İçeriğe geç

Depresyon Yas ve Melankoli Kitap Alıntıları – Darian Leader

Darian Leader kitaplarından Depresyon Yas ve Melankoli kitap alıntıları sizlerle…

Depresyon Yas ve Melankoli Kitap Alıntıları

Günümüzde anti-depresanlara dair bir şüphecilik var. Artık bu ilaçların işe yararlığı üzerine yapılan çalışmaların endüstri destekli olduğu ve yakın zamana kadar da olumsuz sonuçların neredeyse hiç yay ı nlanmadığı biliniyor.
Psikiyatri ve psikanaliz tarihçilerine göre, depresyon yirminci yüzyılın ikinci yarısında çeşitli faktörlerin etkisiyle klinik bir kate­gori olarak yaratılmıştı: psikolojik sorunları diğer sağlık sorunları gibi paketlemek yönünde bir baskı vardı ve böylelikle bilinçdışı me­kanizmalarındansa yüzeysel davranışlara odaklanan yeni bir vurgu öne çıktı; minör sakinleştiriciler pazarı 1970’lerde çöktü , bu tür ilaç­ların bağı m l ı lık yapıcı özel l i k leri afişe edildi ve ardın dan yeni bir tanı kategorisi -ve çaresi- kentsel nüfusun rahatsız lığını açıklamak ve ih­tiyacını karşılamak için popülerleştirilmek zorundaydı; ilaç deneyle­ riyle ilgili yeni yasalar da hastalığın ne olduğuna dair indirgemeci ve ketum bir tutumu destekledi.
Modern toplum bolluğun orta yerinde sefalet yaratır. Bu nedenle depresyon ne ol­ mamız gerektiğini söyleyenlere HAY I R demekt i r
Daimi toplumsal baskı mutlaka bedenlerimizi etkiler ama baskılar önce, biyolojik tepkiler sonra gelir.
Piyasa güdümlü ekonomi­ ler toplumsal destek mekanizmasının ve topluluk hissiyatının çökü­şüne neden olur. İnsanlar sosyal gruplara bağlılık hissini kaybederek tükenmiş ve yalnız hissederler. Kaynaklar dan yoksun, ekonomik açı­dan istik rarsız, akut baskılara açık ve pek az alternatif yol ve umuda sahip oldukları için hasta düşerler. Bu bakış açısına göre, depresyonun nedenleri toplunsaldır .
Depresyonun ne olduğunu ancak günü­ müzde anlayabildiğimize göre, geriye bakıp depresyonun her zaman orada olduğunu ama tanısının konulmadığını görebi l i riz. Tanının ge­lişmesi basitçe bilimsel ilerlemenin bir işaretidir.
Günümüz de depresyon her yerde. Pratisyen doktorlar tanı koyuyor, ünlüler depresyondan muzdarip olduklarını açıklıyorlar , çocuklara bu yüzden reçete yazılıyor, medyadaki makaleler depresyonu tartışıyor, pembe dizi kar akterleri depresyonla boğuşuyor. Oysaki kırk yıl önce depresyondan neredeyse hi ç bahsedi l m i yordu.
“Egomuz, demişti Freud, bitmiş ilişkilerimizden kalan izlerden yapılmıştır. Her biten ilişki üzerimizde bir iz bırakır ve kimliğimiz bu kalıntıların zamanla birikmesinin sonucudur. ‘Ne yerseniz osunuz’dan çok ‘kimi severseniz osunuz’ diyebiliriz.”
Simgesel bir konum almanın gerektiği her anda sadece bir boşluk vardır. Melankoliğin problemi tam olarak budur: simgesel Öteki onu konumlandırmak üzere orada değildir. Bu yüzden de kendi imgesiyle baş başa kalır, sabitlenmiş ya da zincirlenmiş değildir ve simgesel değil aşırı gerçek bir Öteki’nin insafına kalır. İstikrarlı bir dayanak noktasına ve kendini Öteki karşısında konumlandırışında bir sabitliğe sahip olmayan kişi, kendisini sevilebilir biri olarak görebileceği ideal bir noktayı nasıl oluşturulabilir? Melankoliğin değersiz, istenmeyen ya da lanetli biri olduğuna dair kesin hissi de muhtemelen böyle ortaya çıkar. Ve muhtemelen, melankolinin tam kalbinde yattığını gördüğümüz ölüyle özdeşleşmenin nedeni de budur.
Analiz gören saplantılı nevrotiğin depresyona girmesi her zaman için pozitif bir işarettir çünkü olağan savunmalarının artık işe yaramadığını ve bu nedenle artık değişimin mümkün olduğunu gösterir.
Freud cenaze ritüellerinin hemen her zaman özel bir yemeği içerdiğini, bu yemekte ölülerin simgesel tüketildiğini ve bunun yalnızca bir içine alma olmayıp, aynı zamanda kutlanan bir zafer olduğunu belirtir. Başka bir açıdan bakıldığında, bu tür durumlarda serbest bırakılan libido, eskiden kaybedilen kişiye bağlı olan ve şimdi özgürleşmiş olan aynı libido olabilir mi?
Bu küçük sembolik fedakarlıklar pozitif bir eyleme işaret eder. Kaybetmek zorunda bırakıldığımız şeyin üzerine başka bir kayıp daha ekleriz, sanki kaybı daha pozitif bir hale getirmek için kaybı reddetmektense kayba razı oluruz. Titanik filminin kadın kahramanı, sevgilisinin ölümünü ancak yıllar sonra, yaşadığı aşkla doğrudan bağlantılı olan mücevheri denize attığında kabullenebilir.
Sanat, kedere giriş yapmamız için vardır ve bunu insan hayatının kargaşasından yaratıcı eserlerin nasıl doğabileceğini göstererek yapar. Sanatın bilinçdışı kullanımında, kendimizin içine tekrar girebilmek için kendimizden dışarı çıkmamız gerekir.
Kleincı analist Hanna Sega, Melanie Klein’ın estetik üzerine fikirlerini geliştirdiği bir makalede, sanat eserlerine dair deneyimimiz konusunda çok basit ama pek fark edilmeyen bir tespitte bulunuyor. Bir düzeyde ana karakterle özdeşleştiğinize inansak da, kayıp deneyiminden bir şey yaratabilen kişi olması anlamında yaratıcıyla da bir özdeşleşme sürecine gireriz. Segal’in dediği gibi kaos ve yıkımdan bir şey yaratılmıştır. Bir James Bond romanı okuyarak ajanla özdeşleştiğimizi düşünebiliriz ama aslında daha derinde Bond’un yaratıcısı lan Fleming’le özdeşleşiyoruzdur.
Çocukluk tarihçisi Philippe Aries eski kültürel tanıklıklarda ölüme hazırlık yapıldığını bulgularnıştı ve hem o hem de Gorer çağdaş problemi tam olarak ölümün bilgiyle olan bu ilişkisinde gördüler. Kültürler bu rahatsız edici problemi farklı şekillerde rasyonalize etme eğilimi gösteriyor. Örneğin İran’da yalnızken ya da aileden uzaktayken bir ölüme dair trajik haberi almanın bir tür rahatsızlığa yol açacağına inanılıyor; bu yüzden yurt dışındaki İranlılar aylar, hatta yıllar sonra eve dönene kadar ölüm haberi onlardan çoğunlukla saklanıyor. Bu uygulama yaygın da olsa, bilgiden dışlanmanın olumsuz etkisini hiçbir şekilde azaltmaz.
Klein’a göre, içsel nesnelerimiz -yani diğer insanların bizdeki bilinçdışı temsilleri- bizimle birlikte yas tuttuğunda, bazen bunun yas sürecine bir yardımı dokunabilir. Yas tutan kişinin zihninde diyor Klein, içsel nesneler de kederlidir. Zihninde içsel nesneler onun kederini tıpkı anlayışlı ebeveynlerin yapacağı gibi paylaşırlar. Şair bize ‘doğanı yas tutan kişiyle birlikte yas tuttuğunu’ söyler.
Melankolikler kaybettikleri kişiyle tamamen özdeşleşmişlerdir. Bu durum her zaman için gerçek bir ayrılık ya da ölüme işaret etmez. Kaybedilen kişi, melankoliğin sevdiği ya da sevmiş olduğu, hatta sevmiş olması gereken biri olabilir. Ama bir kez kayıp gerçekleştiğinde bu kişinin imgesi melankoliğin egosuna transfer olur. Kaybedilen kişiye yöneltilen öfke ve nefret de benzer bir şekilde yerinden edilmiştir böylelikle egonun terk edilmiş nesne olduğuna hükmedilir. Freud’un meşhur sözüyle nesnenin gölgesi egonun üzerine düşmüştür ve ego artık melankolik öznenin acımasız eleştirisine maruz kalacaktır. Mızraklar artık bumeranglara dönüşmüştür.
Gündelik hayatta depresif durumların en bariz tetikleyicileri öz-imajımızla alakalıdır. Bir şey bizim nasıl görünmek istediğimizi sorgulamamıza yol açar: patronumuz eleştirel bir yorum yapar, sevgilimiz mesafeli bir davranış sergiler, meslektaşlarımız başarımızı görmezden gelir. Başka bir deyişle sevilesi biri olduğumuza dair ideal imgemiz yara alır.
Keder, kayba vereceğimiz ilk tepki olabilir ama keder ve yas tam olarak aynı şey değildir. Sevdiğimiz birini ölüm ya da ayrılık nedeniyle kaybettiğimizde yas tutmak asla otomatikman gerçekleşmez. Aslında pek çok kişi için yas hiç gerçekleşmez.
Egomuz demişti Freud , bitmiş ilişkilerimizden kalan izlerden yapılmıştır
Melankolik, değersiz ve hiçbir şeyi hak etmeyen biri olduğuna inanır.
Kaybettiklerimiz için yas tuttuğumuzda, iyi ya da kötü kendimiz için de yas tutarız.
Eskiden olduğumuz ve artık olmadığımız kişinin yasını tutarız.
Günün birinde hiç var olmayacağımız için yas tutarız.
Anksiyete en saf haliyle melankolide mevcuttur
Simgesel bir konum almanın gerektiği her anda sadece bir boşluk vardır. Melankoliğin problemi tam olarak budur: simgesel Öteki onu konumlandırmak üzere orada değildir. Bu yüzden de kendi imgesiyle baş başa kalır, sabitlenmiş ya da zincirlenmiş değildir ve simgesel değil aşırı gerçek bir Öteki’nin insafına kalır. İstikrarlı bir dayanak noktasına ve kendini Öteki karşısında konumlandırışında bir sabitliğe sahip olmayan kişi, kendisini sevilebilir biri olarak görebileceği ideal bir noktayı nasıl oluşturulabilir? Melankoliğin değersiz, istenmeyen ya da lanetli biri olduğuna dair kesin hissi de muhtemelen böyle ortaya çıkar. Ve muhtemelen, melankolinin tam kalbinde yattığını gördüğümüz ölüyle özdeşleşmenin nedeni de budur.
1659 tarihli Characters’da yazar Samuel Butler “Melankolik bir kişi, dünyadaki en kötü arkadaşa sahiptir, yani kendine” diyordu
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
Nevrotik kişi diğerlerinden daha aşağı veya yetersiz hissedebilirken melankolik kendini değersizlikle suçlayacaktır, sanki hayatı bir günah ya da suçtan ibaret gibidir. Yetersiz hissetmekle kalmayıp, yetersiz olduğunu bilir. Burada şüpheden çok kesinlik vardır
Freud için melankolinin temel özelliği, öz saygının azalmasıdır. Melankoli “derin acılarla dolu bir üzüntü, dış dünyaya olan ilginin kesilmesi, sevme kapasitesinin kaybedilmesi” ve faaliyetlerin yavaşlaması gibi özellikleri yasla paylaşırken, başlıca ayrıştırıcı özelliği “özsaygıya dair hislerin, kendini suçlama, kendini kötüleme derecesine varana kadar azalması ve hayali bir ceza beklentisiyle sonuçlanmasıdır. Melankolik kendini “zavallı, değersiz ve aşağılık biri olarak” sunar “ve dışlanıp cezalandırılmayı bekler.”
Keyifsizlik, anksiyete veya keder duygularımızı “depresyon” terimi altında gruplandırabilmek ve sonra da bir hap almak, tüm yaşamımızı psikolojik anlamda mikroskop altına yatırmaktan daha cazip geliyor
Modern toplum bolluğun orta yerinde sefalet yaratır. Bu nedenle depresyon “ne olmamız gerektiğini” söyleyenlere HAYIR demektir
Kederin toplumsal olarak sergilenmesi her bireyin kendi kayıplarına erişmesini sağlar. Bu süreçler kederin toplumsak olarak sergilenmesine yapılan keyfi eklemeler değil, bu olayın temel özelliğidir. Ortak yas, kişisel yasın kendini ifade etmesi için vardır.
Eğer paranoyayı, genel hatlarıyla, bir dolayım olmadan Öteki’nin safına kalmak olarak tanımlarsak, o halde melankoli de bazı durumlarda paranoyaya karşı bir savunma olarak görülebilir.
Freud beklentisel keder fikrine 1915’te, Yas ve Melankoli’nin taslağından dokuz ay sonra yazdığı On Transience [ Geçicilik Üzerine ] adlı kısa makalesinde değinir. Bir nesnenin geçiciliği üzerine düşündüğümüzde ”ölümünden sonra tutulacak yasın tadını önceden alırız Zaman ve ölümlülük burada birbirine sıkıca bağlıdır ama sevgi duygusu da öyledir. Beklentisel kederin ortaya çıkışı insan sevgisinin doğuşunun bir parçası olabilir mi? Sevgi her zaman tadı önceden alınan yası mı içerir?
Lacan’ın, sadece Ben onların eksikliğiydim diyebildiğimiz kişilerin yasını tutabildiğimiz yönündeki gözlemi tam da Öteki için ne olduğumuz sorusuna işaret eder. Birinin eksikliği olmak, onların kendi eksiklik duygularını size yansıttığı, başka bir deyişle, sizi sevdikleri anlamına gelir. Sonuçta, bizde olmayan bir şeye sahipmiş gibi görünen insanları severiz. Bu anlamda yas uğraşının bir kısmı, Öteki için teşkil ettiğimiz hayali nesnenin yasını tutmayı içerir. Ve nefret de Ben onların eksikliğiydim diyememenin sonuçlarından biri değil midir
Melankolikler, dil ile dilin işaret ettiği şeyler arasındaki uçurum yüzünden acı çekerler.
Bir yokluğun gerçek ve mevcut bir şeye melankolik dönüşümünü, pek çok çağdaş sanatçının eserinde görebiliyoruz. Bruce Nauman bir masanın değil, masayı kuşatan boşluğun dökümünü yapmasıyla ünlüdür. Daha sonra İngiliz sanatçı Rachel Whiteread de mimari yapıların içindeki boşluğun çeşitli dökümlerini yapmıştır. Bunlardan en ünlüsü olan House;’ tipik bir Londra evinin içindeki boş alanı devasa bir beton kütlesiyle somutlaştırır. Cornelia Parker ise müthiş bir zarafet ve nüktedanlıkla, yüzüklere kazınan kelimelerin ürettiği metal artıklarından, sesten yoksun müzik aletlerinin kayıp akustiği nden ve hatta İngiliz takviminden bir zamanlar kaybolan on bir günden eserler üretmiştir. Bu oldukça farklı sanatsal uygulamaların ortak özelliği yokluğa fiziksel bir mevcudiyet vermekle ilgilenmeleridir; negatif bir alanı gerçek ve maddesel bir şeye dönüştürürler.
Freud kasvetli makalesi Uygarlığın Huzursuzluğu’nda uygarlığın memnuniyetsizlik ve umutsuzluk kaynaklarını bünyesine nasıl dahil ettiğini inceler. Dinden iktidara kadar bu sorunlara verilen farklı, tarihsel cevapları gözden geçirerek hiçbir toplumsal organizasyon biçiminin insanın ıstırabını ortadan kaldıramayacağı sonucuna varır. İnsanların bir arada yaşaması için belli fedakarlıklar gereklidir ve bunlar bizi hayatlarımızın başka yönlerinde bedel ödemeye zorlayacaktır. Freud, yaşamı daha katlanılır kılabilecek yolları tartışırken Büyük Frederick’ten, herkesin kendisini kurtarmak için bir yol icat etmesini söyleyen bir alıntı yapar. Biraz şaşırtıcı bir biçimde, burada psikanalizden hiç bahsetmez. Freud burada uygar yaşamın üzerimizdeki korkunç taleplerinin olası tek çözümü olarak psikanalizi değil, kültürü gösterir. Başka bir deyişle, bizi kurtaracak olanın sanat olduğunu söyler.
Kendini ondan kurtarmak için, önce kendini kendinden kurtarmalıdır.
Lacan’ın iddiasına göre yastaki kişi için sorun, aşkı narsistik olarak yapılandıran imge bağlantılarını muhafaza etmekte yatıyordu. Eğer birini kendi imgemizi model alarak sevdiysek ya da onları kendi narsistik alanımıza çektiysek, onları kaybetmek kendimizi kaybetmek anlamına gelecektir. Bu yüzden onlardan vazgeçmeyi reddederiz.
Bilinçdışı düzeyde, sevdiğimiz kişinin bizimleyken bile her zaman kayıp olan parçasını kabulleniriz.
İkinci kez öldürme, ampirik biyolojik ölümden simgesel olarak istirahate kavuşmaya doğru yapılan hareketi temsil eder. Ve bu durum, bu rüyaların yas sürecinde neden genelde pozitif bir işaret olduğunu da açıklıyor.
Psikanalist George Pollock insanlardaki kader hissinin, çoğunlukla gençken ebeveynlerinden ya da kardeşlerinden birini kaybettiklerinde ortaya çıktığını düşünüyordu. Ölüm ya da hastalıktan kendilerini sorumlu tutuyorlar ve bu yüzden aynı kaderi paylaşmaya mahkum olduklarını hissediyorlardı. Van Gogh’un deneyimi de buna bir örnektir. Van Gogh’a, o daha doğmadan önce ölen kardeşinin adı verilmişti. Sık sık kardeşinin mezarının yanından geçerdi ve kilisede de kardeşiyle aynı numarayla kayıtlıydı: yirmi dokuz. Daha sonra Temmuz’un yirmi dokuzunda intihar edecekti.
Depresif insanların çoğu değersiz hisseder ama melankolik şu açıdan farklıdır: diğerlerinde genellikle görülen suskunluk olmaksızın bunu açıkça ifade eder. Benzer bir şekilde, pek çok nevrotik de değersizlik ve işe yaramazlık hislerini fiziksel özellikleriyle bağdaştıracaktır: bedenlerinde bir kusur vardır, burunları veya saçları tamamen kusurludur. Ama melankoliğin asıl şikayeti çok daha derinlerde yatar. Ona göre yalnızca yüzeysel özellikleri değil varlığının özü değersiz veya yanlıştır.
Bir şeylerin içinde kapana kısıldığımızda o şeyleri tekrar etme eğiliminde oluruz. Annesi öldüğünde Edgar Ailen Poe neredeyse üç yaşında bir çocuktu, yardımsever bir aile üyesi onu bulana kadar bir gece boyunca evde küçük kız kardeşi ve annesinin cesediyle baş başa kalmıştı. Poe eserlerinde ölünün boş bakışı imgesine sürekli geri döner ve ölümün yakınlığı her yerdedir: zamanından önce gömülenler, ölü kalmayan cesetler, sonsuzluğa uzanan ölüm döşekleri, çürüyen ve kokuşan kadavralar, bir cesedin ağzından sızan kan.
Depresyona ilişkin psikanalitik yaklaşımlar BDT’ninkilerden oldukça farklıdır. Eğer bir hasta Depresyondayım ” derse analist bunun ne anlama geldiğini ya da hastalar için en iyi olanın ne olduğunu bildiğini iddia etmeyecektir. Tam tersine, o kişi için bu kelimenin ne anlama geldiğini çözümlemekle ve mevcut problemlerinin bilinçdışı yaşam tarafından nasıl şekillendirildiğini araştırmakla ilgilenecektir. Analist burada hastadan daha bilgili konumda değildir ve analistin temel amacı -sonuç öyle olsa bile- semptomların giderilmesi değildir. Daha ziyade önemli olan, semptom yoluyla ifade edilen şeyin toplumsal normlarla ne kadar çelişirse çelişsin açıkça dile getirilmesini sağlamaktır. Burada uzman olan analist değil hastadır.
Keder, kayba vereceğimiz ilk tepki olabilir ama keder ve yas tam olarak aynı şey değildir. Sevdiğimiz birini ölüm ya da ayrılık nedeniyle kaybettiğimizde yas tutmak asla otomatikman gerçekleşmez. Aslında pek çok kişi için yas hiç gerçekleşmez.
Kaybettiklerimiz için yas tuttuğumuzda, iyi ya da kötü kendimiz için de yas tutarız. Eskiden olduğumuz ve artık olmadığımız kişinin yasını tutarız. Günün birinde hiç var olmayacağımız için yas tutarız.
Sevilen kişi henüz gitmeden önce kayboluşunun hayaleti çoktan sahneye çıkmış olur. Bu durumu yetişkin bir kişi aşık olduğunda da gözlemleyebiliriz. Aşık oldukları kişi kesinlikle yanlarında olsa ve açıkça onlara adanmış olsa bile, aniden onların bir gün orada olamayacağı düşüncesiyle yıkılırlar. Apollonius’un Argonautica dramında Medea, Jason’u o kadar çok sever ki çoktan ölmüş gibi onun yasını tuttuğunu söyler Bir nesnenin geçiciliği üzerine düşündüğümüzde ölümünden sonra tutulacak yasın tadını önceden alırız.
Lacan’ın iddiasına göre yastaki kişi için sorun, aşkı narsistik olarak yapılandıran imge bağlantılarını muhafaza etmekte yatıyordu. Eğer birini kendi imgemizi model alarak sevdiysek ya da onları kendi narsistik alanımıza çektiysek, onları kaybetmek kendimizi kaybetmek anlamına gelecektir. Bu yüzden onlardan vazgeçmeyi reddederiz.
Keder kayba verdiğimiz tepkidir, yas ise bu kederi işlemden geçirme şeklimizdir. Kaybettiğimiz insanlara dair her anı ve beklenti tekrar canlandırılmalı ve onların bizi sonsuza dek terk ettikleri gerçeğiyle yüzleşilmelidir. Düşüncelerimizin sürekli olarak kaybettiğimiz kişiye yöneldiği zorlu ve korkunç bir dönemdir bu Yas süreci boyunca kaybettiklerimiz peşimizi bırakmaz ama onları her düşündüğümüzde duygu yoğunluğumuzun bir kısmı parçalanıp yok olur.
Pek çok insanın atalet ve hayata karşı ilgisizlik deneyimlerinin özünde insani bir sevgi bağı eksikliği veya kişisel anlam krizinin yattığına dair kavrayışımızı tamamen yitiriyoruz.
[Günümüz toplumunda] Depresyondaki kişinin iç dünyası incelenmez ve öncelik ilaçla tedaviye verilir. Depresyon bakteriyel bir enfeksyion gibi spesifik bir biyolojik tedavi gerektiren biyolojik bir problem olarak algılanır. Mağdurlar eski üretken ve mutlu hallerine dönmelidirler. Sorun anlaşılmaktansa ortadan kaldırılmalıdır. Depresyona böyle yaklaşmak sorunun bir parçası olabilir mi acaba? İnsanlık hallerinin pek çok farklı yönü günümüzde biyolojik eksiklik olarak açıklanıyor ve böylece insanlar bilinçdışı zihinsel yaşamın karmaşıklığından yoksun bırakılıyor. Depresyonun, kayıp ve ayrılık deneyimlerine verilen bir tepki değil serotonin eksikliğinin bir sonucu olduğu varsayılıyor. İlaç tedavisi, uzun vadeli sonuçlara ve insanların psikolojik sorunlarının olası etkilerine pek bakılmaksızın, depresyondan muzdarip kişilerin sosyal uyum ve işlevselliğini ideal düzeye getirmeyi amaçlıyor.
Herhangi bir depresif durum üzerine çalışmak hakikatler ve olaylar arasındaki ayrımı ciddiye almak demektir. Maalesef günümüzde hastanın bilinçdışı zihinsel yaşamına değil gözlemlenebilir davranışına vurgu yapan tedavi biçimlerinde olaylar daha önemli sayılıyor.
melankolik özneler kurtulmak için şiirsel olana gereksinim duyarlar.
Melankolikler, dil ile dilin işaret ettiği şeyler arasındaki uçurum yüzünden acı çekerler.
İlişkileri kısmen, hayalî konumlarımızı güvene almak için yaratırız. Bir ilişkinin işlevi kısmen bu konumu sürdürmektir: bu bizi başka birinin bakışı üzerinden belli bir imgede konumlandırır.
Beklentisel yasın ortaya çıkışı insan sevgisinin doğuşunun bir parçası olabilir mi? Sevgi her zaman tadı önceden alınan yası mı içerir?
Elizabeth Wright’ın göz­lemlemiş olduğu gibi, melankolik özneler kurtulmak için şiirsel olana gereksinim duyarlar.
Sosyal varlığın ” gerçek olmayan ” dünyasıyla, gerçek ‘ ‘ varoluş ara­sındaki ayrım melankolide genelde bir ızdırap olarak deneyimlenir. Melankoliğin yaşadığı gerçek ‘ ‘ dünya, sonsuz araf, sonsuzluk gibi gelen dakikalar, anlatılamaz bir acı ve endişe ve ölülerin çağrısı gibi dehşet verici motifler içerir.
Melankolik özneler tarafından dikkatle tanımlanan, sosyal varoluş ile mutlak bir yalnızlık arasında bir uçurum olduğu duygusu, bazen tuhaf bir duruma yol açabilir. Kişi gerçekten, tam anlamıyla anonim olmayı, diğer insanlar arasında herhangi biri olmayı seçebilir. Sorumluluk ge­rektiren kariyerini bırakıp daha az uyarıcı olan, dokuz-beş arası me­sai yaptığı bir işe geçen kadının ifade ettiği gibi: Makinada bir dişli
olmak istiyorum:·
Lacan, yasın bir nesneden vazgeçmek değil, kayıp ve imkansız bir şey olarak nesneyle bağımızı yeniden onarmak olduğunu düşü­nüyordu. Burada kilit nokta nesneyi, onu saran narsistik kılıftan, aşık olduğumuz insan imgesinin ayrıntılarından ayırmaktır.
“Kaybettiklerimiz için yas tuttuğumuzda, iyi ya da kötü kendimiz için de yas tutarız. Eskiden olduğumuz ve artık olmadığımız kişinin yasını tutarız. Günün birinde hiç varolmayacağımız için yas tutarız.”
Kelimelerin bu garip çiçek açışları belki de en gerçek olan şeyi, bir insanın hayatında açılmış olan deliği adlandırma çabasıydı.
İnsanlar olarak kayıplarımızın onaylanması için, sessizce geçiştirilmektense kayıp olarak tanınması için diğer insanlara ihtiyacımız yok mudur? Başka bir deyişle, yasların diyaloğuna ihtiyacımız yok mudur?
Bir kadın onu terk eden adamdan bahsederken şöyle demişti: Eğer biri seni terk ederse bu, o kişinin ölümünden daha kötüdür. Hala hayatta olduğunu bilirsin. Bu dayanılmaz bir şey:’ Söylediğine göre, onu kendini öldürmekten
alıkoyan tek şey bu adama duyduğu nefretti: Kendimi öldürmek üzereydim ama nefretim beni hayatta tuttu:’ Açıkladığına göre, onu aşmanın, yasını tutmanın tek yolu onu kötülemek, değersizleştirerek, onu öldürmekti:’
Nevrotik kişi diğer­lerinden daha aşağı veya yetersiz hissedebilirken melankolik kendini değersizlikle suçlayacaktır, sanki hayatı bir günah ya da suçtan ibaret
gibidir. Yetersiz hissetmekle kalmayıp, yetersiz olduğunu bilir. Burada şüpheden çok kesinlik vardır.
Melankolik kimi kaybettiğine dair bir fikre sahip olsa bile,
Freud’a göre onlar da neyi kaybettiğini bilmez:’
Yasın işlevi;’ diyor Freud, sağ kalanların anılarını ve
umutlarını ölen kişiden ayırmaktır:’
Piyasa güdümlü ekonomi­ler toplwnsal destek mekanizmasının ve topluluk hissiyatının çökü­şüne neden olur. İnsanlar sosyal gruplara bağlılık hissini kaybederek
tükenmiş ve yalnız hissederler.
Depresyon fikri eleştirilmeden ne kadar çok kullanılırsa ve
kayba verilen insani tepkiler biyokimyasal problemlere ne kadar çok indirgenirse, Freud’u cezbeden o karmaşık yas ve melankoli yapılarını araştırmak için de o kadar az yer olacaktır.
– ( ) Her biten ilişki üzerimizde bir iz bırakır ve kimliğimiz bu kalıntıların zamanla birikmesinin sonucudur.
Ne yerseniz osunuz dan çok kimi severseniz osunuz diyebiliriz
Freud da benzer bir şekilde bir kaybın asla tamamen telafi edilemeyeceğini vurgulamaya özen göstermişti. 1929 tarihli bir mektupta Binswangere şöyle yazıyordu:

Bir kaybın yerine geçecek bir şeyi asla bulamayacağız. Boşluğu ne doldurursa doldursun, boşluk tamamen dolsa bile, yine de başka bir şey kalacak. Ve gerçekten de bunun böyle olması gerekiyor, vazgeçmek istemediğimiz sevgiyi devam ettirmenin tek yolu bu.

Lacan bu noktada çok ilginç bir gözlem yapmış ve yasın, sadece kaybedilen kişilerin yasını tutmakla ilgili olmadığına, onlar için eskiden olduğumuz kişinin de yasını tuttuğumuza işaret etmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir