İçeriğe geç

Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi Kitap Alıntıları – Ziya Nur Aksun

Ziya Nur Aksun kitaplarından Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi kitap alıntıları sizlerle…

Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi Kitap Alıntıları

Milli görüş ve anlayış, milli ve milliyetçi bir hareketi doğurmuştur. Bu hareket, Şeyh Edebali gibi gönül pirleri; Çandarlı Hoca Paşa gibi ilim ülkücülerini beklemektedir.
Fena Fi’d Devle Ve’l-mille ( Devlet ve Millet Kavramında Erimiş Olan )
Şu Türk’teki merâtib ve an’âne tutkusu nedir? Kabirlerinde bile, an’âne ve merâtib var Dünyâsında ve ahiretinde dahi nizâm Ecdâdın nizâma bu kadar bağlı oluşuna bakıyorum da, günümüzdeki hâlimizi bir fevzâ hâli olarak görüyorum Herhalde, nizâm; dâima nizâm An’âneye ve imânımıza uygun nizâm.. Bizi tarihen en şanlı millet yapan da bu nizâm değil mi? Maddesine, mânâsına, dünyâsına ve ahiretine, çobanına ve pâdişahına, habeşî kölesine ve halifesine şâmil, ulvî ve müteâli nizâm .
Yalnız, dünyâ Türklerinin bugün çok mühim bir derdi vardır. Bu da kültür problemidir. Meselâ yazı ve lisân….. Türkler bugün üç alfabeli bir millettir. Anlaşma ve haberleşme vasıtalarının alabildiğine geliştiği günümüzde, Türk topluluklarının kültürü sistemli olarak parçalanmaktadır. Bunu içimizde bile, uydurma dil cereyânı ile serâzât yapan ahmaklar vardır. Türk dünyâsının en büyük dâvâsı, müşterek kültürü inkişâf ettirmek ve kuvvetlendirmek olmalıdır. Bereket versin ki, müşterek millî kültürün maddî ve mânevi en kuvvetli harcı olan sünnî müslümanlık, Türk benliğinin ayrılmaz bir parçası ve ölçüsü olmuştur. Türk’ün ruhuna işlemiş ve anânesiyle karışarak mukaddes bir mâhiyet almış olan bu imân, her çeşit mekanik baskılara karşı yıkılmaz ve sed halindedir. Bu seddi kuvvetlendirici bir husus da Türk’ün lisanına ve an’ânelerine verdiği büyük ve mukaddes kıymettir. Bunlar, Rus komünizmi altındaki Türk’ü bile millet olarak ayakta tutmaktadır.»
Türk için devlet, onsuz olunmayan, onsuz yaşanılmayacak, ekmek gibi, su gibi, hattâ onlardan daha da Zarurî bir varlık hâlinde. Geçende olan ve gazetelere aynı zamanda akseden hâdise ne müthiş. Balkanların en uzak yerinden gelen bir Bosnalı âile; bugûn Çin’in elinde bulunan Sinkiang, yâni Şarkî Türkistan’dan gelen bir grub; Yeşilköy hava meydanına iniyorlar ve toprak öpüyorlar. Çeşitli kıyafetler içinde yanyana iki resim Biri garbın da garbından, biri şarkın da şarkından gelenlere âit
Bunda, milletimizin bütün hasletleri, müfekkiresi, zihnîyeti, dünyaya bakışı, yayıldığı azîm saha, engin imânı, üstün devler idrâki.. hepsi hepsi ayân beyân görünmekte »
“Türkiyenin varlığı ve Türk aleminin istikbali, Rusyanın kuvvetiyle ters orantılıdır. O halde Türk siyaseti, Rus emellerine karşı olmalıdır.”
«Bir de hıyanet mes’elesi var. Her 5-10 yılda bir, 5-15 bin kişiyi hain ilân ediyoruz. Cumhuriyet kuruldu, bütün saltanat erkân ve erbâbı hain ilàn edildi, DP iktidara geldi, CHP’yi hain ilân etti. 27 Mayıs oldu, DP hain sayıldı. Bu usûl millete şeref vermez. Bu yol, millete hakarettir. Yanlış düşünen, hata eden, ileriyi göremeyenler vardır, amma, kitle halinde hain bu milletten çıkmaz Gafletle hıyâneti karıştıracak kadar gafil olmamak gerekir. Türkiye’nin siyasî an’ânesi çingene obasına benzedi. Herkes çergisinin direğine tutunmuş, diğerine küfür ateşi açıyor. Gelecek nesillere siyâset örneği verirken iftira ve hakaretten başka şeyler gösteremiyeceğiz. Velhasıl, siyasetin, daha doğrusu mücadelenin usûlü âdîleşti, edâsı âdîleşti, kelimesi âdîleşti. Ve bu asâletten mahrûm curcunaya demokrasi dendi.»
«Türkiye Karadeniz’den Hind Okyanusu’na kadar dayanan bir kara parçası içinde, sanayi için gerekli ham maddelere sâhip yegâne ülkedir. Diğerleri Irak, Suriye, Ürdün, Arabistan; Yemen; Kuveyt; Bahreyn, hattâ Misır petrol, pamuk ve buğdaydan gayrı maddelerden mahrumdur. Bu bölge, Türkiye de dahil olduğu takdirde, dünya ekonomi – politiğine yön veren beş stratejik maddeye mâliktir. Bunlar: Demir, kömür, buğ- day, pamuk ve petrol’dür.»
Bununla beraber, Türkiye’deki dert çok derindir ve köklüdür. Milletiyle tam bir duyuş ve düşünce zıddiyeti içine girmiş aydın kitlenin mevcudiyeti, istikbalimizi tehdid etmektedir. Bir an evvel bir çâre bulmak mecburiyetindeyiz. Muhakkak milli şuura, inanca ve imâna yer veren ve ona istinad eden bir maarif, âcilen lüzumlu.
Meselâ ahâli, gittiğimiz yerde bize bu devlet işidir, neden muhtelif partilerdeki meb’uslar birleşip anlaşmıyorsunuz?» Halkımızın düşüncesi, devlet işinde bu tarzda bir mücadeleyi ve ayrılığı kabul edemiyor. Onlara dedim ki: «Yahu, bizim işimiz bu, bizi oraya anlaşmak için değil, tepişmek için gönderiyorsunuz. Bizim vazifemiz, muhalifimizin ak dediğine kara demek.»
Tabiî çok yüksek bir devlet idrâkine ve anânesine sâhip olan halk, bunu anlamıyor. Anlamamakta da haklı. Meselâ; Birinci Büyük Millet Meclisi neden tutuluyor ? Mustafa Kemal’in bir teklifine «evet» diyor, bir teklifine «hayır» diyor. Bir vekili istifaya mecbûr ediyor, diğerini onun yerine tayin ediyor. Bu meclis, hakikaten büyük ve muvaffak bir meclis. Mensuplarının birçoğunu medreseliler ve halktan adamlar teşkil ediyor. Halktan olan adamların birçoğu, bizim münevverin câhil diye istifaf ettiği tiplerden. Fakat çok yüksek bir hamiyetle ve şuurla dolular. Ahâli, kendini anlamayan bugünkü münevvere karşı, böyle bir meclis istiyor.»
Merhum, bu mes’ellerde çok yüksek şuurla düşünen bir adamdı. Mes’eleyi önce yavaştan aldı. Ve, «Onların yaptığı, çok büyük bir fedâkarlıktır; devlet için kendi hânedânından ve âilesinden kan fedakârlığı yapmak çok büyük bir şeydir.» dedi. Beni tatmin etmiyor.» dedi. Rahmetli biraz hiddetli bir lisanla: «Beni tam mânasıyla tatmin ediyor. Osmanlı tarihinde kardeş katli kadar beni tatmin eden, yüksek bir hayranlığa sevkeden başka mevzu yoktur diyebilirim» kanaatini serdetti.
Bir gün jiple giderken, yakınlardaki bir Türkmen köyünde yolumuzu kestiler. «Efendi, seni göndermeyiz» dediler. Hemen hazırlık yaparak, bize bir koyun kestiler. Onlar eti gayet çabuk pişirirler. Orada yaşlı bir Türkmen arfe’si var’dı.Onlarda arfe diye, âdet ve an’ânelerini iyi bilene ve bir nev’i kadılık yapana derler. Bana önce «Türk’ün cihângir olacağına imânın var mi ?» diye sordu. «Elbette var» dedim. «Şu uşaklar buna inanmıyor» diye, bir kaç yeni yetişme ve okumak-çta olan genci gösterdi. Sonra da «Bunun kitab’da yeri vardır; İnanmayan kâfir olur hâ» dedi.»

«Bu sözü sonradan tedkik ettim. Bâzı müfessirlerin Sure-i Mâide’deki bir ayeti kastederek, «Allahın sevdiği kavmîn, Türkler olduğunu» söylediklerini anladım. Bu âyetin meâli: «Ey müminler ! Sizden, dininden dönenlerin yerine Allah yakında bir kavim getirir ki,Allah onları sever, onlarda da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı mütevazi ve mütezellil, kâfirlere karşı ise şiddetli ve izzetlidirler. Allah yolunda cihâd ederler ve kimsenin levminden kòrkmazlar» şeklindedir. Hakikaten bu tavsif, Türk’ün ve Osmanlının tarih içindeki vazifesine uygun gelmektedir. Yâni bu ayetteki tebşîrâta, yüksek hasletleri ve davranışları ile Türk lâyık olmuştur, denilebilir.»

Garblılaşma cereyanına kapılanlar, sanki bunu husûle getirmek medenîlik alameti imiş gibi bir gayret içine girmişlerdir. Tanzmattan beri başlayan hürriyet ve parlemento hikâyeleri böyledir. Hürriyetin adı yokken, kendi vardı; adını öğrendiğimiz günden beri de tadı kalmadı.
«Bizde Avrupa’daki gibi bir derebeylik ve feodalite hiç olmamıştı. Aristokrasi ise bize tamamen yabancı- dır. Osmanlı Hânedânı için bile aristokrattır demek mümkün değil. Avrupa’nın parlementer rejimi ve demokrasisi bile daha evvel geçirdiği, feodaliteyle ve aristokratik devirle alâkalı Bizim tarihimizde halkı ezen, ona eşyâ gibi bakan bir rejim asla olmamıştır. İşin garibi bizim halk tabakası yukarıya, yani idarecisine daima hürmetkâr şekilde bakmıştır. Buna mukabil idâreci de halkı, hattâ reâyâyı «vediatullah» olarak görmüş; ona ne kadarhizmet ederse o kadar yükseleceğine inanmıştır. Esâsen bizim idâreciler, halkın içinden çıkmışlar; hattâ ve çok defa içtimâi bakımdan, cemiyetin tabanından yükselip gelmişlerdir. Bu yükselişte en büyük unsur da, şahsî kaabiliyetleri, zekâları ve yüksek ahlâkları olmuştur. Meselâ, şeyhülislâmların bir çoğu köylü çocuklarıdır. Vezirlerin büyük kısmı da öyle. Belli başlı âilelerden gelenler ise parmakla gösterilecek kadar azdır.
«Bir yanda devleti yönetmek için varlıkları zaruri olan tâyinli kurumlar, diğer yanda milletin seçimi ile gelen siyâsi iktidar ! Menşei, menfaati, dünya görüşü, içtimâi kıymet hükümleri, yâni her şeyi ile birbirinden zit iki varlığın devlet yönetminde yanyana bulunmak zarureti İşte devlet idâresini imkánsız kilan tek âmil.»

«Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat’a kadarki devresinde böyle bir zıddiyet yok. Makâm-ı Saltanat, Ocak ve askerî teşkilât, ilmîye ve kalemîye sınıfları hep milletteki inanış ve imanın, an’âne ve kıymet hükümlerinin üzerine oturmakta ve onlara uygun bulunmakta. Tımarlı Sipahi teşkilâtı, ayân ve ocaklı beğlikler, yâni hânedanlar, aynı uygunluğun içinde. Sipahi’nin servet ve kudreti, aldığı öşre, yâni halkın kazancının artmasına bağlı. Sipahi’nin huzur ve sükûnun devamında menfaati var.
Öşür ise, dinî itikadın olduğundan, mükellefin kaçınması da mevzubahis olmuyor.»
«Hukuk’un temeli de milletin imânına dayandığından, «Şeriatın kestiği parmak acımaz» düstûru ile ifâde edilen bir kabûl hali mevcut.»

«Halbuki, Tanzimat’tan sonra kurulan müesseseler Türk Milleti’nin tarihî köklerine bağlı olmadan, batıya benzemek maksadıyla teşkil edilmiş olduğundan, milletin menfaatlerine, itikadlarına, inançlarına aykırı bir gelişme takip etti. Bu kurumların mensubları, kendilerini, milletin üstünde, ona hizmet için değil, onu ıslah için vazifeli kimseler gibi davrandılar. Böylece, sâbit maaşlı, merkeze bağlı, milletten kopuk bir zümre ortaya çıktı. Bu zıtlaşma Cumhuriyet’e kadar artarak geldi. Cumhuriyet’ten sonra halk ile müesseseler aykırılığı daha bâriz bir şekil aldı. Lâiklik fikrinin yanlış tefsiri milletle maaşlılar arasındaki bağları büsbütün kopardı.»
«CHP iktidarı, bir müessese iktidarı şeklinde tecelli etti. Halkın irâdesi sorulmadığı için de bir mes’ele çıkmadı. Ufak tefek kıpırdanmalar da gayet sert şekilde önlendi.»

«Burada birçoklarımızın garip bir kanaatına da temas etmek isterim. Bu da: «Canım efendim, bizim Yemen’de, Mısır’da, Selânik’te, Manastır’da, Sofya’da ne işimiz vardı?» şeklinde dile getirilen teessüfe sezâ sualdir. Buna karşı: «İngiltere’nin Yemen’de ne işi var? Rusya’nın Almanyada, Çekoslavakya’da, Türkistan’da, Buhara’da, Semerkant’da ne işi var? Amerikanın Viet nam’da ne işi var?» diye sormak herhalde en kestirmesi. Bu devletin tebaası, kendi hükûmetlerine bu suali sormuyolar. Soranlar ise, tabiî ki! «büyük devlet» olmak vasfını hemen kaybeder. Birisi bana bunu sordu, ben de «Neden?» diye karşıladım. O: «Tabiî efendim, Selânik, Sofya, Manastır zaten bizim değildi.» dedi. Ben de «Yahu, buralar, yâni Anadolu neden senin oluyor?! Burada neden duruyorsan orada da onun için vardın. Buralar ne kadar seninse, oralar da o kadar senindi ve hâlâ da senin. Biz Selânik’i İstanbul’dan yüz sene evvel aldık, İstanbul’daki oturuşumuz daha Selânik’teki kalışımıza varmadı. «Anadolu» ismi bile rumcadan geliyor, şark memleketi demek. Bu senin telâkkin bize âit bir koku taşımıyor. Kilise günnüğü kokuyor. Çünkü Avrupa «Buralar senin değil, sen bir nomadsın, Orta Asya’dan geldin, yine oraya git» deyip duruyor. Malazgirt’ten beri yaptığı yüzlerce Haçlı Seferi’yle hep bunu söyledi. Buna, bir de bilir bilmez ve idrâksizce, sen iştirâk etme birader.» dedim. Birşey diyemedi. Biz bu zihniyetteki heriflerin kanaatine takılıp kalsaydık, tarihin en büyük ve kudretli devletini kurup, üç asır cihân hâkimi olmaktan vazgeçtim, buralarda bile kalamazdık.»
Arapların bizi arkadan vurması işine gelince, bu ayrı bir problemdir.Bizi arkadan vuran kimdir? Şerif Hüseyin ve oğullarıyla, onlarca ve dolayısiyle İngilizlerce satın alınmış, beş-on bedevi Arab kabilesi. Önce Şerif Hüseyin ile oğullarına bakalım. Şerif’in Hicaz Kralliğı beş sene bile sürmemiş ve 1924 de İbnüs Suud’a mağlub olarak, İngilizlerce Kibris’ta ikamete mecbur edilmiş; yani hapsedilmiştir. Oğlu Ürdün Krali Abdullah ise kendisiyle görüşen bir diplomatımızın manalı davranışı üzerine: Aklınızdan ne geçtğini anlıyorum. Devletine ihanet eden bir kimsenin misafiri olmaktan üzüntü duyablirsiniz. Pederim Kıbrıs’ta iken bir gün buraya izinli geldi. Sarayın bahçesindeki bando «Cezayir» ve «İzmir» marşlarını çalıyordu. Onun üzüleceğini düşünerek, salonun pancurlarını kapattırmak istedim. Bunun sebebini anlayan pederim:
“Oğlum, pencereyi biraz daha aç ! Onları doya doya dinleyelim. Biz devlet’i metbuâmiza ihânet eden adamlarız. istanbul’da 17 sene süren ikametimizde hepimiz mes’ud ve bahtiyar idik.
Sizler şehzade gibi idiniz. Siz meb’us, ben Şüra-yı Devlet azası idim, Ne akla uyduk da bu işlere karıştık, Allah bizim cezamızı veriyor. Benim niyazım, cezamızın çoğunu dünyada çekelim de, ahirete günahları azalmış olarak gidelim demiştir. Arkadaşlar, malumdur ki. Haşimi Sülalesine baglı olduklarını iddia eden bu adamların hemen hepsi, feci bir hatimeye uğramışlardır
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
«Abdülhamid iktidarı, bu sloğanlarla devriliyor. On sene içinde, Tuna’dan Yemen’e ve Trablusgarb’a kadar uzanan bir devlet yele veriliyor. Hiç olmayacak şeylerin peşinde koşmakla, kendi kendimizi yapan bü- yüklüklerimizi yıkmakla vakit geçirdik. «Kıyâfetimiz ilerlememize mânîdir» dedik, onu değiştirdik. 72 milleti idâre ettiğimiz, âdil hukukumuz geridir dedik, onu değiştirdik. «Başımızdaki serpuş geriliğimizin sebebidir» dedik, değiştirdik. «Gerliğimiz, anayasamız olmamasın- dandır» dedik, 100 sene onunla uğraştık; hâlâ da uğraşı- yoruz. Şu tabla veya eşyâ «ferde âittir», «devlete âittir» dâvâsıyla meşgul olduk. «Yazımız ilerlememize mânidir, lisanımız terakkiye sed çekmektedir» dedik, onları değiştirdik. İlerleme için bu haltları karıştıran, dünyada bir millet yoktur ve olmamıştır. Bunları yapan bir milletin ilerlediğini de tarih kaydetmemektedir. Japonlar bugün çok ileri seviyeye vardılar. 30 bin hiyerogliften teşekkül eden alfabelerini «değiştirelim» demediler; Şintoizm diye anılan dinlerinin terakkiye mani olduğunu söylemediler
«Osmanlı târihinde bu misâller o kadar çok ki, nereye elini atsan, böyle yüksek bir devlet şuuru görüyorsun. Bu vasıf, 18 nci Asra kadar gelen ricâlde çok daha belirgin. Başta padişahlar olmak üzere sadrazamlar, şeyhülislâmlar, gazâ ile meşgul bütün ecdâdımız, hemen hemen aynı telâkkide: devlette fâni olmuş, onda erimiş adamlar hüviyetinde.
Meselâ Murad Hüdâvendigâr’ın Allah’tan zafer ve şehadet isteyişi, Fâtih’in ayaklarında. zahmet olduğu ve yürüyemediği halde ölüm yolculuğu olan son seferine çıkışı; Kanunî’nin Tanrı’ya «Yarabbi, nezdinde husül bulmadık recam, kabul edilmedik duâm olmadı, şehâdet isterim.» diye yalvararak Zigetvar’a gidişi, II. Mustafa’nın Theiss Suyu’nda, ordunun mağlub oluşu üzerine, âdetâ şok geçirip, birkaç gün konuşamaması;
II. Süleyman’ın kımıldamayacak derecede hasta olduğu halde, ricâl-i devletçe münasip görüldüğü için Edirne’ya ve mutlak bir ölüme gidişi; I. Hamid’in Özü’nün düşüşü üzerine nüzûl isâbetinden vefat etmesi Hep böyle yüksek bir devlet idrâkinin tezâhürleri »
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
«Devletin kudretine bakın ki, hem Nemçe, hem İran, hem de Celâlî beliyesiyle uğraşıyor Celâlî kıyâmları, bir felâket ve uzun bir dâhîlî harb hüviyetinde.»
«Paşa ihtiyar yaşıyle at sırtında boyuna tâkip ile meşgul. Bazen altı gün, altı gece at üzerinde gidiyor. Takadı kesilince indiriliyor; bir iki saat yere uzatılıyor. O sırada kendisini görenler ölmüş zannediyorlar. Hatta yakınları bile bir kaç defa öldüğünü sanıyorlar. Kısa bir dinlenmeden sonra yine kalkıyor; yeniden tâkib »
«Celâlîlere karşı bazı büyük muharebeler veriliyor. Paşa, harp meydanında atından inip iki rekât namaz kılıyor; ağlıyarak yüzünü topraklara sürüyor: «İlâhî, ihtiyarlığıma merhamet eyle, dîn-i mübine hizmet ettiğim senin mâ’lümundur; nâmus-i şeriâtı telvis eden bed-mezheblere karşı senden yardınm ve muvaffakiyet niyâz lenim.» diye Allah’a yalvarıyor.»
«Anadolu’yu bu hâlet-i rûkîye ile devlete yeniden râm ediyor. Bu hareketleri kendisine birçok düşman kazandırıyor.
«Merzifonlu’nun idam emrini getiren bostancıbaşı ile yanındaki cellâda karşı tavrı nedir? Pâdişahın kendisini azlettiği hakkındaki hat geldiği zaman, Paşa, Belgrad Paşa Sarayı’nda öğle namazını kılmaktadır. Mağlûbiyete uğrayan her vezir gibi, âkibetinin ne olacağını bilmektedir. Bostancıyı almış, kabul etmiş, sunduğu fermanı öpüp başına koymuş ve okumuştur. Haberciye, hakkında azilden başkabir emr-i pâdişâhî bulunup bulunmadığını sormuş ve «beli Sultanım» cevabını almıştır. Bunun üzerine abdest tâzeleyerek iki rekât namaz kılmış; vücudunun toprağa düşmesini temin için, yerdeki haliçeyi kaldırmış, kıbleye dönerek, cellâdlara «Şöyle bir hoşça tutun» demiş; kelime-i şahadet getirerek ruhunu teslim etmiştir.» «Onun sâkit ve sâmit, fakat dindârâne ve vakûrâne bir huşû ile teslim-i can edişi, devlete ve pâdişaha karşı duyulan hudutsuz itaatin ne asil bir tezâhürüdür. Osmanlı kudretinin o akıl almaz büyüklüğünün istinat ettiği mânevî temel, devlet idrâkinde. ulaştıkları, erişilmez merhaledir.»

Ya o Budin Beğlerbeği, 80’lik vezir, Uzun İbrahim Paşa’nın hareketine ne buyurulur? Kurulan Harb Divanında, Viyana Seferine itiraz etmiş; «Evvelâ Yanık gibi etraf kaleleri düşürelim, bilâhare ve gelecek sene Muhasaraya girişelim, fakat yine siz alemsüz yine siz bilirsiniz» diye fikrini söylemiştir. Bilâhare mağlûb olununca Sadrazam, onun idâmina karar vermiştir. Buna bazı hataları da sebep olmuştur. İdam edilmeden, Sultan’a bir mektup yazmış, bîgünah olarak gittiğini, Sadrazam’ın kendisine gadrettiğinį bildirmiştir; «fakat zinhar Padişahım ona kıymayınız devleti bu bâdireden kurtaracak yine odur, yeri doldurulmaz bir vezirdir» demiştir, Bu ne büyüklüktür.. Adam gadret öldürüldüğünü söylüyor; Merzifonluya düşman olması lâzım. Belkide düşman. Fakat önce devleti düşünüyor; onu giriftar olduğu bâdireden kurtaracak adam ise ancak kendį düşmanı. Fakat onun için en büyük şey devlet İşte bundan dolayı Pâdişah’a «zinhâr ona kıyma» diyor.

«Hammer, bu vak’a için «Roma’da bile görülmez» diyor. Nerde görülür ki!..

Adamlar, ölürken bile devleti düşünüyorlar; onunla dopdolular. Zâten devlete, ne kadar canla başla hizmet ederlerse, o yola ne kadar fedakârlık ederlerse, ilâhî rizâya o kadar fazla nâil olacaklarına kaaniler.»

Bu tâbir, Osmanlı Târihini okurken, pâdişahların. vüzerrânın ve ricâl-i devletin etvâr ve hareketlerine hay. ranlığımın neticesi olarak ilk defa benim hatırıma gelmişti. Adamlar, devletle okadar haşır neşir olmuşlardı: onu, o kadar mukaddes görüyorlardı ki, onların bu hallerini ancak tasavvuftaki «fenâ fi’l-lah» tâbirliyle izahın imkânı vardı. Bu sebeple, onların ruhî hallerini ve fikrî idrâklerini «fenâ fi’d devlet ve’l-mille» tâbiriyle tavsif etmiştim.
Sonra bâzm Osmanlı müelliflerinin de aynı tâbiri kullandıklarını görmüştüm. Meselâ Cevdet, bir hususî mecliste Fuad Paşa’nın, Ali Paşa’ya «Sizin yanınızda Köprülü Paşalar filan nedir» cinsinden müdahalelerde bulunmuş; buna dayanmayan vak’anüvis: «Köprülü fe- nâ fi’d-devle olmuş bir adamdı. Rükûa varmış devleti ayağa kaldırmağa hasr-ı efkâr etti, muvaffak da oldu. Şimdi de böyle fedakâr bir vezir olsa bu devleti ihyâ eder. Siz ondan mâlümâtlısınız. Lâkin bahçe tanzim etmek, yakınlarınızı kayırmak gibi işlerle meşgülsünüz.» cevabını vermişti.
«Daha evvelki Yeniçeri kıyâmlarına gitmeğe lüzum yok. Çünkü, onlarda bir sistem ve gâyesî mevcut değil. Muhtelif sebeplere vücut bulan, kendine mahsus bir an’âneye göre cereyân eden kıyâmlar Hattâ bunların zararları yanında, kendine göre faydalı neticeleri olduğu bile söylenebilir. Cemiyetteki rehâvet haline karşı reaksiyon olarak doğduğu, bir ikâz şeklinde göründüğü, disiplinli bir idâreyi dâvet edip, yeni bir hamleye vücut verdiğini iddia bile mümkündür. Meselâ, Genç Osman’ın şehâdetiyle doğan karışıklıkların arkasından IV. Murad’ın zuhûru, Sultan katlinin arkasından IV. Mehmet’in tahta çıkışı ve Köprülüler’in çalışmaları, 1730 Patrona ihtilâli’nin akabinde Avusturya ve Rusya ittifakına karşı Belgrad’ı yeniden alışımız gibi. »
«27 Mayıs, Türkiye’nin ve yakın târihimizin, mühim dönüm noktalarından biridir. Kendinden evvelki inkılập hareketlerinin bir devâmı gibi ortaya çıkmış olmasına rağmen, onlardan ayrıldığı noktalar da vardır. Bu hareket son elli senelik nizâmın bütün zaaflarını ve kat’i olarak yürüyemediğini, yürüyemeyeceğini göstermiştir. Biz, hakikaten son elli senenin bir bilançosunu yaptık. Bunda ak ile kara belli olmuştur. Yıkılan şu şahıs veya bu parti değildir. Hakikatte yürümeyen, yürümeyecek olan’dır. Ömrünü tamamlamış ve bitmiş olan bir şey vardır. Esas mühim olan, bunu görmektir. Ölüyü yaşatmaya çalışmak, ebesle iştigâldir Fakat bunu arkadaşlar anlamadılar.»
«Bu hareketin mühim bir noktası da, millî bir müessese olan Ordu adına yapıldığı için, tarafgîrlikten tamamen uzak olması zarureti idi. İlk anda buna rîayet edildi. Demokrat Parti idârecileri için, sayın’lı ifâdeler kullanıldı, Fakat işe, tarafgîr politikacılar karıştıkça, bu büyük ve zarurî millî idrâkten de uzaklaşıldı Halbuki bu hususta çok hassasiyet göstermek lâzımdı Ne ise
Acâibliğe bakın ki, tam yüz seneden beri anayasa mes’elesiyle meşgulüz! Delinin bilmem nesiyle oynadığı gibi, anayasa ile oynuyoruz. Kanun-i Esâsileri Teşkilat-ı Esâsîye Kanunları Anayasa’ları, bunların tâdileri takip edip durmada Bu bize ne getirdi? Hiç Hâlâ yan- lıştan vazgeçtiğimizi söyleyebilir miyiz?
Sultan Aziz’in hal’i ve şehâdeti devlete ciddî bir karışıklık vücuda getirmiş; bir kavimler halitasından ibâret olan Meclis-i Meb’usân ise, marazı büsbütün artırmıştır. Türk’ün menfaatlerinin böyle bir meclisle muhafaza edilemeyeceğine kaani olan Sultan Abdülhamid, «ya Meclis, ya Devlet» şıklarından birini Zaruretinde kalmış ve tabiatiyle devleti tercih etmiştir.»
«Bir takım sorumsuz kişilerden ibaret olan, Jön tercih Türk nâmiyle anılan ne idüğü belirsiz ve milli kültürden kopuk aydınlar «hürriyetlerimizin gâsıbı, müstebid kızıl sutan» diye ona çatmışlardır. Canım, devlet mi mühim, yoksa hürriyet mi? Devlet olmadıktan sonra, hürriyet’i ve meşrutiyeti ne yapacaksın?»
Bizde bu ‘yeni bir şey lâfı , aydınların diline pelesenk ettikleri değersiz bir deyim. ‘Yeni yeni’ diye bir sürü değersiz, kıymetsiz, aslı astarı olmayan şeylere sarılıp duruyoruz. ‘ Yeni’ iyi demek değil; ‘yeni’ gerçek demek değil; ‘yeni’ ihtiyaç demek değil. Biz bu dipsiz ‘yeni’ deyimine böyle şaşkın bir istekle sarıldıkça, başımıza felaketler gelmesi kaderimiz olur. Bu felaketler de ‘yeni’ olur, fakat herhalde ‘iyi’ olmazlar.
Her halde nizam ; daima nizam An’aneye ve imanımıza uygun nizam.. Bizi tarihte en şanlı millet yapan da bu değil mi? Maddesini , manasını , dünyasını ve ahretini , çobanını ve padişahını ,Habeş kölesini ve halifesini kapsayan , yüce ve yüksek nizam ,
Sebat ve iradenin kaynağı tam bilenmemekte ise de , herhalde iman,vecd ve kendine güvenden doğmaktadır.
Diğer bir politikacı kalkar , doğa kanunu’ndan – ne garip kelime ; ‘ boğa ‘ vezninde – söz eder.’ Toprak işleyenin,su kullananın ‘ der.Deyim bu , biraz sonra ‘ Para çalanın ; at binenin , kılıç kuşananın , namus kirletenin ; hak dövenin ; hukuk sövenin ; zafer bunun topunun nanesini belleyenin ilh ‘ haline gelir.Doğa kanunun’dan söz eden de bir boğanın boynuzlarıyla karşılaşır, boğar mı boğulur mu , onu bilmem.Düzenle oynanmaz.Hele millet ve devlet düzeni oyuna gelmez.
Geri kalmışlığın en büyük ölçüsü , tarih bilincinden yoksunluktur.
Burada hazin olan nokta, ilericilik adı altında ortaya çıkan öz be öz Türk çocuklarının , propagandaya kapılıp , istilacının siyasi emellerine alet olmalarıdır.
Bizim Kırım Hanlığı’na bağlı bir devlet olan Polonya, bugün,(1974’de) Rusya’nın elindedir.Kırım Hanlığı’nın adı sanı silinmiştir.İşin garibi , iki asır önce bir tane Rus’un bulunmadığı Kırım’da bugün bir tane Türk kalmamıştır.
Türk Milleti’nin kaderi için hiçbir zaman saklamadığı gücü, kanıdır.’
İnandığımız değerlerle, arzuladığımız değerlerin zıtlığı , içinde bulunduğumuz anarşinin ve fetretin sebebidir.
Askeri terbiyenin, ordu geleneklerinin gereği bu idi.İtaat, yüreklilik,ağırbaşlılık ve vefa ocağı, mensuplarını kârlıya değil,iyiye ve güzele can atan kişiler olarak yetiştirir.
Orduyu, yalnız şeref duygusu hareket ettirir.Ve şerefine tecavüz edildiğini sanması, benzine kıvılcım sıçratmış olur.
Kişi, para uğruna, ölüme yüzde elli şans tanımaz.Zira ölünün servete ihtiyacı kalmaz.
Ordu, büyük,tarihi ve manevi bir varlıktır.Nutuk söylemez, makale yazmaz, beyanat vermez.Dilsizdir fakat akılsız değildir.Düşünür, önlem alır ve yapar.Her subay memleketin güvenlik ve selametinden kendini sorumlu sayar.O konuşursa herkes susar.
Ziya Nur Aksun denince bu cümle gelir,
şeyhül münevverihîn sevenleri böyle dillendiririmiş adını..
rahmet olsun hocama..
O, memlekete hizmet eden adamların hizmetleri ölçüsünde takdir edilmesi, yanlış işler yapanların, hataları miktarınca eleştirilmeleri gerektiği kanaatindeydi. Hiçbir zaman, hattâ siyasî hasımları hakkında bile, âdi eleştirilere tenezzül etmemiş; onların yaktıklarını ve fikirlerini, hep yukarı perdeden tartışmış bir adamdı.
Büyük kumandanlık keskin, kesin ve doğru gözlem ile anî ve duruma uygun karara dayanır. Gözlemleri, yargıları, karar yeteneği kesin, anî ve doğru olmayan adam, büyük kumandan olamaz ve zafer kazanamaz.
, bizim ölçülerimiz bize özgüdür. Batı’nın ölçüleriyle kendimizi ölçüp tartmaya kalkarsak, yanılırız ve şaşırırız. Moltke’nin dediklerinden şunu da çıkarabiliriz: Abd (kul) olmadan Efendi olunmaz. Padişahlarvda Allah’ın Abdi’dirler, yani kölesidirler.
Şunu söyleyeyim ki, bizim mirasımızdan en fazla faydalanan Rusya olmuştur. Elimizden
Kırım’ı, Romanya’yı, Bulgaristan’ı, Kuban’ı, Kuzey Kafkasya’yı, Azerbaycan’ı alarak sınırlarını doğuda Kars’a, batıda Edirne’ye dayamıştır (1974 itibariyle).
Bu konuda çok duyarlı olmamız, parti kavgalarını, boş hürriyet palavralarını, sosyalizm tartışmalarını bırakarak, milli beraberliğe, milli inanca ve imana sarılıp ciddi bir sanayi hamlesine girişmemiz lâzımdır. Burada, yok özel teşebbüs, yok devlet teşebbüsü gibi lafları da bırakmak lazımdır. Bütün milli güçleri, özel şahıslara ait olsun, devlet elinde bulunsun, bütün milli sermayeyi seferber etmemiz gerekir.
Ağır sanayii, yerli ve yabancı sermaye ve ilim gücü ile, ikili anlaşmalarla, devletçe ciddi şekilde teşvik ederek, kurmak zorundayız. Bunu yapabilmek için milletimizin inancına, milli görüşlerine, ondaki büyük devlet anlayışına yaslanmamız lâzımdır Boş palavralarla, devrimcilik, ilericilik yutturmacalarıyla kaybedilen zamanlar ve imkânlar, geleceğimizi her geçen gün karartacak kadar korkunçtur.
Evet ama dünya değişti. Yeni bir şeyler yapmak lâzım gibi bir lâf etti. Merhum bu söze gülerek, Dünyanın değiştiği filân yok canım. Denizleri, karaları ve kıtalarıyla 500 sene önceki dünya
ne ise, bugün de o. Siyasi noktadan, devletler ve milletler noktasından kastediyorsan o başka. Dün dünyanın en büyük devleti idik. Bugün bir Balkan hükümetinden biraz yukarı bir siyasi varlığız. Fakat şunu söyleyeyim ki, dünyada 200-300 senelik değişmeyen siyasetler de var. Önemli olan, bu değişmeyenleri iyi görmek ve değerlendirebilmek. Meselâ, sıcak denizlere inmek Rusya’nın iki buçuk asırlık değişmez siyaseti; onu indirmemek de bizim ve Batı’nın
değişmeyen siyaseti. Hala bu siyaset yüzünden ayaktayız. Bunda yeni ne var? Bizde bu ‘yeni bir şey’ lâfı, aydınların diline pelesenk ettikleri değersiz bir deyim. Yeni yeni’ diye bir sürü değersiz, kıymetsiz, aslı astarı olmayan şeylere sarılıp duruyoruz. Yeni’ iyi demek değil; ‘yeni’ gerçek demek değil; ‘yeni’ ihtiyaç demek değil. Biz bu dipsiz ‘yeni’ deyimine böyle şaşkın bir istekle sarıldıkça, başımıza felâketler gelmesi kaderimiz olur. Bu felâketler de ‘yeni’ olur, fakat
herhalde ‘iyi’ olmazlar.
‘Ol kadardır bu hikâye, gerisi duruğ-ı binihaye’
(Bu hikâye bu kadardır, gerisi sonsuz yalan)
Türk Milleti’nin geleceği, kendi milliyetinden cıkmış, doğasındaki özellikleri yitirmiş, Doğu’dan Batı’da tuhaflık maddeleri arayan bir zavallılar grubuna bırakılamaz. Herhalde milletinin, büyük devlet anlayışına sahip, millî görüşüne bağlı, bir aydın grup çıkacaktır. Esasen, milletçe bunun gayreti ve faaliyeti içinde olduğumuz muhakkaktır.
Şaşkınlığımızla birlikte artan Avrupalılaşma fikrî ve bunun maymunlaşan bir taklit şeklinde ortaya çıkışı, esas muhtaç olduğumuz ilim ve tekniği bile tam almamıza engel olmuştu Bugün bile (1974 itibariyle) var. Sosyal konulardaki işlerimizde ise tam bir çıkmazda idik. Mesela Avrupa’daki ıslahat ile bizdeki arasında, esasta fark vardı. Orada herhangi bir şeyde görülen sakınca veya kusurun düzeltilmesine çalışılır ve bu düzeltme, mevcudu yaşatmak maksadı ile yapılır. Bizde ise ıslah tam bir yıkım manzarası arzeder. Mevcudu tereddütsüz yıkmakla, yerine daha iyi olduğu sanılan bir şeklin konulmasına çalışılır. Bu sebeple, bizim aydınlarımızca yeni, iyinin eş anlamlısı şeklinde görülür ve yine Bu sebeple bütün iyi şeylerimizi kıymetsiz yeniye tercih edip durduk.
Ona göre, Bizim gibi her şeyi ile millî olan, her şeyine kendi öz damgasını vuran ve vurabilen bir millet yoktur. Onun, tarihten çıkardığı hüküm buydu.
Bir yanda devleti yönetmek için varlıkları gerekli olan ‘atanmış kurumlar’, diğer yanda ‘milletin seçimi ile gelen siyasi iktidar!’ Kaynağı, menfaati, dünya görüşü, sosyal değer yargıları yani her şeyi ile birbirinden zıt iki varlığın devlet yönetiminde yan yana bulunmak zorunluluğu!. İşte devlet
idaresini imkânsız kılan tek sebep.
Türkmen köyleri beni sever ve hürmet ederdi.Bir gün , kaymakam ve jandarma kumandanı ile birlikte bir köye gittik.İkram edilen şeyleri önce bana veriyorlar.Dedim ki ,
#8212; Kaymakama verin.
Dinlemediler.Yine bildikleri gibi yaptılar.Tekrar ettim.
#8212;- Efendi , bizim işimize çok karışıyorsun.Bizim de bir sıramız var.Kaymakamla başefendi , sen varsın diye var ; sen olmasan onlar da olmaz , dedi.
Şaştım.Anlayışın , akıl erdirişin büyüklüğünü anladım.Yani , ORDU İLE DEVLETİ BİR TUTUYOR ; KUVVET OLARAK ORDU OLMASA , DİĞERLERİ DE YOK DİYORDU.Halktaki bu büyük anlayış , çok dikkat çekici.
Büyük milletlerin , kardeş kavimlerde reisliği üstlenenlerin hoşgörüleri de , afları da büyüktür.Yürekleri de geniştir.Şunu ifade edeyim ki , kendi idare ettiği bir millete , mensup bulunduğu Peygamberin hatırası için Kavm-i Necip- i Arap ( Soyu Temiz Arap Kavmi ) demek , herhalde ciddi bir büyüklüktür.
1960’da konuşmaması , sessiz ve tarafsız kalması gereken orduyu politikacılar konuşturdular. Biz ( askerler ) konuşunca da , tabiatiyle herkes sustu
Birtakım sorumsuz kişilerden ibaret olan , Jön Türk diye anılan ne idüğü belirsiz ve milli kültürden kopuk aydınlar ‘ hürriyetimizi zorla elimizden alan despot Kızıl Sultan ‘ diye ona çatmışlardır.Canım , devlet mi önemli yoksa hürriyet mi? Devlet olmadıktan sonra, hürriyeti ve meşrutiyeti ne yapacaksın ? ‘
Nitekim biz de aynı hataya düştük ve ‘ bir mükemmel anayasa yapılırsa , Türkiye’nin Almanya veya İngiltere düzeyine geleceğini ‘ sandık.Ne yapalım ki , Türk aydınının çok yanlış ve köklü eksikliklerinden biri de , bazı kavramlarda sihirli bir güç tasavvur etmesidir.Tabii bu , aydının kendine yabancılaşmasından doğmaktadır.Çünkü kendine yabancılaşma , milli ölçüyü kaybetme demektir.Milli ölçüyü kaybeden kimse ise , dış ve iç politika olaylarını , kendi milletinin çıkarlarına uygun bir şekilde değerlendirmekten yoksun olan adam demektir.
Millet yapma bir varlık değildir. Ne kahramanlar ne âlimler ne san’atkârlar bir millet imal edemezler. Millet, binlerce yıl içinde, kanın, iman’ın, duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş; ortak değer yargıları halinde billurlaşmış ortak davranışlar halinde görünmekte olan, haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan bir varlıktır. Atillâ’nın misafirlerine altın kaplar içinde yemek ikram ederken, tahta çanaktan tek türlü yemeğini yemesi ne ise, Yavuz Sultan Selim’in yemek usûlü de aynıdır. Atillâ’nın Bizans hükümdarına gönderdiği mektubun edâsı, üslübu, hitap tarzı ne ise, Kanuni’nin François’ ya gönderdiği mektubunki de öyledir. İşte millet, bu ayniyet
ve devamlılıktır.
On sene içinde, Tuna’dan Yemen’e ve Trablusgarb’a kadar uzanan bir devlet yele veriliyor.
Hiç olmayacak şeylerin peşinde koşmakla, bizi biz yapan büyüklüklerimizi yıkmakla vakit geçirdik. Giyim kuşamımız ilerlememize engeldir’ dedik, onu değiştirdik. 72 milleti idare ettiğimiz âdil hukukumuz geridir dedik, onu değiştirdik. ‘Başımızdaki serpuş geriliğimizin sebebidir’ dedik, değiştirdik. ‘Geriliğimiz, anayasamız olmamasındandır’ dedik, 100 sene onunla uğraştık; hâlâ da uğraşıyoruz. Şu tabla veya eşya ‘kişiye aittir’, ‘devlete aittir’ davasıyla meşgul olduk. ‘Yazımız ilerlememize engeldir, dilimiz gelişmemize ket vurmaktadır’ dedik, onları değiştirdik.
Türkiye biraz sonra ‘devrimler’ dönemine giriyor. ‘ilerleyeceğiz’ diye kendi ordumuzu kendimiz top ateşine tutuyoruz. Birtakım Batılılaşma hastaları türüyor. Pantolon giyer, pelerin taşır, fes vurunursak sorun çözülür’ diyorlar. Buna karşılık Kadızâdelilere’ benzeyen bir reaksiyon hareketi beliriyor. Ne onlar İslâm’ı anlıyor ne bunlar Batı’yı! Böylece, bir iç mücadele devri başlıyor.
Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş; egemenliğini Eski Dünya’nın her köşesinde yürütmüş bir milletiz. Bu imparatorlukların sonuncusu, bugüne kadarki
tarihin kaydedebildiği en kudretli, en âdil, en azametli bir varlık olan Osmanlı Devleti’dir.
diye söze başladı. Daha önceki denemelerin âdeta Osmanlı’yı vücuda getirmek, o büyük oluşumu gerçekleştirmek için yapılmış denemeler hüviyetinde olduğunuifade ederek:
Türk’ün devlet kuruculukta verdiği en büyük eser, en uyumlu yapı Osmanlı’dır dedi.
140 yıldır mecrasından çıkmış su misali, çamurlara bulanan Türk Milleti ve Türk Medeniyeti, tarihî yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir.
Halkımızı millî bir oluşa, yüksek bir ideale ve birliğe davet ediyordu.
Kendine dön, kendi büyük idealine, cihan kadar geniş devlet anlayışına, millî görüşüne sarıl
Üç Hilal’li bayrak için: Atalarımızın haşmeti idi; torunlarımızın azameti olacaktır. diyordu.
Adamlar, ölürken bile devleti düşünüyorlar, onunla dopdolular. Zaten devlete ne kadar canla başla hizmet ederlerse, İlâhî rızayı o kadar fazla kazanacaklarına inanıyorlar.
Ölüyü yaşatmaya çalışmak abesle meşgul olmaktır
Devlet olmadıktan sonra, hürriyeti ve meşrutiyeti ne yapacaksın?
Türk aydınının çok yanlış ve köklü eksikliklerinden biri de, bazı kavramlarda sihirli bir güç tasavvur etmesidir. Tabii bu, aydının kendine yabancılaşmasından doğmaktadır. Çünkü kendine yabancılaşma, milli ölçüyü kaybetme demektir. Milli ölçüyü kaybeden kimse ise, dış ve iç politika olaylarını, kendi
milletinin çıkarlarına uygun bir şekilde değerlendirmekten yoksun olan adam demektir.
Çok büyük felâketler geçirmiş, çok fecî belâlara uğramış, bütün bunlara karşı çok üstün yaşama azmi, direnci göstermiş bir milletiz. Bu yaşama azmi, direnci bizim geleceğe ümitle bakmamızı emreder.
O, âniden parlayan bir şimşek ve şiddetli bir gök gürültüsü ile Türk siyasi hayatına girmişti. İki sene süren bir ayrılıktan sonra memleketine dönerek, asıl milli ve kutsal mücadelesine başlamış; zihniyetinin yüksekliği, fikirlerinin genişliği, zekâsının keskinliği, muhakemesinin sagamlığı, çelik kadar sağlam karakteri, fakat gül yaprağından daha nazik tabiatı ve alçak gönüllülüğü ile milliyetçi ve muhafazakâr zümrelerin ufkunda, gittikçe büyüyen bir ziya (ışık) kütlesi hüviyetini kazanmıştır. Tıpkı bir ebemkuşağı gibi en sade ve açık milli renklerle çevrelenen bu verimli ziya kütlesinin ani ölümü kolumuzu kanadımızı kırmış, gönlümüzde tâkat (güç, kuvvet) bırakmamıştır.
Milletimiz, son yüzyılda yetiştirebildiği en büyük fikir, hareket ve dâvâ adamlarından birini, belki de en önemlisini kaybetti.
“üç beş şaşkın köpek, bize ‘gerici’, ‘yobaz’ derse ne lâzım gelir? bu çamurları, bir madalya gibi taşımak lâzımdır.”
#kitapşuuru
“türkiye, fena rehberlerin musallat olduğu bir memlekettir.”
#kitapşuuru
Sözün kısası, bizim ölçülerimiz bize özgüdür.
Batı’nın ölçüleri ile kendimizi ölçüp tartmaya kalkarsak, yanılır ve şaşarız.
Türk aydını halkının istediği adam olmak zorunda. Zannederim ki bu tip aydının hâkim olma sancıları ve gayretleri içindeyiz.
Dünyanın en hür diyarı Osmanlı ülkesidir; Tanrıya ve padişaha çatmadıktan sonra insan orada her şeyi yapmakta serbesttir.
Büyük milletler, ufku ve idealleri geniş milletlerdir. Bizim milletimiz halen bu niteliği taşımaktadır. Onun belini büken, kendi aydınının ondan uzaklaşmış ve ona zıt düşmüş olmasıdır. Bu uzaklaşışa son vermeye, milletimizdeki büyük görüş ve anlayışa dönmeye mecburuz. Bunun başka bir yolu yoktur!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir