yeri istila etti, kendi köklerinide yedi ve kendisiyle eşzamanlı olarak başka evrim tiplerinin sürmesine engel oldu.
Koca Evren’de bir toz tanesi
Bilim dünyayı anlamaya çalışır; dinler (ve felsefeler) ise genellikle insan yaşamına bir anlam verme görevini üstlenmişlerdir.
İnsanlığın oldukça yakın bir gelecekte başka gezegenlere yerleşeceği, benim için tartışılması gerekmeyen bir gerçek
Niçin yaşıyoruz? Neden bir dünya var? Neden buradayız?
Bir bakıma yaşam tüm Dünya’ya “bulaşan” bir enfeksiyon.
Bazen bu tür şeyleri insanların suratına bağırmak geliyor içimden. Dünya’yı istila eden ve ezen roketlerimizden ve para sistemimizden büyük bir gurur duyuyoruz, ama kendi dışlanmış birey ve gruplarımız karşısında acınacak durumdayız.
Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?..
İşte sorulması gereken gerçek sorular..
Herkes kendince yanıt aradı bunlara: kimi bir yıldızin göz kırpışında, kimi okyanusun gel gitlerinde, kimi bir kadının bakışlarında ya da yeni doğmuş bir bebeğin gülücüklerinde..
Niçin yaşıyoruz?
Neden bir dünya var?
Neden buradayız?
Alçak dalları yemeleri tehlikesi bulunan bazı hayvanlar yaklaşınca, kimi ağaçlar bazı uçucu maddeler salgılıyor; bunlar ağaçtan ağaca tüm topluluğa yayılıp protein üretiminde değişiklik yapıyor ve yapraklara hayvanların beğenmeyeceği kötü bir tat veriyor.
Hücreler bölündükçe genetik mesajlarındaki hataları da tekrarlamış, çoğaltmış olurlar ve bu hatalar giderek birikir. Sonunda hata sayısı o kadar yükselir ki organizma bozulmaya başlar ve ölür. Bu kaçınılmaz bir olaydır. Ölüm bireye verilen bir armağan sayılamaz kuşkusuz, ama hiç kuşkusuz türe verilmiş bir ödüldür, primdir: Onun, optimal performans düzeyini korumasını sağlar.
Gerçekten yıldızların çocuklarıyız.
Fikir rahatsız edici, değil mi? Elbette, zira yıllanmış, yüzyıllanmış kesinliklere, inançlara sataşıyor, önyargıların kabuklarını kaldırıyor; ama eski çağlardan beri bu hep böyle olmuş: Bilgiler biriktikçe sürekli olarak insanı gerçek yerine oturtmuş durmuş. Kendimizi Evren’in göbeğinde sanmıyor muyduk? Kopernik, Galile ve diğerleri çıkagelip yanlışımızı düzeltiverdiler: Hayır, dediler, orta halli bir gökadanın dış mahallelerinde yer bulmuş sıradan bir gezegende yaşıyoruz. Özgün ve benzersiz, öteki canlıların dışında yaratıklar olduğumuzu düşünmüyor muyduk? Ne yazık! Darwin bizi hayvanların ortak evrim ağacının bir dalına tünetiverdi Şimdi bir kez daha, yutkuna yutkuna yersiz gururumuzu içimize atmak durumundayız: Biz evrensel yapılaşma, örgenleşme sürecinin son ürünleriyiz, o kadar
Evren’in gözünde biz küçük ve önemsiz kıvılcımlardan başka bir şey değiliz. Keşke bunu unutmama bilgeliğini gösterebilseydik!..
Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?.. İşte sorulmaya değer gerçek sorular Herkes kendince yanıt aradı bunlara: Kimi bir yıldızın göz kırpışlarında, kimi okyanusun gelgitlerinde, kimi bir kadının bakışlarında ya da yeni doğmuş bir bebeğin gülücüklerinde Niçin yaşıyoruz? Neden bir dünya var? Neden buradayız?
Biz mirasçılarız ve miras aldığımız şeyden sorumluyuz. Bu güzel Dünya tarihinin devam etmesi için gerekeni yapmak bizim görevimiz.
Toplumlar böyledir: Anlamaya hazır olmadıkları bir yeniliğin bulucusuna kulak asmazlar. Yeni fikrin uygulamaya konulup yayılması için topluluğun bütününün de belli bir olgunluk düzeyine erişmesini beklemek gerekir.
Bu öykü bize olağanüstü ve akıl almaz geliyorsa, bu sadece kahramanı onu bize anlatabildiği içindir. Acıklı bir sonla biten milyonlarca asker öyküsü vardır, ama ne yazık ki kahramanları gelip de bunları bize anlatacak durumda değillerdir. Yaşam da işte böyledir. Bize bir sürü rastlantıdan doğmuş gibi görünüyorsa bu, girildikleri halde hiçbir yere çıkmamış milyonlarca yolu unuttuğumuz içindir.
Gezegenimizin 4,5 milyar yıllık ömrünü bir güne indirger ve gezegenin saat 00.00’da doğduğunu varsayarsak, canlılık sabahın 05’ine doğru ortaya çıkacak ve bütün gün gelişimini sürdürecektir. Bu ölçekte ilk yumuşakçalar ancak saat 20’ye doğru belirir. Sonra, dinozorlar saat 23.00’te meydana çıkıp 23.40’ta kaybolarak alanı memelilerin hızlı gelişmeleri için serbest bırakırlar. Bizim atalarımız ise saat 24.00’ten önceki son beş dakikada sahneye girerler; beyin hacimlerinin iki misline çıkması da en son dakikada gerçekleşir. Sanayi devrimi ise ancak yüzde bir saniye önce başlamıştır.
Bilim dünyayı anlamaya çalışır; dinler ve felsefeler ise genellikle insan yaşamına anlam verme görevini üstlenir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir