Anatole France kitaplarından Dostumun Kitabı kitap alıntıları sizlerle…
Dostumun Kitabı Kitap Alıntıları
düşersem (bu çok olasıdır), düşüncemin iki düşman kardeşini aynı aşk içinde kaynaştıracağım; bu şekilde, aralarından iyi olana karşı haksızlık etmediğimden emin olacağım. Kısacası sert, keskin ve olabilirse -bağnaz- kesileceğim.
Yaşamda güzel olarak yalnız tutkular vardır, tutkular da saçmadır. Hepsinin en güzeli, hepsinin en akılsızcası olan aşktır. Ötekiler kadar saçma olmayan bir tutku varsa o da cimriliktir, bu yüzden o da korkunç derecede çirkindir. Dickens, Beni yalnız deliler eğlendirir diyordu. Ara sıra Don Kişot’a benzemeyen ve yel değirmenlerini dev sanmayanın vay haline! O yüce gönüllü Don Kişot kendi kendisinin büyücüsüydü. Ruhunu doğaya denk tutuyordu.
Bu hiç de enayi olmak demek değildir. Enayiler, önlerinde güzel ve büyük hiçbir şey görmeyenlerdir.
Raymond, bana öyle geliyor ki çok hayranlık duyduğunuz bu saçmalığın kaynağı düş gücüdür; parlak ve aykırı düşünce şekli altında bize söylediklerinizin hepsinin anlattığı açıkça şudur: Düş gücü, heyecanlı bir insanı sanatçı, yürekli bir adamı da kahraman yapar.
Yeniden güzel söylencelere, şairlerin ve halkların şiirine, güzelin yarattığı iç titremelerine dönmek gerekir.
Dünyayı, gerçekliği ve bunların yarattığı düş kırıklıklarını, onların gururlu ruhlar için dayanılmaz hakaretlerini ve duyarlı kişiler için acı verici sert vuruşlarını unutma gereksinimi, evrensel bir gereksinimdir. Düş, gülmeye göre insanı hayvandan daha çok ayırır ve onun üstünlüğünü sağlar.
On yıl içinde hepimiz elektrikçi olacağız.
Bu düşünce herkesin zihninde öylesine kökleşmiştir ki, Perrault’nun yapıtları yeniden basılırken sadece sanatçılar ve kitap severler düşünülmektedir.
Bununla birlikte, söylendiği gibi, çocuklar için çalışıldığı zaman ne yazık ki bu kabullenilir. Küçükler gibi olmak istenir. Masumluk ve sevimlilikten yoksun çocuk olunur. Bana büyük bir iyi niyetle verilen Yanmış Kolej adlı bir kitabı anımsıyorum. Yedi yaşımdaydım ve bunun bir budalalık olduğunu anladım. Bu Yanmış Kolej türünden bir tane daha okusaydım kitaptan tiksinirdim. Oysa kitaba taparım.
Bana:
– İyi ama, diyeceksiniz, genç beyinlerin kavrayış düzeyine inmek gerekir. Kuşkusuz, fakat genel olarak tutulan yolla bunda pek başarılı olunamıyor; bu yolda budalalık etmek, safça bir anlatım kullanmak, etkisiz şeyleri incelikten yoksun bir biçimde söylemek, sonuçta olgun bir zekâyı büyüleyen ya da ikna eden her şeyden kendini yoksun bırakmaktır.
Çocuk tarafından anlaşılmak için, hiçbir şey yüksek bir dehanın yerini tutamaz. Küçük erkek ve kız çocukların en sevdiği yapıtlar, bölümleri arasındaki güzel düzenlemenin dahice bir bütün oluşturduğu, güçlü bir üslupla yazılmış, büyük yaratıcılık ve duygu dolu soylu yapıtlardır.
Çocuklara birçok kez Odysseia’dan iyi bir dille çevrilmiş bir kaç bölüm okuttum. Bu çocukların çok hoşuna gitti. Don Kişot, belli bölümlerini çıkarmak koşuluyla, on iki yaşındaki bir ruhun içine dalabileceği en hoş kitaptır. Ben okumayı öğrenir öğrenmez Cervantes’in bu değerli kitabını okudum; onu o kadar sevdim, öyle iyi hissettim ki bugün ruhumdaki neşenin büyük bir bölümünü onu okumuş olmaya borçluyum.
Robinson Crusoé bile (ki, yüz yıldan beri bir çocuk klasiğidir) zamanında ciddi insanlar, Londra tacirleri ve kralın denizcileri için yazıldı. Yazar ona bütün sanatını, bütün düşünüş doğruluğunu, geniş bilgisini ve deneyimini koydu. Bu da öğrencileri eğlendirmek için gerekli biricik özellik olarak kendini gösteriyor. Sözünü ettiğim bu başyapıtlarda bir dram ve kişiler vardır.
Eğer düşünceler soyut bir biçimde ifade edilirse, dünyanın en iyi kitabı da olsa, bir çocuk için anlamsız kalır. Soyutlama ve soyut bir şeyi anlama yeteneği insanlarda geç ve çok eşitsiz bir biçimde gelişir. Bir sitem olarak söylemiyorum, benim altıncı sınıftaki öğretmenim ne bir Rollin, ne de bir Lhomond idi; o bize tatilde kafamızı dinlendirmemiz için Masillon’un Küçük Carême’ini okumamızı söylerdi. Altıncı sınıf öğretmenim bunu, kendisinin de onu okuyarak dinlendiğine bizi inandırmak ve böylece bizi hayrete düşürmek için önerirdi. Küçük Carême’e ilgi duyacak çocuk, bir canavar olurdu. Ayrıca inanıyorum ki, insan hiçbir yaşta böylesi yapıtlardan hoşlanmaz.
Çocuklar için yazdığınızda asla özel bir tarza başvurmayın. Çok iyi düşünün, çok iyi yazın. Yazınızda her şey canlı, her şey büyük, geniş ve güçlü olsun. Okuyucularınızın hoşuna gitmeniz için biricik giz budur.
Bunu söylemekle her şeyi söylemiş olurdum, ama yirmi yıldır Fransa’da, hatta öyle sanıyorum ki bütün dünyada, çocuklara şiirle zihinleri bozulur korkusuyla yalnızca bilim kitapları vermek gerektiği düşüncesi var.
Bu düşünce herkesin zihninde öylesine kökleşmiştir ki, Perrault’nun yapıtları yeniden basılırken sadece sanatçılar ve kitap severler düşünülmektedir. Örneğin, Perrin ve Lemerre’in çıkardiği baskılara bakın. Bunlar sırtlarına yaldızlı sözcükler basılarak marokenle ciltleniyor ve meraklıların kitaplıklarına gidiyor.
Buna karşılık, çocuklara hediye edilecek kitapların resimli kataloglarında, onları çekmek için yengeçler, örümcekler, tırtıl yuvaları ve gaz maskeleri görülüyor. Çocuk olmaktan göz korkutacak bir şey bu. Her yıl sonunda sayısız bilimsel yayın bizi de, ailelerimizi de Atlas Okyanus’unun dalgaları gibi sarıp, sular altında bırakıyor. O yüzden kör oluyoruz, boğuluyoruz. Artık güzel şekiller, soylu düşünceler, sanat ve zevk gibi insani hiçbir şey kalmadı. Sadece kimyasal tepkimeler ve fizyolojik durumlar Dün bana Sanayideki Harikaların Alfabesi gösterildi!
On yıl içinde hepimiz elektrikçi olacağız.
Aslında iyiliksever bir adam olan Bay Louis Figuier, Fransa’nın küçük erkek ve kız çocuklarının hâlâ Peau d’Ane masalını okuma olasılığı karşısında her zamanki soğukkanlılığını kaybediyor. Sırf, anne ve babalara çocuklarının elinden Perrault’nun Masalları’nı alıp, onun yerine dostu doktor Ludovicus Ficus’un yapıtlarını koymalarını söylemek için kitabına bir önsöz yazmıştır. Kapa o kitabı küçük Jeanne, çok sevimli bulduğun ve seni ağlatan o ‘Hava rengi mavi kuş’u bırak oraya lütfen, çabuk eterle uyuşturmayı öğrenmeye çalış. Yedi yaşına geldiğin halde azot protoksidin anestezik gücü hakkında bir düşüncen olmayışı çok ayıp! Bay Louis Figuier perilerin düşsel varlıklar olduğunu keşfetmiştir. Bu nedenle çocuklara onlardan söz edilmesine katlanamıyor. O, çocuklara düşsel hiçbir yanı olmayan kuş gübresinden söz ediyor. Eh, Doktor, periler asıl düşsel oldukları için vardırlar. Onlar, halk gelenekleri sayesinde hep genç kalan şiire doğası gereği açık bulunan saf ve taze düş kurma güçlerinde yaşarlar.
Çocuklar ve gençler için şiirsel bir düşünce esinleten, güzel bir duygu aşılayan, kısacası ruha heyecan veren en ufak bir kitap, sizin mekanik bilgilerle tıka basa dolu bütün kitaplarınızdan bin kat daha iyidir.
Küçük ve bizim gibi büyük çocuklara şiir ya da düzyazı şeklinde yazılmış güzel öyküler, güldüren ya da ağlatan ve bizi büyü dünyasına götüren yazılar gereklidir. Daha bugün bana gönderilen Büyülü Dünya adlı ve içinde oniki peri masalı bulunan bir kitabı büyük bir zevkle aldım. O masalları bir araya getiren nazik ve bilgin adam, Bay de Lescure önsözünde, periler dünyasının ruhun hangi ezeli gereksinimine karşılık verdiğini açıklıyor. Şöyle diyor:
Dünyayı, gerçekliği ve bunların yarattığı düş kırıklıklarını, onların gururlu ruhlar için dayanılmaz hakaretlerini ve duyarlı kişiler için acı verici sert vuruşlarını unutma gereksinimi, evrensel bir gereksinimdir. Düş, gülmeye göre insanı hayvandan daha çok ayırır ve onun üstünlüğünü sağlar.
İşte, çocuk düş kurma gereksinimini duyar. Hayal gücünün çalıştığını hisseder, bu yüzden de masallar ister.
Masalcılar dünyayı kendilerine göre değiştirirler; zayıflara, basit insanlara ve küçüklere de onu kendi arzularına göre değiştirme fırsatı verirler. Bu nedenle en sıcak etkiyi onlar bırakırlar. Hayal etmeye, hissetmeye ve sevmeye onlar yardım ederler.
Çocukların zihnini cücelerle, perilerle doldurarak onları aldatıyorlar diye korkmayın. Çocuklar bu sevimli hayaletlerin var olmadıklarını pekâlâ bilirler. Onları asıl aldatan sizin gülünç biliminizdir, düzeltmesi güç yanlış düşünceleri eken odur. Güvensizlik nedir bilmeyen küçük çocuklar, Bay Verne’in söylediklerine bakarak, bir obüs mermisiyle aya gidildiğini ve bir organizmanın yerçekimi yasalarından zarar görmeksizin kurtulduğunu zannederler.
Eski ve saygın astronominin, göksel uzaklıkların soylu biliminin bu karikatürleri, güzellikten olduğu kadar gerçeklikten de yoksundur.
Ne zekâya ne de duyguya hitap eden yöntemsiz bir bilimden, uygulaması düzmece bir edebiyattan çocuklar ne yarar sağlar?
Yeniden güzel söylencelere, şairlerin ve halkların şiirine, güzelin yarattığı iç titremelerine dönmek gerekir.
Yazık! Bizim toplumumuz düş gücünden korkan eczacılarla doludur. Böyle korkulması çok yersizdir. Uydurmalarıyla dünyaya bütün güzelliği, bütün erdemi yayan, düş gücüdür. Ancak onunla büyük olunur. Ey anneler! Düş gücü, çocuklarınızı mahveder diye korkmayın; tam tersine, onları basit hatalardan, kolay düşülen yanılgılardan koruyacak olan odur.
Bog İnsan Hataları’nın ilk cildini göstererek:
– Şunu al, dedi.
– Doğru, ama o, yanılsamayı gerçeklik gibi anlar. Onun bu aldanmasından da sanatçılar sorumludur biraz. Nice zamandır çizgi ve renk yoluyla eşyanın biçimini taklit etmeye çalışırlar. Aslına bakarak, ince bir fildişi parçası üzerine bir mamut resmi oyan o mağara devri adamcağız öleli binlerce yıl olmuştur! Taklit sanatlarında uzun çabalardan sonra, üç ay yirmi günlük bir yavrucağı kandırabilmiş olmaları harikadır! Görünüş! Kimi kandırmaz ki bu? Kafamızı patlattıkları bilim bile görünüşten öte geçebilir mi? Profesör Robin, mikroskobuyla ne bulur? Dış görünüş, yalnızca dış görünüş. Euripides, Boşu boşuna yalanlar içinde çırpınıp dururuz demiştir
Yaralanmış bir kuş gibi bağırdı. Bereket versin, yaşamın gerçeklerine bağlı bulunan annesi Belki bir tarafına iğne batmıştır diye düşündü.
Bu çengelli iğneler insan farkına varmadan açılır. Suzanne’in üzerinde de bir hayli var onlardan!
Hayır iğne batmamıştı ona. Güzele duyulan aşktı bu.
Üç ay yirmi günlükken böyle bir duygu?
– Siz karar verin: Annesinin kolları arasında ileri atılmış olarak, yumruklarını masanın üstünde sallıyordu; sonra omuzlarından ve dizlerinden güç alıp, nefes nefese, öksürüp salyalar saçarak bir tabağa sarılmayı başardı. Strasbourg’lu eski bir köylü (basit biri olmalıydı; toprağı bol olsun) kırmızı bir horoz resmi yapmıştı bu tabağın üzerine. Suzanne bu horozu almak istedi. Yemek için değildi bu; öyleyse güzel bulduğu için olacak. Bu basit yargıyı söylediğimde annesi:
– Ne budalasın! dedi. Bu horoz Suzanne’in eline geçseydi, bakacak yerde, derhal ağzına götürürdü onu. Düşünce adamlarında sağduyu olmuyor doğrusu.
Ben de:
– Bunda hiç kusur etmezdi, dedim. Yalnız bu, şimdiden çeşitli yetenekleri için başlıca organın ağız oluşundan başka neyi kanıtlar? Gözlerini kullanmazdan önce ağzını kullanmıştır. İyi de etmiştir. Şimdi alışmış, nazik ve duyarlı ağzı, en iyi tanıma aracıdır. Onu kullanmakta haklı. Kızının akıl küpü olduğunu söylüyorum sana. Evet, horozu ağzına götürürdü ama, besleyici bir madde olarak değil, güzel bir şey olarak yapardı bunu. Unutma ki çocukların bu alışkanlığı, büyüklerin dilinde mecaz biçiminde kalmıştır. Bir şiirin, bir resmin, bir operanın tadını çıkarmaktan söz ederiz.
Ben bu savunulması olanaksız, ama anlaşılmaz bir dille ifade edilse felsefe dünyasının kabul edeceği düşünceleri ileri sürerken, Suzanne yumruklarıyla tabağa vuruyor, tırnaklarıyla tırmalıyor, onunla konuşuyor (hem de ne gizemli bir cıvıltıyla!), sonra onu gürültüyle ters çeviriyordu.
Fazlaca ustalık göstermiyordu bu işte; hayır, isabet yoktu davranışlarında. Ne kadar basit görünürse görünsün, eğer alışılmamış olursa, bir davranışta bulunmak çok güçtür. Peki üç ay yirmi günlükken ne gibi alışkanlıklara sahip olunabilir? Serçe parmağımızı kaldırmak için bile ne kadar kemik, kas ve siniri yönetmek gerektiğini düşünün bir kere: Bay Thomes Holden’in kuklalarının bütün iplerini kullanmak, bunun yanında çocuk oyuncağı gibi bir şeydir. Keskin görüşlü bir gözlemci olan Darwin, bebeklerin gülüp ağlayabilmeleri karşısında hayranlık duymuştu. Bunu nasıl yaptıkları konusunda çok şey yazdı. Bay Zola’nın dediği gibi biz bilginler acımasız insanlarız. Bereket versin, ben Bay Zola kadar büyük bir bilgin değilim. Yüzeysel bir insanım. Suzanne üzerinde deney yapmıyorum; sıkmadan başarmak koşuluyla, onu gözlemlemekle yetiniyorum. Horozunu tırmalıyor, görülen bir şeyin ele geçirilemez olmasına aklı yatmadığı için ne yapacağını şaşırıyordu. Bu onun zekåsının kavrayamayacağı bir şeydi. Onun için her şey öyleydi zaten. Suzanne’da hayranlık verici olan tam da buydu. Küçük çocuklar sürekli bir mucize içinde yaşarlar. Onlarda her şey şey harikadır. Bu nedenle bir şiir vardır bakışlarında. Bizim yanımızda, bizden başka yerlerde yaşarlar. Bilinmez, Tanrısal bilinmez sarıp sarmalar onları.
Annesi: Küçük budala, dedi.
– Sevgili dostum, kızın bilgisiz ama mantıklı. Güzel bir şey gördük mü, onu elde etmek isteriz. Yasaların göz önünde tuttuğu doğal bir eğilimdir bu. Béranger’nin Görmek, sahip olmaktır diyen Çingeneleri, az bulunur türden akıllı kimselerdir. Bütün insanlar onlar gibi düşünseydi uygarlık olmazdı ve biz, Macellan Adaları’nda oturanlar gibi çıplak ve sanatsız yaşardık. Sen onlara benzemezsin; sen ağaçlar altında leylek desenli eski halıları sever, evin bütün duvarlarını onlarla kaplarsın. Sitem etmiyorum, tam tersine. Fakat Suzanne’ı ve horozunu anlamaya çalış.
– Onu anlıyorum, o da kovadaki suda gördüğü ay’ı isteyen küçük Pierre gibidir. Ay’ı vermediler ona. Ama sen de dostum, Suzanne’ın, horoz resmini gerçek bir horoz sandığını iddia etmeye kalkışma. Çünkü o hiç horoz görmedi.
– Doğru, ama o, yanılsamayı gerçeklik gibi anlar. Onun bu aldanmasından da sanatçılar sorumludur biraz. Nice zamandır çizgi ve renk yoluyla eşyanın biçimini taklit etmeye çalışırlar. Aslına bakarak, ince bir fildişi parçası üzerine bir mamut resmi oyan o mağara devri adamcağız öleli binlerce yıl olmuştur! Taklit sanatlarında uzun çabalardan sonra, üç ay yirmi günlük bir yavrucağı kandırabilmiş olmaları harikadır! Görünüş! Kimi kandırmaz ki bu? Kafamızı patlattıkları bilim bile görünüşten öte geçebilir mi? Profesör Robin, mikroskobuyla ne bulur? Dış görünüş, yalnızca dış görünüş. Euripides, Boşu boşuna yalanlar içinde çırpınıp dururuz demiştir
Ben bunları söylüyordum ve Euripides’in dizesini yorumlamaya kalkınca, bu dizede hiç kuşkusuz, şifalı bitkiler satan adamın oğlunun aklından bile geçmemiş derin anlamlar bulacaktım. Ama ortam, felsefi kuramcılığa elverişsiz bir hal alıyordu. Çünkü horozu tabaktan ayırmayı başaramayınca Suzanne büyük bir öfkeye kapıldı, bir şakayık gibi kıpkırmızı kesildi; burun delikleri Cafre’larınki gibi genişledi, yanakları gözleri hizasına, kaşları alnına kadar çıktı. Birden kızaran, allak bullak olan, şişler, çukurlar ve birbirine karşıt çizgilerle dolan bu alın volkanik bir araziye benziyordu. Ağzı kulaklarına kadar genişledi, diş etleri arasından vahşi ulumalar çıktı.
– Hele şükür! diye bağırdım. İşte tutku çıktı ortaya. Tutku deyip geçmeyin. Şu dünyada büyük olan ne varsa onun sayesinde yapılır. Onun bir kıvılcımı, bir bebeği ufak bir Çin ilahı kadar korkutucu hale sokuyor. Senden memnunum kızım. Güçlü tutkuların olsun, bırak büyüsün onlar, sen de onlarla birlikte büyü. Daha sonra onların güçlü efendisi olursun; onların gücü senin gücün, büyüklükleri de senin güzelliğin olur. Tutku, insanın ahlaki zenginliğidir.
Suzanne’in annesi:
– Bu ne şamata! diye bağırdı. Şu salonda saçmalayan bir filozofla, horoz resmini bilmem neyin nesi sanan bir bebek arasında kimse kimseyi anlamaz oldu. Zavallı kadınların, bir kocayla çocukları arasında yaşamaları için sağduyuya gereksinimleri var!
Ben de:
– Kızımız, dedim, ilk kez güzeli aradı. Bir romantik, uçurumun baş döndürmesi derdi buna; ben, soylu ruhların doğal alıştırması diyeceğim. Ama bu alıştırmaya çok erkenden ve çok yetersiz yöntemlerle başlamamalı. Sevgili dostum, Suzanne’ın acılarını dindirmek için yüce bir büyü var sende. Al kızını uyut.
Sonra alışkanlıkla Vergilius’u açtım: Hic, quos durus amor Amansız bir aşkın zalim bir iç çöküntüsüyle perişan ettiği kimseler gider oraya, gizemli ağaçlıklı yollarda saklanırlar, mersin ormanı da gölgesini yayar çevreye
Mersin ormanı da gölgesini yayar çevreye . Evet, tanıyordum ben bu mersin ormanını; o tümüyle içimdeydi benim. Ama adını bilmiyordum. Vergilius, kendimi kötü hissetmemin nedenini bulmamı sağlamıştı. Onun sayesinde, sevdiğimi biliyordum.
Yalnız kimi sevdiğimi henüz bilmiyordum. Bunu ertesi kış, Bayan Gance’ı tekrar görünce anladım. Kuşkusuz siz benden daha ileri görüşlüsünüzdür; sevdiğimin Alice olduğunu daha o zaman keşfetmişsinizdir. Şu yazgıya hayran olmaz mısınız? Sevdiğim kadın, karşısında gülünç duruma düştüğüm ve hakkımda kötüden de kötü düşünmesi gereken kadındı. Ne kadar umutsuzluğa düşsem yeriydi. Ama umutsuzluk moda değildi o zamanlar; babalarımız çok kullanıp tüketmişlerdi onu. Ne korkunç, ne de büyük bir şey yaptım. Gidip eski bir manastırın harap kemerleri altına sığınmadım, hüznümü çöllerde dolaştırmadım; poyrazları da çağırmadım hiç. Yalnız çok mutsuz oldum ve lise bitirme sınavlarımı geçtim.
Mutluluğum bile zalimdi