Victor Hugo kitaplarından Doxsan Üçüncü İl kitap alıntıları sizlerle…
Doxsan Üçüncü İl Kitap Alıntıları
Her zamanki gibi, düşünmekten çok, hayal kuruyordu. Çünkü düşünen kişinin bir amacı vardır,ama hayal kuranın yoktur.
Merak, bazen korkuyu bastırır ve böyle bir durumda bu duyguyu hissetmeyecek hiç kimse yoktur; insan, ölmek pahasına da olsa olup biteni öğrenmek ister.
Yoksullar ve zenginler işte bu korkunç bir şey. Bütün felaketlerin nedeni de bu. En azından bana öyle geliyor. Fakirler zengin olmak istiyor, ama zenginler fakir olmak istemiyor sanıyorum ki sorun biraz da bundan kaynaklanıyor.
Ama ne yazık ki Claymore şan ve şöhretten yoksun gitti. Çünkü kendi vatanına karşı savaşanlar, kahraman olamazlar.
Benim ruhumu yok etmekle, kendi ruhunu da yok etmiş oluyorsun
Subay:Gerçeği söyle kimsin sen
Kadın: Bilmiyorum.
Subay: Kim olduğunu bilmiyor musun?
Kadın: Biz kaçan insanlarız.
Subay: Hangi tarafı tutuyorsun?
Kadın: Bilmiyorum.
Subay: Mavilerden mi, yoksa beyazlardan misin? Kimden yanasın?
Kadın: Ben çocuklarımın yanındayım.
Merak da, kadınlara özgü kahramanlık cesitlerinden biridir
Kalabalıklar daima tehlikelidir. İçlerinde mutlaka ruhlarını ucuza satan alçaklar bulunur.
Yeryüzündesin. Bunun bir tedavisi yok
Büyük olaylar yavaş yavaş biçimlenir.
Ana çocukları tanımıştı.
Korkunç bir çığlık attı.
Anlatılmaz bir korkuyu anlatan bu çığlık, sadece analara özgüdür.
Hiçbir şey bundan daha ürkütücü ve daha dokunaklı olamaz.
Arı bir ev kadını gibidir, şarkı söylerken aynı zamanda çalışır.
Çocukların uykudan uyanışı, çiçeklerin açması gibidir. Tıpkı taze çiçeklerde olduğu gibi, bu taze ruhlardan da sanki hoş kokular yayılır.
İçinde bulunduğumuz 93 yılı, takvimde kanlı bir tarih olacaktır.
Atların yorulmaya hakkı vardır, ama insanların yoktur.
Dağ bir kaledir, orman ise bir pusu. Biri cesur olmayı, diğeri tuzak kurmayı öğretir.
İnsanların ağzından çıkan son nefes ne kadar kısa ve tüyler ürperticidir.
Trajedi nereye girmişse, dehşet ve merhamet de orada yerini alır.
Kişisel çıkarlardan kaynaklanan davranışlarla, ilkeli hareketleri birbirlerinden ayırt etmeyi bilmek, biriyle savaşıp diğerini desteklemek gerekir. İşte büyük devrimcilerin dehası da buradan kaynaklanır.
İçerdeki düşman kovulmaz.
Peki ne yapılır?
Ortadan kaldırılır.
Ruh emzirir, zekâ ise bir memedir. Sütünü veren bir ana ile fikirlerini aşılayan bir eğitici arasında da bir benzerlik vardır. Bazen eğitmenin babadan daha fazla baba olduğu gibi, çoğu zaman sütanne de gerçek anneden daha fazla annedir.
Böyle zamanlarda insan çoluk çocuk sahibi olmadığı için Tanrı’ya nasıl da şükrediyor!
Yoksullar ve zenginler İşte bu korkunç bir şey. Bütün felaketlerin nedeni de bu. En azından bana öyle geliyor. Fakirler zengin olmak istiyor, ama zenginler fakir olmak istemiyor.
İçten ve dıştan bunca darbe yemiş biri için, bu gergin saatlerin tek sevimli yanı çevresindeki derin sessizlikti.
Bazen savaşın kapıları kırması, bazen de sinsice içeri süzülmesi gerekir.
28 Nisan’da Paris Meclisi gönüllülere şu talimatı vermişti: Asla acımak yok. Can bağışlamak yok.
Doğanın içinde kalın ve birer vahşi olarak yaşayın. Orası bir cennettir. Yalnız, bu cennette düşünce diye bir şey yoktur. Akıllı bir cehennemde olmak, aptal bir cennette olmaktan iyidir. Ama hayır. Cehenneme gerek yok. İnsanlardan oluşmuş bir toplum olalım yeter.
“Ah hocam, işte ikimizin ütopyaları arasındaki fark bu. Siz zorunlu olan bir kışla istiyorsunuz, ben ise bir okul istiyorum. Siz insanları bir asker olarak düşlüyorsunuz, bense bir yurttaş olarak düşlüyorum. Siz insanın korkunç olmasını, bense düşünmesini istiyorum. Siz kılıçlardan oluşturulmuş bir cumhuriyet kuruyorsunuz, bense düşünen insanlardan oluşmuş bir cumhuriyet kurmak isterdim.”
Benim düşüncem şu: Daima ileri gitmek. Eğer Tanrı insanın geriye gitmesini isteseydi başının arkasına da bir göz koyardı.
Peki ya kadınlar? Onları ne yapacaksınız?
“Ne iseler onu; erkeğin hizmetkárı.
“Evet. Ama bir şartla.”
“Hangisi?”
“Erkekler de kadınların hizmetkârı olması şartıyla!
“Düşünebiliyor musun?” diye haykırdı Cimourdain, “erkeğin hizmetkâr olması! Asla. Erkek efendidir. Ben tek bir krallıktan yanayım, o da ailedeki krallıktır. Her erkek kendi evinde kraldır.
“Evet. Ama bir şartla.”
“Nedir?”
“Kadının da kendi evinde kraliçe olması şartıyla.
“Yani senin kadınla erkek arasında olmasını istediğin şey
“Eşitlik.”
“Eşitlik! Düşünebiliyor musun? Erkekler ve kadınlar birbirinden çok farklıdır.”
“Ben eşitlik dedim; özdeşlik demedim.”
“Sizler askerliğin zorunlu olmasını istiyorsunuz. Peki kime karşı? Diğer insanlara karşı. Ben askerlik hizmeti olmasını istemiyorum, barış istiyorum. Sizler sefillere yardım etmekten söz ediyorsunuz, bense sefaletin ortadan kalkmasını istiyorum. Sizler adil vergi düzeni istiyorsunuz. Bense hiç vergi alınmamasını istiyorum. Kamu harcamalarının en aza indirgenmesini ve bütçe artığı ile ödenmesini istiyorum.”
“Mutlak hakkın dışında, hiçbir şey yoktur.”
“Daha pek çok şey var.”
“Ben sadece adaleti görüyorum.”
“Ben daha yükseklere bakıyorum.
“Adaletten daha üstün olan ne var ki?”
“Bağışlama.
Ne biçim bir savaş alanıdır insan!
İnsanlığın insana karşı zaferi.
İnsanlık, insanlık dışı olanı yenmişti.
Ruhlarda da yaşanan depremler vardır.
Şaşıranları korkutmak zordur. Çünkü cehaletten cesaret doğar.
Büyük acılar, insan ruhunun büyük ölçüde genişlemesidir.
Ve nefret eden bir kadın, on erkeğe bedeldir.
Bir saray yangınına tanık olmaktan daha yürek parçalayıcı bir şey varsa o da bir kulübenin yanmasına tanık olmaktır. Yanan bir kulübe görüntüsü dayanılmazdır. Yoksulluğun üstüne çöken felaket; solucanın üstüne çullanan akbaba gibi bir şeydir. Her ikisinde de insanın yüreğini daraltan bir karşıtlık vardır.
Bir dumandan daha hoş ve daha ürkütücü bir şey olamaz. Uysal dumanlar olduğu gibi öldürücü dumanlar da vardır. Duman! Bir dumanın kalınlığı ya da renginin farklılığı birçok şey yansıtır: Barış ve savaş, kardeşlik ve kin, konukseverlikle mezar, hayatla ölüm arasındaki fark gibi. Ağaçların arasından yükselen bir duman yeryüzünün en sevimli şeyi olan aile ocağını da simgeleyebilir, en korkunç şey olan yangını da. Ve bazen insanın bütün mutluluğu da, bütün üzüntüsü de rüzgârda dağılan bu uçucu nesneye bağlıdır.
Cesaret ödüllendirilmeli ama ihmal de cezalandırılmalıdır.
Önünden kaçmaktan başka şey düşünemeyeceğiniz bir şeyi nasıl durdurabilirsiniz?
Dul bir kadın, üç küçük yetim, kaçış, terk ediliş, baktığı her yerde sürüp giden bir savaş, açlık, susuzluk. Ottan başka besinin, gökyüzünden başka başını sokacak damın olmadığı bir yaşam.
Ölürken farklı görüşte olmanın pek bir anlamı yoktur. İnsanlar ölürken birbirleriyle el sıkışmalı bence. Savaş ne aptalca şey!
Ölüm karşısında politik düşüncelere yer yoktur.
Merak, kadın cesaretinin türlü şekillerinden biridir.
Kendine bir şey ayırmadı, diye mırıldandı çavuş.
Karnı tok olduğu için, dedi askerlerden biri.
Hayır, dedi çavuş, ana olduğu için.
Merak, kadın cesaretinin türlü biçimlerinden biridir.
Reca ederim, oturun. Evet, yerdeki taşın üzerine oturacaksınız. Çünkü bu salonda koltuk yok, ama çamurun içinde yaşayan, yere de oturabilir..
Sevincin fazlası da kalbi hırpalar derler
Büyük adamların korkuya kapıldıkları yerde, çocuklar sadece merak eder, şaşıranları korkutmak ise zordur. Çünkü cehaletten cesaret doğar. Çocuklar cehennemi hiç hak etmezler, eğer onu görseler hayran bile kalırlar
Ateşin eli açıktır. Korklarla dolu ocaklar, adeta rüzgâra doğru mücevher saçarlar. Elmasın aslında bir kömür parçası olması işte bundandır
Büyük acılar, insan ruhunun büyük ölçüde genişlemesidir
Sefiller bazen korkunç olabilirler
Kadınlar zayıftır, ama analık duygusu güçlü olur
İnsanların tepelerinde bir tavan varken birbirini öldürmeleri korkunç bir şeydir
Devrimin, kendisine yardım edecek acımasız işçilere ihtiyacı var. O titreyen her eli geri çevirir. Onun sadece sert ve katı yürekli olanlsra güveni vardır
Acı mı çekiyorsunuz? Elbette, kuşkusuz. Bu daha ne kadar mı sürecek? Bu işlem bitene kadar. Sonra yaşamaya devam edeceksiniz
Ne yazık ki yaşlı bir adamım ve artık yürüyemiyorum. Yolumun sonuna gelmeden, gücümün sonuna geldim
Aslında küçük pembe dudakların bedeninizden ruhunuzu çektiğini duymak ve sizin yaşamınızla, kendine yeni bir yaşam sağladığını görmek, çok hoş bir duygu olmalı..
Bir senyör eğer tehlikedeyse sizi tanır, tehlike geçtiğinde ise artık tanımaz
Oysa insanlar, evleri yakmak, insan kabı dökmek, bir aileyi boğazlamak, bir karakolu basarak oradakileri katletmek, bir köyü yerle bir etmek için birbiriyle yarışıyor, insanlar pusu kurmak, birbirini tuzağa düşürmek, birbirini öldürmekten başka bir şey düşünmüyordu. Baştan başa savaşla çalkalanan, patlamalarla sarsılan, her yanı tutuşup cayır cayır yanan bu ülkede, kendini doğaya vermiş, varlıkların sonsuz huzuruna ermiş gibi otları, fidanları toplayan, sadece çiçeklerle, kuşlarla ve yıldızlarla uğraşan bu yalnız adam, elbette tehlikeliydi. Aklının başında olmadığı ilk bakışta anlaşılıyordu. Hiçbir çalılığın arkasında pusuya yatmıyor, hiç kimseye kurşun sıkmıyordu. Çevresinde kaygı uyandırması da işte bu yüzdendi
İyileşen göğüs, kanayan yürek..
Bilindiği gibi düşler hızlı yol alır
Felaketlerin, kendi karanlık yöntemleriyle zaman zaman yararlı oldukları da görülür
Okyanus karaya, barbarlık uygarlığa “Dur! diye bağırıyordu
Rüzgar onları canlandırmaz, sadece rahatsız ederdi
İnsan cahil olup, çöl de serap dolu olunca, yalnızlığın karanlığı, zekânın karanlığına eklenir. İnsanın yüreğine uçurumların açılması işte bu yüzdendir..
Dağ bir kaledir, orman ise pusu. Biri cesur olmayı, diğeri tuzak kurmayı öğretir
Bir köylünün iki güvencesi vardır: Onu besleyen tarlası ve içinde gizlendiği orman
Barbarlığa karşı vahşet..
Aslında bu önemli sayfaların olağanüstü ve ürkütücü bir yazarı vardır: Tanrı. Elbette maskesi de ‘yazgı’dır