İçeriğe geç

Defterler Kitap Alıntıları – Nilgün Marmara

Nilgün Marmara kitaplarından Defterler kitap alıntıları sizlerle…

Defterler Kitap Alıntıları

“…acıklı bir aynılık her gün her gece.”
Sahneden çekilirken yaşamıma karışmış herkesi selamlıyorum.
Aramaktan ve düşlemekten vazgeçmeyenleri nasıl da kuşkuyla karşılıyorlar.
acıklı bir aynılık her gün her gece.
Aramaktan ve düşlemekten vazgeçmeyenleri nasıl da kuşkuyla karşılıyorlar.
Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması
ne güzeldi. Yiten bu işte! Bu tükenişle hiçbir yeni yaşama başlanamaz.
Tanrı onlara ışığı da verdi, ama onlar karanlığı yeğlediler.
*Infinity cannot be guarded
(Cannot be under guarding)
– Bir hayatın yaşanılarak anlaşılmasından önce pek çok başka hayatın yaşanması gerekiyor. Düşlediğimizin atomik olanaksızlığı o zaman beliriyor ve bir hayatın -bu hayatın içine birçok başka hayattan geçerek varıyoruz. Gürbüz bir yolculuk bu bildik kalık köprüde sağa sola bakınarak en sona varma ve tekrar geriye dönme (Büyük bir kahkaha atar, ironik bir sesle konuşur.) Benim hayatım gölgemdir, karanlıkta yürürken önümden ardımdan izleyen karaltı; Ne yani, yollara mı kapanayım? (Sesini değiştirerek ve her seferinde farklı vurgularla.) Kapan! Kapan! Kapan!
Evet, Nietzsche’ye göre insan hasta hayvandır ama bence insan can çekişme durumundan kendini kurtarmaya çalıştıkça, sağaltabildiği ölçüde insan (ve belki de olması gereken gerçek hayvan!) olabilir çünkü yaşamın şen döngüsü böyle olmasını dilemektedir ya da ben bu dileği bir buyruk bilmek istiyorum.
Nietzsche’nin engin bilgeliği, felsefeden kopuşunun göstergesi, özdeyişleriyle ortaya koyduğu gibi, düşünceyi bir savaş aracı, bir göçebe gücü haline getirmesinden kaynaklanmaktadır.
Ölüm, yaşayabilmek için sonsuzca kaçındığımız, ama sözcükleri yaşatabilmek için kucak açtığımız
Varoluşun saflığı içinde evren küçük bir kusurdur.
.uçurumlar var diyorum, insanla insan arasında, kendiyle kendi arasında insanın.
Bu ülkede gerçek deli bile yoktur, hepsi sahtekârdır.
”Biz niye kendi zamanlarımızı yaşayamıyoruz, niye hep başka zamanlar ve başka kendimiz? Ne bu ertelenen, bir tansık olma dileğiyle -tansığın olmasını beklemek değil, özün tansığa dönüşmesini ummak – ben’i ve biz’i bir tansık yapmak arzusu? ”
13 Ekim 1987
Salı

Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi . Yiten bu işte !

Bu tükenişle hiçbir yeni yaşama başlanamaz , bu nedenle tüm sevdiklerime elveda diyorum .
Ben ‘i bağışlayın !

NİLGÜN MARMARA ÖNAL

Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Aramaktan ve düşlemekten vazgeçmeyenleri nasıl da kuşkuyla karşılıyorlar.
Okuyun, okuyun da anlayın Anlamak nasıl bir şeydir bu dokusundan bal rengi sonsuz bir acı sızdıran yerküredeki kusurlu varoluşumuzu
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kendi varlığımı tahrip ederek sizin geleceğinizi çalacağım.
Tarih – bitimsiz bir fuhuşun evrensel dedikodusu.
Yaşayacak bir Niçin’i bulunan, hemen tüm nasıllara dayanabilir.
Ben, babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.
…cinayet doğurulmuş olmaktır,
Kendilerini ölmeden ceset olarak algılayanlar intiharlarını başkalarının bir vasiyeti gerçekleştireceği gibi gerçekleştirirler.
*Azımsanmayacak kadar ölmüşüm!
*Azımsanmayacak denli ölüyüm!
…Nerede bir yasak varsa, orada buna neden olan bir arzu, itiraf edilmeyen ve bilinçdışında kalan bir tamah vardır.
Bir tabuyu çiğneyen insanın kendisi de tabu olur, çünkü başkalarını da kendi verdiği örneğe çekmek gibi tehlikeli bir melekeye sahiptir. Kıskançlık ve çekemezlik uyandırır: başkaları için yasak olan bir şey ona nasıl mübah olabiliyor? Şu halde, onda gerçekten bulaşıcılık vardır, çünkü örneği taklit hevesi uyandırır, bunun için de onun ortadan kaldırılması gerektir.
Lacan doğduğunda insanı Homolet’e benzetir, her yana dağılabilir bir yumurta.
Tabunun Geleneksel görüş sadece türün ‘biyolojik üremesi’ gibi görünen yanını tanımlar, fakat toplumsal yapıların yeniden üretimini ve böylece türün yeniden-üretim biçimlerini belirlemedeki rollerini açıklamaz.
..Dönmek -İstanbul’a- istiyorum. Ama sonrası da beni çok ürkütüyor; binlerce binlerce düşüm, dileğim; gerçekleştirmek istediğim şey var Arzu yeterince varsa dönüştürme kolaylaşır.
..Hafif olan, ağır olan hiçbir şeyin kişilik sınırları içine girmesine izin vermeyerek boş olan her yeri doldurmaya çabalarken, ağır olan da kendisini ağırla doldururken bir yandan da özlediği kurtarıcı hafifliğe, boş oda hazırlamakla yükümlüdür. Her ikisi de tamamlayıcı öğeleri bilmezlikten gelerek kendi yönlerinde, kaçınılmaz hafifleşme ve kaçınılmaz ağırlaşma kapıyı vurana dek giderler. İntihar olasılığı kapı vurulduğunda, gelene hazırlanan odanın büyüklüğüyle ters orantılıdır. Toplumsal görüntüde ağırlar yalnızlaştıkça hafifler ‘klik’leşir.
* Bal rengi acı
dokumuzdan sızan sonsuz
* Bu parçaları ruhuna bir Japon’un ruhu değmiş biri olarak size göndermekle göneniyorum. Okuyun, okuyun da anlayın ‘Anlamak’ nasıl bir şeydir bu dokusundan bal rengi sonsuz bir acı sızdıran yerküredeki kusurlu varoluşumuzu
Bu şen ve çılgın metincikler bende gülmek ve ağlamak arası bir duyum yaratıyor; eğlenmekte ölüyorum
*Kar tanecikleri, elmas tanecikleri
ölüm tanecikleri doldu gözlerime
Değiştirilemeyen bu dağ bu ova
bu suyla canı
acıyan sinir uçlarıma
değdi bana sözcüklerle.
Yüzü olmayan bir palyaço, elleriyle olmayan yüzünü örtüyor ve ağlıyor. İçerden ağlıyor ve ölüyor. Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüz yok! Yok yüzlü palyaçonun giysisi olması gerektiği gibi oysa, kabarık yakalar ve renk renk kareli tulumu.
Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!
* Varoluşun içinde evren küçük bir kusurdur.
Paul Valéry
*Düz duvara tırmanan bir aklım olsaydı diyorum, hiç durmadan koşuşturan, atlayan zıp zıp bir akıl. Her şeyin ötesine berisine sıçrayan akılların havsalaların alamayacağı bir akıl. Bu eksiksiz gediksiz kaydeden vücudun, bu anı deposunun tüm koordinatlarını belirleyebilecek, yaşarken sonsuzca, sonsuzca yazabilecek bir akıl.
*Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.
Tutunamayanlar’a nihayet tutunuldu, okundu bitirildi.
Kentlerin havaalanlarından çok, düşalanlarına gereksinimi var.
Hayatın neresinden dönülse kârdır!
..Erkek (Kadına yaklaşır, yanında durur, yüzüne dokunur.) Bilmece yüzler, yüzler bilmece! Beden, kaç atom bulunduruyorsa o kadar da anlam ve sembol taşır. Çok önceden/zaten/her zaman için işlemiş, işlenmiş sözcük ve arzu, hücrelerimize. Yüzünüzde kaç sözcük, kaç arzu var Bedeninizde?
..Zarın bütün yüzeylerindeki sayılar aynıydı. Ayrımsız atışlar; ne yüzü dönerse dönsün bana, bir başka yüz dönse de oynayacağım oyunu oynardım. Duru kılmak için hayatı, oluşu -sayıları, ayrımı var etmemekte direniyordum. Üç gün su verilmezse çiçeğin kuruyacağını bilmiyordum.
..Hoş oluyor: Bakmak. Anıların müthiş bir dirençsizliği var kişi anmak istediğinde herşeyin içinden geçip, an’ı, şimdi’yi aşıp anmak istediği anıya dönebiliyor. ( ) Ve bu öyle hoş ve öyle acıklı ki! Bir tür sıçrama ve hiçbir şey elde edememe geçmişi geleceğe bağlayan bu külrengi köprü üzerinde!
..Çünkü belki de hoşnutsuz olmak için hiçbir neden yoktur bu hayatta, ya da hoşnutsuzluğu ifade etmek için, çünkü her şeyi aşmak gerekir, çünkü belki acı, sevinç, sıkıntı, erinç gibi kavramlar da yoktur ve bunların içerikleri de. Ama yine de galiba
..beni ‘ben’ yapan ve şimdi/her zaman/zaten/daima her durumda ‘ben’ kılan ‘şey’de (neyse o şey; öz, töz, söz, göz, möz, köz) bir farklanma sezinliyorum, ama bu küçük değişimi açıklayamıyorum. Çabalanırsa, denenirse şöyle bir şey çıkar: tüm atomlarımı bir arada tutan bir sıvı, bir zar var gibi (nar taneciklerini kaplayan zar örneğin) ve işte o zar dışsal bir etkiyle zorlanmakta ve zarın en küçük kıpırtısı atomların bir arada duruş kombinasyonlarında bir değişim yaratıyor. Ama tek tek ne atomları, ne zarı, ne kıpırtısını, ne de kombinasyondaki değişimi, ne de değişimin kendisini açıklayamıyorum. Unutmaya çalışıyorum, güncel ve bilinebilir görülene yönelerek.
..Her şeyi yazmıyorum, korkuyorum. Yazarsam çok dağılacağım gibi Sanki her anlaşılabilir expression var oluştan bir şeyler eksiltiyor. Böyle bir eksiklenme sevinç vermez de değil, ama tümü de yazılmaz, yazılamaz.
BÖYLE
Neyi söylemek sözden geride
Geceleri böyle eski imgelerle
böyle ağlattı başlığı
karanlık böyle, tersi çardağın.
..Geçmişin peşine yalnızca düşlerde düşülebilir sanıyorum, uyanınca, bir bir sözcüklere dökünce iç sesiyle, karanlık imgeleri. Ve ben de böyle yapıyorum, sanki yüzyıllardır Öyle korkunç bir otoanaliz ki bu artık her şeyi bilmek (megolamani ya da gnostizm değil bu) bir bıkkınlık veriyor, sıyrılmak istiyorum bu iç ve dış kuşatılmışlıktan, anlamlandırmadan, dile getirmeden, dilden götürmeden Olmuyor! Herkes sözcüklere doğuyor, içlerinde yaşıyor, onlarla yapılanıyor, ama bunun böyleliğinin ayırdında olmak ‘gerçek gülünç acı’; insanın kellesini uçurası geliyor. Hayali ‘ben’le toplumsal ‘ben’ arasındaki uçurum sözcüklerin yalnızca araç olarak kullanılmasını terk ettikten sonra gerçekleşiyor, yani bu uçurumun oluşturulmasındaki derin dil etkisi ancak sonra yine dilin traji-komik kullanımıyla dışlaştırılabiliyor, biraz ve belki yaşama o zaman eklenebiliyoruz, biraz
Sahneden çekilirken yaşamıma karışmış herkesi selamlıyorum.
Ölürken kahkahamı ona bırakacağım.
Yıllarca ölüme yürüdük
sağlam bir su üzerinde
“Hiç[biri]miz mutluluğun resmini yapamayacağız. Bu yazgıyla yaşamak ve isyan etmek benim hızımın, utancımın tanımıdır.”
Tüm benliğimi saran bir acı, tüm sinir uçlarına eşit oranda dağıtılmakta, her zaman. Çok yorgunum, evet, size söyleyebilirim, çok yorgunum.
Azımsanmayacak kadar ölmüşüm!
Azımsanmayacak denli ölüyüm!
KAĞAN
“Hayat yine de üzülmeye değer!”

NİLGÜN
“Hayatın neresinden dönülse kârdır!”

Hayat hep yüzünle seviştik,
tersinin hatrı kaldı.
Ağulu tınısını duymak içim yaşamın ; dolu dizgin bir koşturu ölüme doğru…
Bir hayatın yaşanılarak anlaşılmasından önce pek çok başka hayatın yaşanması gerekiyor.
Sen gördün mü hiç ölümü?
Onu ben gördüm ve çok istedim,
Bir leke gibi -karanlık-
Dünyaya getirdim ben ölümü, kendimle.
kendimi istediğim kadar
çok istedim ölümü.
Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle , bir düşün yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok.
Biz ışık diye tepinenler karanlıktan kurtulamıyoruz.
Acı sonsuzca boyutlanır, çok katlı sevinç paylarını içerir avaz avaz haykırmalar ve gözyaşlarını da…
dilsizliğimi, uzam ve insanın eksikliğinin genliğinde öğrendim.
P.S.1 Cenaze töreni istemiyorum, mümkünse yakınız lütfen!
P.S.2 Kuşlar ölünceye kadar iyi bakınız onlara.
P.S.3 Sahneden çekilirken yaşamıma karışmış herkesi selamlıyorum.
Varoluşun saflığı içinde evren küçük bir kusurdur.
İntihar olasılığı kapı vurulduğunda, gelene hazırlanan odanın büyüklüğüyle ters orantılıdır.
Hafif olan, ağır olan hiçbir şeyin kişilik sınırları içine girmesine izin vermeyerek boş olan her yeri doldurmaya çabalarken, ağır olan da kendisini ağırla doldururken bir yandan da özlediğü kurtarıcı hafifliğe, boş oda hazırlamakla yükümlüdür.
Bu ülkede gerçek deli bile yoktur, hepsi sahtekârdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir