Melih Cevdet Anday kitaplarından Dilimiz Üstüne Konuşmalar kitap alıntıları sizlerle…
Dilimiz Üstüne Konuşmalar Kitap Alıntıları
Gül gülse daim ağlasa bülbül acep değil
Zira kimine ağla demişler kimine gül.
beytinin (artık şu beyt sözcüğünün de Türkçesine alışalım, koşa diyelim) evet, az önce söylediğim koşanın birinci dizesindeki (dize de mısra demektir, unutulmasın sayın dinleyicilerim) gül ile ikinci dizesindeki gül ayrı ayrı anlamlardadır. Biri ad, öteki eylem.
Türk Dil Kurumu, Ziya Gökalp’in dediği gibi cansız cezirler i değil, Anadolu halkının günlük yaşamında kullandığı sözcükleri derlemeye koyuldu ve ortaya bir Derleme Sözlüğü çıkardı. Demek halkın yüzyıllardır konuştuğu sözcükleri bizlere duyurdu. Bu mudur halk ile aydının arasını açmak?
1932’de Atatürk’ün önderliği ile kurulan Türk Dil Kurumu, o zaman Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği ederek devlet dilinin Türkçeleşmesi işine girişmiştir. Öğretimde kullanılan yabancı terimler yerine, Türkçe terimler geçirilmiştir. Yazarlar, ozanlar da bu akımı destekledikleri için, dilimiz hızla arılaşmaya, kendini bulmaya yönelmiştir. Bu gidişin önemli adımlarından biri 1945’de atılmış, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun adı değiştirilerek, yerine Anayasa getirilmiştir. Bu yalnızca bir ad değişikliğinde kalmamış, kanunun sözcükleri, terimleri de Türkçeleştirilmiştir.
Gerçi bu gelişme hep böyle düz bir çizgi üzerinde olmadı sayın dinleyiciler, 1950’den sonra Anayasa dili, 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu diline çevrildi yeniden. Yüzlerce Türkçe sözcük hem yasalardan, hem de okul kitaplarından atıldı. Bereket 27 Mayıs’tan sonra Türkçe, devlet dili olarak yeniden hakkı olan yere oturtuldu.
Genellikle Tanzimat’tan sonra başlayan Türkçeleşme denemeleri, önce Mehmet Emin’le, daha sonra Ziya Gökalp’la hızlanmış, Türk Ocağı, Türk Yurdu, Genç Kalemler gibi dernek ve dergiler bu akımın gelişmesinde önemli görevler benimsemişlerdir.
Ancak biz bu konuşmamızda devlet dili konusu üzerinde durduğumuz için hemen söyleyelim ki, bu alanda köklü değişiklik, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu yasalaştıran 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanununda yapılmıştır. Bu kanunda, Türkiye tarihinde ilk olarak devlet dili için özel bir madde ayrılmıştır. Bu ikinci maddede şöyle denir: Türkiye devletinin resmî dili Türkçedir.
Mizah ı, mîzah diye yanlış söyleyeceğimiz yerde, onun Türkçesini bulsak, kullansak, diyelim gülmece sözcüğünü yeğlesek daha iyi olmaz mı? Nasıl boyuna yanlış söylenen, hatıra deneceği yerde hatıraa diye üçüncü hecesi yanlış yere uzatılan o sözcüğü atıp yerine Türkçesi olan anı yı kullanmakla bir yanlıştan kurtulmuşsak, mîzah diye yanlış söylemekten, okumaktan bir türlü kurtulamadığımız bu sözcüğü de bir yana bırakarak, onun yerine gülmece dedik mi, bütün güçlükler, yanlışlar ortadan kalkar. Çünkü biz anadilimizde böylesi yanlışlara düşmeyiz.
Türk olan halkın bilim dili de, yazın dili de Türkçe olacaktı elbet, başka türlü o halka ulus adı verilemezdi.
Atatürk, dilde özleşme akımı hızlandığı sıralarda onu Büyük Millet Meclisi karşılığı olarak Kamutay biçiminde ortaya atmıştı. O gibi girişimler, sonradan birtakım siyasal güçlerce yozlaştırıldı.
Sonra Bağrı başlı demiş Yunus Emre, Bağrı yaralı demek. O sözcük de unutulmuş. Daha böyle unutulmuş başka sözcükler var o şiirde: Örneğin od sözcüğü var, ateş anlamına. Hasret oduna yanmasın diyor Yunus. Hasret ateşine yanmasın demek. Gene Yunus mezar demiyor da sin diyor.
Bir şiirde, bir yazıda Farsça, Arapça, Fransızca sözcükler ne denli çok kullanılırsa, o şiir, o yazı o denli güzel olur, beğenilir sanılıyordu.
Kuşun hangi nota üzerinden öttüğünü bilmemesi gibi, anadilinin eğitiminden geçmemiş olanlar da, bilmezler kullandıkları dilin özelliklerini, kurallarını.
Türkçe yazmak, Türkçe konuşmak neden ayıp olsundu?
Başımıza ne geliyorsa hep yabancı sözcüklerden geliyor. Konuşurken olsun, yazarken olsun, Türkçe sözcüklerde yanlışa düşmeyişimiz, ya da düşülen yanlışların çok az oluşu ne öğreticidir!
Özetlersek, önce okullardan Arapça öğretimin kaldırılması, arkasından alfabede yapılan değişiklik, dilimizdeki o yabancı sözcüklerin durumunu büsbütün sarsmış oldu. İyi de oldu, böylece bizlerde kendi dilimiz üstüne bir bilinç uyandı.
Türk olan halkın bilim dili de, yazın dili de Türkçe olacaktı elbet, başka türlü o halka ulus adı verilemezdi.
Özetlersek, bir ulusun dili, kendi dili olacaktı; aydınları başka bir dille yazan topluma ulusal bir toplum denemezdi.
Sayın dinleyiciler,
Sizinle her hafta bu saatte, dilimiz üzerinde konuşacağız. Anadili sözü, daha küçükken, okula gitmeden öğrendiğimiz dili anlatmak için bulunmuş çok güzel bir söz. Anamızdan, babamızdan öğreniyoruz onu. Bildiğimiz en iyi dil, anadilimizdir kuşkusuz, yanlış yapma korkusunu duymadan konuşuruz anadilimizi.
Bütün dil yapısındaki saydamlılık, kolayca anlaşabilme yeteneği, insan zekasının dil aracı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır.
Divanü lugati’t-Türk bize dilimizin yapısını örnekleriyle tanıtırken, Türklerin o yüzyıllar içindeki yaşamlarından nice öğretici belgeler de sunmaktadır.
Alfabe değişikliği, bir araç değişikliği gibi basit bir değişiklik sayılmamalıdır. Dilimizin kendini bulması ile sıkı sıkıya ilintilidir bu olay.
Bugün özellikle gençlerimizin yaptığı birtakım söyleyiş yanlışlarının çoğu, dilimizde kalmış olan Arapça sözcüklerle ilişkilidir.
Arapların elif dedikleri alfabenin ilk sesi, ilk harfi, eski bir semitik dil olan fenike dilinde alef sir, öküz anlamına gelir.
Bir ulus her şeyden önce kendi öz dilinin olanaklarını genişletmeye bakmalıdır.
Osmanlı döneminde medrese denilen öğretim kurumlarında okutulan dil Arapçaydı.
Söz dağarcığımızın kapısı, Arapça, Farsça sözcüklere kapanırken, Batı’dan gelen sözcüklere niçin açılmıştır? Bunun baş nedeni, Doğu uygarlığından kopup her alanda Batı uygarlığına yönelmiş olmamızdır. Bilinen bir gerçektir ki, dillerin söz dağarcığı ile toplumların yaşama ve kültür düzeyleri arasında sıkı bir bağlantı vardır. Toplumsal yapıda ve yaşama düzeninde oluşan değişme, dilin söz dağarcığında da gösterir yankısını.
İkinci Mahmut: Arapça kitaplar eksiktir, onlarla tıp bilimini öğrenemeyiz diyor. Arapçayı yeni sözcükler türeterek zenginleştirmek de bize düşmez sanırım. Biz o dili zenginleştireceğimize, kendi dilimizi güçlendirsek daha iyi olmaz mı? Kuşkusuz daha iyi olur, örneğin Almanlar hem ölü dilköklerinden yapılma terimleri, hem de German köklü terimleri kullanıyorlar. Ama biz Arapça tıp kitabını bırakıp Fransızca tıp kitabına geçmişiz; hep dilimizin zenginleştirilmemesinden, güçlendirilmemesinden. Bir ulus her şeyden önce kendi öz dilinin olanaklarını genişletmeye bakmalıdır.
12 Nisan 1975
Batı dillerinde Yunancanın, Latincenin yeri konusu ortaya atılacak olursa, burada da söylenecek odur ki, Batı dilleri bir bakıma Latinceden çıkmış dillerdir ve Latince olsun, Yunanca olsun, Batı dillerinde ancak ölü dil olarak etkilerini göstermişlerdir. Ölü dil, bildiğiniz gibi, konuşulmayan eski dillere denir, bu eski dillerden yeni terimler yapmak için kök alarak yararlanılır. İşte Latince, Yunanca bu görevi görmüştür Batı dillerinde.
Başka bir deyişle söylersek, çok gerilere gittikçe dilimizin bugün için anlaşılmaz durumlarda bulunduğunu sanmak, günümüze yaklaştıkça bu anlaşılmazlığın gitgide ortadan kalkacağını düşünmek yanlış olur.
Türkçecilik akımının amacı yabancı sözcükler yerine Türkçeleri varsa onları kullanmak, yoksa türetme yolunu işleterek Türkçe kök ve eklerden yeni sözcükler türetmek, bileştirme yolu ile yeni sözcükler elde etmektir.
Celse karşılığı oturum , hazım karşılığı sindirim , cezi- be-i arziye karşılığı yerçekimi , veraset karşılığı soyaçekim diyorsak, dilimizi daha anlaşılır duruma getirmiş olmuyor muyuz?
Bir de eğitbilim var ki, onun eski terimi Fenn-i terbiye-i etfal di. Birincisini Fransızcası education , İkincisinin Fransızcası pedagogie . Eğitimin amaçlarını, ilkelerini, yöntem ve düzgülerini inceleyen ve eğitim çalışmalarını kurallara bağlayan bilim anlamında.
Bir de bu bilim dalındaki eski terimlerin sadece adlarına göz atarsak, Türkçe köklerden terimler yapmanın ne denli yararlı ve gerekli bir iş olduğunu o an anlarız. İşte:
Lil-eneiye, Lil-beşeriye, lâicabiye, lâfziye, lâedriye, ma-fevka’t-tabiiye, ma-dun-üşşuur, iradiye, ispatiye, istilzaziye, istilâdiye, iştidad-ı hafıza, itticah, keşretiye, kevniyat, mephas-ı asap, tedrip, tenkit, suubet-i telâffuz, teşariikiye, teşevvüş-i kelimat
Eğitim Terimleri Sözlüğü’ne şöyle bir göz atalım:
En başta abece sözcüğü yer alıyor. Bildiğiniz gibi, bunun Fransızcası alphabet , İngilizcesi ise –yazımı aynı olmak üzere– alphabet dir. Bizdeki eskiden elifbe ya da elifba denirdi. Elif sözcüğü ile alfa sözcüğü birbirlerine benziyor. Gerçekte de onlar aynıdır, ikisinin kökeni birdir. Fenike dilindeki Alf”dan gelir bunlar, Alf o dilde öküz demekti, Fenikeliler öküz başının resminden kalkıp, tek sesi karşılayan bu harfi bulmuşlardır ve böylece konuşma seslerinin belli başlılarını gösteren işaretler bir araya getirilerek abece, elifba, alfabe ortaya çıkmıştır. Alef’e Araplar elif , eski Yunanlılar alfa demişlerdir. Bugün Batı dillerindeki alfa buradan gelmektedir.İkinci harf olan b ise eski Yunancada beta”dır. Arapçada b, Latin alfabesinde de öyle. Demek biz bugünkü abecemizi adlandırırken onun ilk üç harfini sıraya dizmiş oluyoruz. Hiç de fena etmiyoruz böyle yapmakla sayın dinleyiciler. Alfabe yerine, abece diyelim.
Mevlana Mesnevi’sini ve divanını Farsça yazmıştır. Çünkü Selçuklu sarayının beğendiği, saydığı, şiir için tek araç bildiği dil Farsça idi. Yine o yıllarda Anadolu’nun bir başka köşesinde Türkçe yazan bir büyük ozanın bulunması ne şaşırtıcıdır. Bu büyük ozan, Yunus Emre’dir. Mevlânâ aruzla Farsça söylüyordu. Bir örnek:
Hemişe men çünin mecnun nebudem
Zi akl-o afiyet birun nebudem
Size bu beytin anlamını, kendi vezninde yaptığım çevirisi ile sunayım:
Bütün ömrümce ben mecnun değildim
Akıldan böyle tüm yoksun değildim
Başka bir şiirin ilk beyti:
Biya kez gayri-i tu bizâr geştem
Ve ger hofte budem bidâr geştem
Bunun da yine kendi vezninde yaptığım çevirisini okuyayım:
Gel artık başkasından bezmişim ben
Uyandım uykudan artık benim ben
* Ama bunu böyle Türkçe söylemeyi ne Mevlânâ seviyordu demek, ne de ondan şiir bekleyen Selçuklu sarayı. Fakat Yunus Emre kendi halkına Türkçe söylüyordu:
Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelür
Şol göz açıp yummuş gibi
İş bu söze Hak tanıktır
Bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide
Kafesten kuş uçmuş gibi
Ozanlarımızın, yazarlarımızın dilimizi yapıtları ile savunmaları gerekirdi. Gel gör ki, zamanla Arapça, Farsça düşkünlüğü o kerteye varmış ki, artık dilimizi öğrenmek bile savsanmış. Üstelik Yunus Emre gibi bir ulu ozan yetiştirmiş bir ulus için bu olay gerçekten de çok şaşırtıcıdır.
Arapça, Farsça sözcükleri dilimize halkımız mı soktu? Kim öldürdü ağu sözcüğünü?
Bizim Tanzimat dönemindeki, Servet-i Fünun dönemindeki ozanlarımız Yunus Emre’yi okumazlar, onu küçük görürlerdi. Namık Kemal, Sahaflar çarşısında Yunus Emre’nin birkaç şiirini içeren bir kitapçık bulduğunu ve onu elinden attığını anlatır bir yazısında
Dümbâle ise hemişe cümbân
Ünlü ozanımız Muallim Naci’nin yazmış olduğu bir şiirden bu dize sayın dinleyiciler. Anlamına gelince, ozan bir kuzunun kuyruğunu boyuna salladığını söylüyor: Dümbâle kuyruk , hemişe boyuna ,cümbân sallanır demek. Bu dizede Türkçe olan sözcük, sadece o küçük ise sözcüğü.
Şimdi altı yüzyıl öncesine dönelim ve ünlü ozanımız Yunus Emre’den bir şiirin bütününü okuyalım.
Acep şu yerde var m’ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin
Gezdim Urum ile Şam’ı
Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin.
Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler kalmasın
Şöyle garip bencileyin
Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Ola garip bencileyin .
görürüz ki, geçmişte dilimiz, deyim yerindeyse, daha çok Türkçe idi, zamanla Türkçe sözcükler azalmaya başladı.
Bir ulus her şeyden önce kendi öz dilinin olanaklarını genişletmeye bakmalıdır.
-12 Nisan 1975-
Bir örnek üzerinde daha duralım. Fülûs-u ahmere muhtaç oldu Fülûs Osmanlı döneminde basılmış bakır ufaklık para. Ahmer kırmızı demek. Şimdi biz bu deyimi, Kırmızı bakırı gereksedi diye Türkçeleştirirsek hiçbir şey anlaşılmaz. Sırası gelmişken söyleyeyim, iflâs sözcüğü de işte o fülûs dan gelir. İflâs etti demek, o en küçük paraya muhtaç olacak duruma düştü demek.
Sözgelişi bir esamisi okunmaz deyimi vardı sayın dinleyiciler, bakıyorum da son yıllarda kullanılmaz oldu. Çünkü o deyimdeki esami Arapça isim in çoğulu olan esami değilmiş gerçekte, esame imiş, eskiden yeniçerilere verilen kimlik cüzdanının adı.
Ahmet Mithat, Rodos’ta sürgün bulunduğu sırada yurt çocuklarına dilimizi kolayca öğretmek için Hoca-i Evvel adlı alfabe ve okuma kitabını yazmıştır. Romanlarını açık bir dille yazdığı için de ulusun ilk hocası anlamına olarak yazarlar arasında kendisine ‘Hoca-i Evvel’ denilmiştir.
Sözgelişi, İran nerde, İngiltere nerde! Ama Farsça ile İngilizcenin benzerliği göze batacak gibi. Örneğin Farsçadaki peder , İngilizcede father olmuş çıkmış, birader , brother , mader , mother olmuş Dahası var, Farsça tu , sen demek, Fransızcada da öyle, ufak bir söyleyiş ayrımı ile Fransızlar tu diyorlar. Farsçada tu est , sensin , Fransızlar ise es i e okuyarak tu es diyorlar. Şu est dır cevher fiili, İngilizcede is , Almancada ist olmuş.
Osmanlı döneminde Türkçe bir bakıma ortadan kalkayazmıştır. O dönemin en büyük ozanlarından biri olan Baki’nin, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine söylediği mersiye nin ilk beytinde Türkçe sözcük bir tanedir ve eylem gösteren sözcük yoktur.
[…] Fakat bizim eski dilcilerimizin Türkçenin Arapçadan ya da Farsçadan üstün olduğu savlarına girişmelerinin nedeni başkadır. Çünkü bu iki dilin bizim dilimizi ezdiğini görmüşlerdir o bilginler; bu bakımdan da dilimizin değerini gözden kaçırmamaları için aydınlarımızı uyarmak gereğini duymuşlardır. Yukarıda sözü geçen iki kitapta yapılan işte budur.
Üstelik özleştirmeye karşı olanlar içinde, savundukları eski sözcükleri doğru olarak bilmeyenler de çıktıkça durum büsbütün karışıyor. Bilmedikleri bir dili “yaşayan dil” diye savunmak durumunda kalmış oluyorlar bunlar.
[…] Öyle ki, dilimizin özleşmesi yolunda çalışanlarla, bu yolu beğenmeyenler, tutmayanlar arasında çok sert çatışmalar oluyor. Nedendir bu? Dilimizi özleştirmeye çalışanlar, tutarlı bir mantıkla davrandıkları kanısındadırlar. “Bilmediğimiz, öğrenemeyeceğimiz yabancı sözcükler yerine bunların Türkçeleri varsa onları kullanalım, Türkçeleri yoksa, Türkçe köklerden ve eklerden yeni sözcükler yapalım,” diyorlar. Buna karşı olanlar ise, “Siz yaşayan dili bozuyorsunuz,” suçlaması ile başlıyorlar, ne uydurmacılıklarını bırakıyorlar onların, ne hainliklerini. Evet, sayın dinleyiciler, bu kavga içinde özleştirmeciler, yurt hainliğine dek varan suçlamalara uğradılar.
[…] Başka bir deyişle, dilde ulusallaşma, dünyanın her yerinde uluslaşma sürecinin ayrılmaz bir parçası durumundadır. Türkiye’de başka türlü olamazdı.
Türkçecilik akımı, eskiden bozulmuş olan dilimizi, kendi benliğine, özelliklerine kavuşturmak istemiş ve bunda başarıya ermiştir.
Bizim Tanzimat dönemindeki, Servet-i Fünun dönemindeki ozanlarımız Yunus Emre’yi okumazlar, onu küçük görürlerdi. Namık Kemal, Sahaflar çarşısında Yunus Emre’nin birkaç şiirini içeren bir kitapçık bulduğunu ve onu elinden attığını anlatır bir yazısında.
Dilimizin gelişimi düz bir çizgi üzerinde olmamıştır, bu gelişim, gerilemeler ve ileri atılımlarla oluşmuştur. Başka bir deyişle söylersek, çok gerilere gittikçe dilimizin bugün için anlaşılmaz durumlarda bulunduğunu sanmak, günümüze yaklaştıkça bu anlaşılmazlığın gitgide ortadan kalkacağını düşünmek yanlış olur.
Ama bilenimiz çok mudur dersiniz odun sözcüğünün içinde ateş anlamına gelen bir od sözcüğünün bulunduğunu?
Toplumda yeni bir dönem başlayınca, dilde de, düşünüşte de yenileşme zorunluğu belirir.
Yeni yabancı sözcüklere kucak açmaktansa, anadilden yeni sözcükler yaratmaya alışmalıdır.
Türk Dil Kurumu 1932 yılında kurulduğu zaman, yapılacak dil çalışmaları, şu iki ana madde içinde saptanmıştı: 1. Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkarmak, 2. Türk dilini, dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe ulaştırmak.
Osmanlı Türkçesi dediğimiz karma dilin geçerli olduğu yıllarda halk, yöneticilerin söylediklerini, yasaların dilini, aydınların yazdıklarını anlıyor muydu? Öğrenciler okullarda dil diye Türkçeyi mi öğreniyorlar, yoksa Arapçayı mı sökmeye çalışıyorlardı? Okurlar Divan şiirini çok mu iyi anlıyorlardı? Daha yeni dönemlere, Tanzimat dönemine, Servet-i Fünuncuların günlerine gelelim, o dönemde, o yıllarda yazın (edebiyat) okumaya hevesli gençlerin karşısına hiç mi güçlük çıkarmıyordu?
Şemsettin Sami’nin Kamus-u Türkî adlı sözlüğünde 30.000 sözcükten yüzde 39’u Türkçe, yüzde 42’si Arapça, yüzde 14’ü Farsçadır.
Bir ulusun dili saygı görüyorsa, o ulusun yaşadığı yerde devlet dili olur.
Türkçenin bir gramer kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olmayanlar için bile bir zevktir. Türlü gramatikal biçimlerin belirtilmesindeki ustalık, ad ve eylem çekimi dizgesindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlılık, kolayca anlaşabilme yeteneği, insan zekâsının dil aracı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır.
millet ile vatan ı Namık Kemal Arapçadan uydurmuştu. İdeal karşılığı olarak mefkûre yi Ziya Gökalp uydurmuştu. Bugün biz mefkûre karşılığı olarak ülkü diyoruz. Dikkat sözcüğünü attention karşılığı olarak bilim terimi yapan da Ziya Gökalp’tir.
Sukut-u hayal tamlaması, Servet-i Fünûncuların uydurdukları bir söz, ama tamlayanı da, tamlananı da Arapça. Neden böyle yapmışlar diye sorulacak olursa, eskilerce Arapçaya gösterilen saygıyı bunun nedeni diye gösterebiliriz.
Başımıza ne geliyorsa hep yabancı sözcüklerden geliyor.
Bu sözcük de yabancı. Arapçadan girmiş dilimize. Hibe sözcüğünü alıyorum. Bilmem dikkat ediyor musunuz, yeni kuşaklar onun da birinci hecesini uzatıyorlar. Hîbe diyorlar. Oysa o sözcüğün birinci hecesi uzun değil, kısadır. Mizah sözcüğünde olduğu gibi, hibe sözcüğünde de h ile b arasında bir sesli yok, Arap sesliden hoşlanmadığı, onu kullanmadığı için h’den b’ye sanki arada bir i varmış gibi geçiveriyor. Sözcüğün aslındaki yazılışını bilmeyen bir Türk gencinin, burada bir i varmış ve bu i uzun okunurmuşçasına sözcüğü hîbe diye söylemesi şaşılacak bir şeydir. Bunun yerine Türkçesini kullansak, bağışlama desek kalkar ortadan bütün güçlükler.
Türkçede uzun hece yoktur. Bizim dilimizdeki uzun heceli sözcüklerin tümü yabancı dillerden gelmedir.
Bir ulus her şeyden önce kendi öz dilinin olanaklarını genişletmeye bakmalıdır.
Türk olan halkın bilim dili de, yazın dili de Türkçe olacaktı elbet, başka türlü o halka ulus adı verilemezdi.
dilimiz halk şiirinde kendini korumasını bilmiş ve bizim o karma Osmanlı dilinden daha güçlü bir ulusal dilimiz bulunduğu konusundaki bilinçlenmede en büyük güç kaynaklarımızdan biri olmuştur halk şiirimiz.
Kendi gramer kurallarını unutan, sözcük dağarcığının en büyük yerini yabancı sözcüklere veren dil ortadan kalkar.
Anadili sözü, daha küçükken, okula gitmeden öğrendiğimiz dili anlatmak için bulunmuş çok güzel bir söz.
bizim dil sorunumuzun en önemli konularından biri de, konuşma dilimizin yabancı diller etkisiyle nasıl bozulduğudur.
Özellikle dil söz konusu oldu mu, halk onun besin kaynağıdır.
Ulusallaşma sürecine girmiş bir toplumun dili, ona yabancı kalamazdı.
Herkesin bildiği gibi, arı dil yoktur dünyada, her dil başka dillerle karışarak yaşamıştır. Türkçenin de bundan başka bir yol izlemesi istenemezdi, beklenemezdi elbet.
Ancak burada söylemek gerekir ki, yabancı dil etkisi, bir anadilin kurallarına da girer, onun sözcük dağarcığında en büyük yeri tutarsa, artık böyle bir etki olağan görülemez, çünkü buna başka dillerde örnek gösterilemez.
Nâm ü nişâne kalmadı fasl-i bahardan
Düştü çemende berk-i diraht itibârdan
Eşçâr-i bağ hırka-i tecride girdiler
Bâd-i hazan çemende el aldı çenârdan
Her yaneden ayağına altun akar gelür
Eşçar-i bâğ himet umar Cûybârdan
Sahn-i çemende durma salınsın sabâ ile
Âzâdedir nihâi bugün berk ü bârdan
Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rüzgârdan
Baki
Acep şu yerde var m’ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin
Gezdim Urum ile Şam’ı
Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin
Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler kalmasın
Şöyle garip bencileyin
Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Ola garip bencileyin
Nice bu dert ile yanan
Ecel ere bir gün ölem
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle garip bencileyin
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra bulalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
Hey Emrem Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan şara
Şöyle garip bencileyin
Yunus Emre
Yunus’tan sonra dilimiz yavaş yavaş bozulur, od kalkar sözgelişi ortadan, onun yerini ateş gibi yabancı bir sözcük alır. O od sözcüğü bugün sadece odun sözcüğünde yaşıyor. Ama bilenimiz çok mudur dersiniz odun sözcüğünün içinde ateş anlamına gelen bir od sözcüğünün bulunduğunu?