İçeriğe geç

Dakika Atlamadan Kitap Alıntıları – Melih Cevdet Anday

Melih Cevdet Anday kitaplarından Dakika Atlamadan kitap alıntıları sizlerle…

Dakika Atlamadan Kitap Alıntıları

&“&”

Yılmaz Güney sadece asıl mesleği olan sinema alanında bile yaptığı işlerle Türkiye’nin durumunu yükseltmiştir. Kendini daima aşmak isteyen, bulduğu ile yetinmeyen bir sanatçı olarak onu hep takdirle karşılamışımdır.
Kafa şiire, yazılan şiire öyle uyuyor ki, sanki şairin elinden çıkıyor da kendi kendine çalışıyor gibi oluyor. O şundan kaynaklanıyor: kafanın şiire, biraz daha fazla uymasından. Tanrısal bir esintiyi de elbette kabul etmiyorum. Şiirle kafa arasında bir uyum bu. Yazmaya başladıktan sonra geçen süreyi takip edemiyorsunuz.
Lirik şiir Oktay Rifat’ın dediği gibi, şairin yaşamı demektir. Yani şairin kendi konuşması demektir. Bu sorun eski Yunan’da Aristo tarafından açık seçik ortaya atılmıştır. Şairin kendisi konuşursa lirik, başkalarını konuşturursa dramatik, hem kendisini hem başkalarını konuşturursa epik şiir ortaya çıkar. Bu üç yol daha sonra birleşmiştir. Bugün bir şiirde lirik-dramatik- epik unsuru ayırmak pek kolay değildir. Bugün dramatik şiir, tiyatro sanatı, tiyatro söylemi olarak var. Epik şiir ise yok, ortadan kalktı. O halde lirik ve dramatik söylemin karşımıdır şıir.
Eskiden, &‘ipham’ denirdi. Yani müphemlik, belirsizlik.. Anlaşılmaz kılarsa, derin olur zannediyor.. Hayır, şiir böyle bir şey değildir… Şair açık seçik olmak isteyen, boyuna onu isteyen bir adamdır… Kapalılığı isteyen bir insan olabilir mi? Kapalılığı isteyen bir felsefe olabilir mi? Bütün sorun şiirin işçilik yanını ihmal etmemektir. Çünkü şiir orada, o çalışmayla ortaya çıkacaktır… Ve bunun binlerce yolu vardır.. Bu bakımdan şairler arasında bir karşılaştırma yapmanın da bir anlamı yoktur… Her şair kendi şiir yapısını kendi kuracaktır. Özetle bir duygu ya da düşünce, şiirin yapısına ulaşmadan önce henüz şiir değildir.. Sanat eserinin tekliği, tek olması önemlidir… Bir duygunun, bir düşüncenin benzeri olabilir.. Fakat her sanat eseri benzersizdir… Bir aşk duygusunun mutlaka benzeri vardır… Ama bir aşk şiirinin benzeri yoktur.. Sanat eserinin etkisi, benzersizliği yapısından gelir.
Bir şairi beğenmek için okurun baygınlaşması gerekiyor. Yani çok hoşlanacak, bayıldım" diyecek.. Baygınlaşma diyorum ben buna. Baygınlaşıyor, ne güzel söylemiş, diyor, ancak öyle bağlanabiliyor. Oysa şiir akılla okunacak bir şey, sükûnetle okunacak bir şey. Baygınlık geçirmeye hiç gerek yok. Bu bizim toplumca duygusal insanlar olmamızdan geliyor. Sabri Esat’ın o kitabı böyle duygusal bir yankı bulamadığı için sanırım, hiç üzerinde durulmadı. Benim de kimi şiirlerime, çok ısrarla hesaplı kitaplı yazdığım kimi şiirlerime ilgi olmadı. Ne kadar teknik ağırlık verilirse bir şiire, o şiir gerekli ilgiyi uyandırmıyor. Duygulara seslenen şiirler daha çok okunuyor. Yani düşün hayatımızda dil yapısı olarak bu şiirin, bu yazının yapısı nedir diye kimse bakmıyor. Bu çok önemli bence.
Şiir önce düşünüp planlamak, sonra bu planlanmış düşünceleri kâğıda dökmek değildir bence. Şiir, yazılırken ortaya çıkan bir şeydir. Yani, yaratıcılık ancak çalışma sırasında olabilir. Onun için, başlamalı bir şiire, şiirin nereye gideceğini de merakla izlemeli… O zaman insanın aklında, kafasında çeşitli olanaklar belirir. Şiirin şuraya mi gitmesi doğru olur, bu yana gitmesi mi, gibi.. Şair onlardan birini da ikisini yeğleyerek çalışmasını o yönde düzenler. Dolayısıyla, ortaya çıkan, yadırgatıcı dediğim sonuç şu: Şiir, çalışırken yaratılan bir şeydir. Ressam için de, yonutçu için de böyledir. Yonutçu taşı kırarken biçime nasıl varacağını da denetler boyuna. Ressam da öyledir. Sanıyorum ki ressamlar da, yonutçular da çalışmanın sonuna doğru buluyorlar yapacakları şeyleri… Evet, kendine özgü bir yaratım süreci.
-Yetenek üzerine ne düşünüyor? Sanatlarda, özellikle de șiirde yeteneğin rolü nedir?
-Bu yetenek meselesi, doğrusu çok karışık bir şey. Müzik deyince, küçük bir çocukta kulak aranır, bu önemlidir. Resme hevesli çocuklarda da renk yeteneği aranıyor. Bu, müzik için de resim için de çok doğru. Ama şiir için yetenek nedir, bunu anlamıyorum. Şiir anlayışı çok güç gelişir bir insanda. Bir gencin şiir yazmaya başlaması için çok okuması, şiirin çeşitli örneklerini iyice incelemesi gerekir. O zaman yetenek nerede kalıyor? Yetenek, sonradan oluşan bir şeydir şiirde. Yani çok okumuş, kendisinde şiir baskısını hisseden genç, sonra bu yeteneği bulmaya çalışır. Hatta, şunu da söyleyeyim, bu yeteneği yaratır da. Yani doğuştan değildir. Şiir yeteneği yaratılmış, yaratılan bir şeydir.
Bir Latin ozanı şöyle demişti: Sanat uzun, yaşam kısa!…"
Nâzım Hikmet uyağa çok bağlıydı. Bir bakıma uyak onun tümcesinin noktalanması gibidir. Bu şiir ahenkli okunmak zorundadır. Burada ahenk derken, chanté etmeyi kastediyorum. Nâzım Hikmet şiirlerini okurken sesini yükseltir ve chanson’a yaklaşırdı. Garip şiiri ise kısaca bir konuşma şiiridir, yani bir odada alçak sesle söylenir. Genellikle serbest vezin şiir biraz nutka da benzer. Meydanlara, kalabalıklara seslenir. Biz bunun tam karşıtı bir şiir yazdık. Bu açıdan bakılırsa bizim şiirimizin kişileri de yavaş sesle konuşan halktan insanlardır. Nâzım Hikmet o vakit hapisteydi. Sabahattin Eyüboğlu’na, Evladım olsa Orhan Veli’yi evlatlıktan reddederdim" demiş. Neden bunca kızdığını anlayamamışımdır. Çünkü fikrini çok çabuk değiştirdiğini biliyorum. Rusya’ya gittiğinde, Moskova Radyosu’nda defalarca bizim şiirlerimizi okudu. Bu şiirlerin Rus şairleri üzerinde çok etkili olduğunu da söyledi. Dahası var o da bir zaman sonra Garip şiir biçeminde şiirler yazdı.
Nâzım Hikmet gibi yazmadığımız için kızdılar, yüksek sesle konuşmadığımız için kızdılar, şakalı konuştuğumuz için kızdılar. Nâzım Hikmet şiirini şu veya bu tarzda sürdürmek isteyen şairlerin bizi politik içerikten yoksun saymaları yanlıştır. Bizim politik içeriğimiz vardır ve bu solcu bir içeriktir. Bu yüzden polis bizi izlerdi. Beni o ara, Balıkesir’in Ömerköyü’ne sürdüler. Altı kez işimden oldum. Bu baskı CHP’nin gününde başladı, sonra da sürdü gitti. Sanıyorum ki kendilerini politik şair sananlar kıskandıkları için bize iftirada bulundular. Garip’in gerici" bir şiir akımı olduğuna ilişkin sanılar kökten yanlıştır. Bugün bütün dünya şairleri böyle yazıyorlar. O zaman bunu böyle düşünmüştük, şimdi de böyle düşünüyorum.
Yaratıcı, kendinden önceki sanata karşı olan tavrı ile tanınır. Güzel midir, değil midir, bir şey söyleyemem. Sanat dünyasında güzellikler" değil, "yaklaşımlar"dır önemli olan. Lonesco, "Ben, tanıdığım tiyatrodan nefret ettiğim için oyun yazarı oldum" demişti, işte bir ozan da böyle çıkar ortaya ve halkın zevki de sürekli bir değişim içine girer. Geçmişte yaratılmış olanları silmek anlamına gelmez bu, fakat onların yinelenmesinden sanatın ortaya çıkamayacağını gösterir. Sanata hep yeniden başlanır. Ama bunu "gelişme" diye nitelemek yanlıştır. Homeros’u, Dante’yi, Cervantes’i, Shakespeare’i baştan okumak bana hep özgünlüğe giden yolu yeniden düşündürmüştür. Elbet şunu da: Özgünlük bir tür süregitmedir. Geçmiş sanatın kalıtçılarıyız. Biliyorsunuz, Karacaoğlan’ın bir şiirinden yola çıkarak uzun bir şiir yazdım. Demek o büyük ozan bana yaratma olanağı verdi. Kaynağımız ne olursa olsun korkmayalım, gene de kendi şiirimizi yazarız.
Melih Cevdet Anday’ın, kavgacı bir insan olduğu zaman zaman söylenir. Ama benim hiç kuşkum yok ki, hep bilinmeyenin peşinde koşan, bilinmeyenlere egemen olmak tutkusunu içinde büyüten Melih Cevdet Anday’ın en büyük kavgası kendisiyle.
Bundan beş altı yıl önce sormuştum, kendi kendisine hesaplaşmalarınız çok mu diye. Şöyle yanıtlamıştı:
Hem de dakika atlamadan. Bir arkadaşım bana, böyle nasıl yaşadığımı sordu. Demek ki kendine soru sormadan yaşamayı daha doğal buluyorlar. Doğal olmasına doğaldır da, insanca değildir. Çünkü insan doğa artı sorudur".
Şimdi soruyorum: Başkalarıyla olduğu gibi, kendinizle de çok kavga ediyor musunuz?
"Hep kavgadayım. Kavgacı bir adamım. Genellikle kavga ederim. Edemediklerimle, etmediğim kavgaları, kendi kendime ediyorum… Çok dayak yiyecek adam vardı. Ben birtakımını dövdüm, birtakımını dövemedim. Bütün sıkıntım bundan, dövülecek olup da dövemediklerimden".
Âşık olmak, insanın yaşadığını gösteren tek şey. O kadar önemli ki… Artık tek başınıza değilsiniz. İnsanca, tek başınıza değilsiniz. Aşk, doğaya karşı bir şeydir. Şair olarak ben hep doğaya karşı olmak istiyorum. Ondan boyuna âşık oluyorum.
Ölümü merak ediyorum. Hiç korkmuyorum ondan. Zaten yaşamayı başka bir yaşamayla karşılaştıramadığımız için de değerlendiremiyorum. Biraz daha âşık olmak, biraz daha șiir azmak için, biraz daha yaşamak istiyorum.
Düşünüyorum da, ölenlerin zamanı gerçekten durmuştur, hiçbir değişikliğe gereksemesi yoktur. Biz akan zaman içinde onlarla karşılaşıyoruz ikide bir. Tuhaf bir şey bu; onlar biraz bizimle akıyor, biz biraz onlarla duralıyoruz. Ölüm bir söylencedir. Bu söylenceden birkaç söz bulalım.
İnsanlar arasında anlaşmayı sağladığım sandığımız nesne adları, göstereni oldukları nesnelerden, ayrılmışlardır gerçekte, bize onları göstermezler. Böylece dünyayı göremeden göçüp giderdik… Şiir (sanat) olmasaydı.. &‘Bak’ diyor şiir, &‘işte ağaç! İyi bak!’ Bakıyor ve görüyoruz ağacı, ilk kez. Şiirin bunca büyük bir işlevi de, zamanın geçmesinden duyduğumuz korkuyu yakıştırmasıdır; daha kısası, bu akışı durdurmasıdır. Böylece şiiri yazanla okuyan, bir tanıklıkta birleşirler, gösteren ile gösterilenin birliğinde ve ölüme karşı gelmekte.
Ben Tohum’ şiiriyle Garip’ten ayrıldım. İki arkadaşımda da bir isyan oldu. Oktay Rıfat kapıyı kırar gibi açarak "Yapma Melih, böyle şiir yazma’ dedi, &‘beraber başladık, beraber devam edelim’ dedi.. Meğer önce o değiştirmek istermiş şiirini…Orhan Veli de &‘Yapma Melih’ diye tutturdu".
Orhan, sabahları beni evimden almaya gelir, ben de yola çıkarım. Daha karşılaşmadan, uzaktan işaret eder, eliyle, üç ya da dört diye gösterir. Bu, bugün bizimle ilgili üç yazı ya da dört yazı çıktı demektir… Orhan’la yolda yürürken, o yüz yıl sonrasını düşünüyor. &‘Bak şimdi, pencereden bakanlar, Orhan Veli’yle, Melih Cevdet yan yana yürüyor diyorlardır derdi. Oysa o sıralar kimse bizi tanımıyor…"
Babamı hiç sevmiyorum. Ailesinin sürekli destekleyeceğine güvendiği için hiç sorumluluk duymamış… istediği tüm okullarda okumuş: Saint Joseph, Galatasaray, Harbiye.. Çok sonradan anladım ki, o babam artık büyük ailesinden yardım almıyordu. Büyükbabam, büyük amcalar onu yalnız bırakalım da sorumluluğunu öğrensin demişler.. Çocukluk anılarımdan bilirim ki, babam bu sorumluluğu idrak edemedi. İmtiyazlı bir ailede büyüyen babam çok şımarık yetişmiş, edebiyata, gazeteciliğe heves etmiş, Edebiyat Fakültesi’nden ayrılmış… Ben çocukluğumda, orta halli, sıkıntı çeken bir ailede büyüdüm. Babam bu sıkıntıyla ilgilenmezdi. Çocukluk anılarımdan biliyorum, babam, hep amcalara, babasına hakaret mektupları yazardı, bunları anneme okurdu… Ben anlamazdım, yoksulluğu normal karşılardım. Çok çocukken babamı Tanrı gibi görürdüm. Halbuki babam biz üç kardeşle hiç ilgilenmezdi. Bazen ona hala küfür ederim.
Melih Cevdet Akşam gazetesine girer bir süre sonra. Hem iç sayfa sekreterliği yapmakta hem de bir sanat edebiyat sayfası hazırlamaktadır. Orhan Kemal, Oktay Rıfat sayfanın sürekli yazarlarıdır. İdeolojik açıdan biraz sert bir sayfadır, epey etkili olur. Derken bir gün Necmettin Sadak’ın kızıyla evli olduğu için gazetede hissesi bulunan spor sayfası yöneticisi bir eski futbolcu, Melih Cevdet gazetede yokken gelip burası komünist yuvası oldu" diyerek masasını kaldırtır.
"Sonra Vedat Nedim Tör, Doğan Kardeş’in kitap yayınlarında çalışır mısın, dedi. Gittim. Şevket Rado da ortaktı Doğan Kardeş’e. Orada çeviri yapıyordum, hem de kitapların baskı işleriyle uğraşıyordum". Yine çok uzun sürmez. Yine bir gün Şevket Rado uğrar. Polis geldi, seni sordu der. Burada çalışamazsın. Eh, polis sorduysa yapılacak bir şey yoktur.
Bitmez. Bir de Tercüman serüveni vardır Melih Cevdet in Tercüman muhalif bir gazetededir 1960 öncesi. Sahiplerinden biri Semih Tanca’dır. Gazete Cihat Baban’ın yönetimindedir. Yazı işleri müdürü de Semih Tuğrul. "Tercüman’da takma adla fikralar yazıyordum. Sonra kendi adınla yaz dediler bana. Kendi adımla ancak bir ay yazabildim. Patron, Peyami Safa ile anlaşmış. Bir gün Semih Tuğrul, Peyami Safa’nın ilk şartı senin yazmaman dedi. Bari bugun son yazını yazıp bırak"
Garip anlayışını sömürdük iyice. Herkese kolay geldi çünkü. Ama bırakmak gerekiyordu doğrusu. Garip hareketi, şiir bakımından getirdiği özgürlükle, cesaretle yapacağını yapmıştı zaten. Onu sonsuza dek sürdürmenin anlamı yoktu. Bu yüzden garip anlayışından önce ben ayrıldım. Sonra da Oktay. Çünkü şiir, bildiğimiz gibi bir araştırma alanı. Ben şairin durumunu araştırıcılık bakımından bilim adamının durumuyla çok benzer bulurum.
Çok sıkıntı çektim, para sıkıntısı. Ama zaman geçince unutuluyor galiba.
Neden böylesine korkuluyor şiirden? Şiiri, şairi iktidarların gözünde tehlikeli kılan ne?
Müslümanlıkta" diyor Melih Cevdet Anday, "şair cehennemde yanacaktır. Çünkü Muhammet, sayın Muhammet şairleri sevmezdi. Neden? Çünkü şair onu hicvederse akılda kalır bu. En büyük hücum olur ona. Onun için şairleri cehennemde yakmaya kalktı."
Sözcüklerde, ses tasarrufu anlamında ekonomi gereklidir. Ben diyorum ki, yeni yaptığımız kelimeleri ünsüzlerle bitirmek daha doğru olur, çünkü vokallerle çekimler daha kolay yapılabilir. Başta bunu siz yapmazsanız, bir zaman sonra halk yapar. Ben epey yeni sözcük önermişimdir. Sözcük" bunların başında gelir. İhtiyaç (ben "gerekseme" diyorum) doğuruyor bunu, Örneğin, "Üslup" için "biçem"i buldum, tuttu. Çünkü ihtiyaç var. Dediğiniz gibi dil sorunu ile çok uğraştım, çok okudum. Dilimizin karakteristik yapısını tanımaktı niyetim, merakım. Konservatuardaki öğretmenliğimde bu birikim çok işime yaradı. Ama unutmayın ki, beni bu meraka sürükleyen şair oluşumdu. Hangi dille ne yapılabileceğini bilmek zorundaydım. Ayrıca dilbilimi severim, matematiğe benzer. Felsefeyi doğuran dildir. Ya da felsefi düşüncenin sınırı, dilin sınırı demektir. Şiir de ister istemez felsefeye bitişir.
Ben belki de duyguculuğa bir tepkiyimdir. Toplumumuzda düşüncenin çok az yer tutmasından mıdır, kim bilir?
-Şiiri ve içkiyi ilk ne zaman tandınız? Ve sigarayı? İçki ve sigara şiirinizi etkiledi mi?
-Şiir şimdi bilemeyeceğim kadar eskiye uzanır. Her çocuk şairdir de ondan. İçkiyi lise son sınıfta denemeye başlamıştım. Arkadaşlarla gülüşmek için. Cigaranın hiçbir zaman sürekli tiryakisi olmamışımdır. Bunların şiire etkisi konusunda söyleyecek hiçbir sözüm yok. Bilmiyorum. Yalnız şu kadarını söyleyeyim: İçkili iken şiir yazmam ve yazı da yazmam. Şirimi ve yazımı bitirmek bende içki hevesi uyandırır. İçkiyle şiir arasındaki ilişki konusu çok su götürür. Akıl karşısındaki tutumumuzla ilgilidir bu. Olağanüstü avı" aklın ürünü olmalı mı, olmamalı mı? Ya da kısaca, olabilir mi? Akla eskiden daha çok saygım vardı. Yaratıcılığın rastlantı yanı, başka gizlerin var olabileceğini düşündürüyor. Ama akıl da bu gizlerden biridir işte. İçkisiz halin normal hal sayılması yanlıştır. Canlı olan sarhoştur ve yaratıcıdır. Ayrıca sarhoş olmasına gerek yoktur onun.
Oktay Akbal: Bizde neden bu kadar çok ozan var?
Melih Cevdet Anday: Geri kalmış ülke olmamızdan geliyor bu. Bizde düzyazı çok geç oluştu. Tanzimatta bile düşüncelerimizi nazımla anlatıyorduk. Ziya Gökalp ki yabancı dil bilir, şiirlerle anlatıyordu fikirlerini, ona alışıktı, Türk halkı düzyazıyı kolay anlayamıyor.
Tıpkı bilim adamlarındaki gibi, arayana gelir esin. Tramvayda giderken adam bir şey buldum diyor, bir fizikçi. Bira içerken bulmuş, mütemadiyen kafa o konuda çalıştığı için. Benim neden aklıma gelmiyor böyle bir şey? Onun kafası mütemadiyen o yolda çalışıyor da ondan, değil mi? Şimdi esin de arayan ozana gelir. Yoksa esinle iş başlamaz demek istiyorum. Yetenekse elde edilir, başka bir şey olamaz ki!
Yahya Kemal’in bizim için şöyle bir sözü var, diyor ki; Boks eldivenle oynanır, bunlar tabanca çekiyorlar" diyor. Onun eldiven dediği ölçü, uyak. Nazım Hikmet’e gelince, Nâzım Hikmet’in bize söylediği, "Benim gibi yazacak değildiniz ya, iyi ettiniz, başka bir olay oldu". Nâzım Hikmet’in şiiri ile bu şiir arasındaki ayrım şöyle anlatılabilir; Nâzım Hikmet büyük kalabalıklara seslenir, kalabalıklara seslenmek yüksek ses ister, yüksek ses ise kahramanını getirir, şiir ortaya çıkıyor. Konuşur gibi okunan şiirin içindeki kişiler imajlarını, anlam ve biçim sanatlarını getirir. Burada orkestra ile oda müziği gibi bir ayırım. Burda konuşur gibi okunan bir de ister istemez sıradan insanlar oluyor. Garip şiirinin içindeki insanların hepsi sıradan insanlardır.
Adnan Benk: Sen kötü bir dize yazıyor musun?.. Ondan sonra gelen daha bir iyi görünsün diye?
Melih Cevdet Anday: Ahmet Haşim’de bu var. Birinci mısra başlıyor, o kızıl rengiyle hop başlar ya; ikinci mısra kötünün kötüsü, yani bir şair onu yazmaz. Dört mısralık bir kıta. Sonunda ne güzel bitiriyor. Düşündüm, yazdım da ben bunu. Şu kötülüğe bakın dedim, nasıl söyler bunu iyi şair. Fakat, dedim, öyle bir avlıyor ki bizi birinci mısrayla ve son mısrayla! Aradaki bir gürültü patırtıymış gibi geçip gidiyor.
Doğa bakımından ölüm diye bir şey bulunduğunu düşünmek ne saçmadır. Doğa bir değişim ve ilişkiler dizgesinden başka bir şey değildir. Ama biz yaşamımızı doğadan ayrı düşünmeye, öylesine alıştırılmışızdır ki, durup dururken ve kimseye çaktırmadan ölümümüze ağlıyoruz. Belki de arkamızdan ağlayacaktan düşünüyoruz. Bunların tümü saçmadır. Ölümümüze o kadar önem vermeyelim… Yalnız bir şey düşündürüyor beni: Ölümümle birlikte daha benim bile yerine yerleştiremediğim yığınla düşüncemin yok olacağına şaşıyorum. Onlar yitecektir. Peki, hani dünyada hiçbir şey yitmez mi? Belki de hiç kimse salt kendine özgü düşünceleri bulunduğuna inanmamalıdır. Bunlar bizim düşüncelerimizdir belki de. Ve bendeki ben, başkalarındaki ben demektir. İnsanı en çok umutlu kılan da budur. Bu, insan saygısı, insana inanma anlamına gelir.
-Kendi kendinizle hesaplaşmalarınız çok mu?
-Hem de dakika atlamadan. Bir arkadaşım bana, böyle nasıl yaşadığımı sordu. Demek ki kendine soru sormadan yaşamayı daha doğal buluyorlar. Doğal olmasına doğaldır da, insanca değildir. Çünkü insan doğa artı sorudur.
Şiir alanında sanılır ki, bir ozanın yaşlanması, zanaat bakımından onu zenginleştirir. Oysa şiir yaşlanmayan tek şeydir. Bütün ölmüş büyük ozanları düşünüyorum da bugün yazıyorlarmış gibi geliyor bana. Bu, şiirin ölümsüzlüğünü değil, şiir emeğinin ölümsüzlüğünü gösterir. Eskiden kalmış bütün yapıtlar (yalnız şiir değil) bize onları yaptıranlardan değil, onları yapanlardan kalmadır. Emek insanoğlunun kimliğidir. Hiçbir zaman yaşlanmaz. Beni bir emekçi sayın rica ederim. Ama diyeceksiniz Ki, yaşlar ilerliyor, yıllar geçiyor… Güneşin ve ayın eskidiği anlamına gelmez bu. Yaşlanmak bir aldanmadır, başka bir şey değil. Düşünen ve seven insan yaşlanmaz… Yaşın olmadığına gerçekten inanıyorum.
Özgürlük, çoğu zaman dar anlamda değerlendiriliyor ve buna ölçü olarak da insanların yasalar karşısındakı durumu ele alınıyor. Yasalar saçmadır. Bir örnekle belirteyim Aç bıraktığımız bir insan ekmek çalarsa, suçlu bulunuyor. Ancak yasalar bu adamı gerçekten suçlu çıkarmaya yetmez. Çünkü onun neden aç bırakıldığı iska geçilir…
Emeksiz aşk mı?
Kuşkusuz çalışa çabalaya aşk kurmanın da var olduğunu bilmiyor değilim. Ama, inanın buna değmez. Aşk, nefes almak gibi olunca güzeldir.
Şiirin kaynakları sayılmayacak denli çoktur. Bu bakımdan belli bir şiir kuramının sürekli geçerliğinden söz etmek güçtür. Ben, genellikle şiir dışında arayaya gelmişimdir şiiri. Başka bir deyişle, düşünebileceğimiz bütün konuları şiir diline geçirmektir ozanın işi. Böylece ozan, sonsuz bir yolda, varamayacağı bir ereği araştırır durur. Sürekli bir araştırmadır şiir. Bu bakımdan ozanı Sysiphos’a benzetebiliriz; sabırdır onun tek gücü. Şiirin kuramı, onun tekniği ile iç içedir, bu iki öğe birbirinden ayrılamaz. Bunlardan hangisinin ötekini oluşturduğunu söylemek olanaksızdır. Gösteren ile gösterilenin özdeşliğine benzer bu. Diyebilirim ki, kuramlar her şiire uyar.
Ozan, basit sözlerle en karmaşık olan duyguyu ve düşünceleri anlatabildiğince başarıya erer.
Yarına kalmanın başlıca gücü yarını yaratmaktan geçer.
-Genç şairlere neler salık verebilirsiniz?
-Yalnız şiirle değil, şiirin dışında kalan düşün ve etkinlik olanları ile elden geldiğince sık ilgilenmeli ozan. Cansız maddelerden canlılara dek geniş bir alan. Bunu, doğanın gizini araştırmak diye de adlandırabiliriz. Biz bu gizle içiçe yaşıyoruz, ama onun ne olduğunu anlayamıyoruz. İnsan da bu gizin içindedir demek istiyorum. Bilimlerin ve felsefelerin, çözmek şöyle dursun yaklaşamadıkları bir şey var ki, zaman zaman şiirde yansıyor. Bu ancak, ayrıntılar içinde tüneli görebilmekle elde edilebilir. Doğa ile bilgi arasındaki ilişkiye ozanca eğilmek, ozanın ilgi alanını sonsuzca genişletir. Ozanın merakı bilme tukusu tükenmemelidir. Kimi zaman bir kitabın içindeki sözcükler (hatta harfler), kimi zaman bu yaprağın düşüşü, bir sesle bir düşünce arasındaki benzerlik, otlar ve bulutlar onu esinlenmeye götürür. Ne yaptığını bilmek, hatta ona felsefi karşılıklar bulmak belli yapılar kurmak, şiiri eğitim için elverişli kılar, bu ise onun ciddiye alınmasını sağlayacaktır.
Bir ozan, bütün insanlara seslenmek istiyorsa, ölüm" konusunu ele almalıdır diyebilirim, çünkü ölüm korkusu her zaman, her yerde insanların başta gelen ortak duygusu olmuştur. Aşk bile onun gibi değildir, aşkın egemen olduğu, olmadığı dönemler yaşanmıştır çünkü. Ama ölüm korkusu duymadan yaşandığı olmamıştır hiç. Şu sözlerimle, ölüm konusunu ele alaş nedenimi açıkladığım sanılmasın. Konusu ölüm ya da yaşmak olmuş, şiir aynı etkiyi bırakır. Bununla birlikte açılmışken sürdürelim sözümüzü, ölüm konusu zaman zaman moda da olmuş, zaman zaman unutulmuştur. Sözgelişi Cahit Sitkı Tarancı, ölüm konusuna düşkündü, sakın ölümü düşünür boyuna sanmayın, hiç düşünmezdi, ama onun için gözde bir konuydu ölüm konusu, kalemini daha kıvrak kullanırdı o konuda. Bunun arkasından "yaşama sevinci" moda konu oldu idi. Diyeceğim, bunlar, ozanın kendi duygusal özelliğine göre değil de, çağın getirdiği değerlendirmelere göre öne çıkar. Ben ölüm konusuna, onu yaşamla karışık görme açısından bakmayı denedim. Yaşamın bir parçası gibi.
Şiir yozlaştıkça duygusallaşır.
-Benim ilk şiirim 1936’da Varlık’ta yayınlandıktan birkaç ay sonra bu yeni şiirlerden bir sayfa yaptı Yaşar Nabi. Önsöz gibi kısa bir şey yazmıştı. Yeni bir hava getiren üç şair" diye. O zaman bizimle şöyle alay etmişlerdi: "Bu üç şair ne getirmişler?" "Hava!"
-Orhan’ın tepkisi ne oldu, hatırlıyor musun? -Evet hatırlıyorum. Orhan Garip’te çıkan şiirlerimiz yayınlandığı zaman çok sevinçliydi. Özellikle Orhan’ın "Yazık Oldu Süleyman Efendiye" adlı şiiri birdenbire çok meşhur oldu. Öyle ki hemen hemen her gün ya bir gazetede ya bir mizah dergisinde "Yazık Oldu Süleyman, Efendiye" şiiri üzerinde ya doğrudan doğruya, ya da onunla şakalı olarak bazı yazılar çıkıyordu. Ben Orhan’ı gördüğüm zaman elinde sallardı gazeteyi "Bugün üç tane" falan gibi..
Benim anladığıma göre bir ozan, bütün yaşadığı süre içinde, kafasında belki de tam olarak belirlenmemiş bir şiiri arar. Çeşitli etkiler altında, çeşitli denemelerle, deyim yerindeyse, o aradığı şiirin dozunu bulmaya çalışır, bir kimyacı gibi.
-Orhan Veli ile ilgili başınızdan geçen bir olayı anlatır mısınız?
-Ankara’da Baraj yolunda, bir otomobille uçurumdan yuvarlandık, ölümden kurtulduk. Otomobili ben kullanıyordum, Orhan Veli kendini bilemeyecek gibi yaralandı. Bu yüzden yirmi dört saat tutuklu durdum ve Orhan Veli kendine gelince bırakıldım.
-Her ozanın kendine özgü bir dili olması gerekli midir?
-Ozan, kendine özgü bir dil aramaz, aramamalıdır. Ozanın dili, kişiliği demektir. Kişilik nasıl aranmakla bulunmazsa, şiir dili de özenerek yaratılamaz. Aykırı görünecek ama, ozan, dilini aștıkça dilini bulur, kişiliğini aştıkça kişiliğini bulur. Bunların ötesine geçebilmektir gerçek başarı. Kimi ozan için de özel bir dil gerekmez.
-Bir şiiri okuyup bitirdikten sonra ne kalır elimizde?
-Elimizde bir şey kalmaz. Kimi zaman bir şiirin tümü, ya da birkaç dizesi belleğimizde kalır. Ama çoğun, bunlardan daha baskın olanı, bir şiirin belleğimizde bıraktığı anıdır. Bunu bir renk anısına, bir davranış anısına benzetebiliriz. Neyin rengi, nasıl bir davranıştı unutsak da, onun yeri kalmıştır düşüncemizde, duygumuzda. Benzeri olmayan bir yer. Sonra bir gün o yer, hangi nedendense, bize kendini duyuruverir.
Kafiye tarih boyunca şiir sanatının en denenmiş, en sağlam dayanaklarından biri..m Bir sanatın, geçmişindeki kazançları koruması iyiliğinedir. Ancak gitgide, kafiye bazı hünercilerin eline geçmiştir. Kafiyeyi bir araç gibi değil de bir amaç gibi ele almışlar. Son heceleri uygun seste iki sözcüğü mısra sonlarında alt alta getirdiniz mi şiir yazmış oluyordunuz. Bundan tiksinti geliyor insana. Sesleri benzer kelimelerin bir suçu yok, suç, kullananda.
Sanatkâr durmaz değişir. Onu tanımak demek bence, değişme seyri içinde göz önüne almak demektir.
– Sefalet çektiniz mi?
– En çok yokluğu tanıdım. Ama, alıştım da artık.
– Aç kaldınız mı?
– Ölecek kadar değil. Bizim memlekette açlıktan bahsedildi mi kızanlar: Hani ölen" diye sorarlar. Oysa, ölmeyecek kadar beslenmek de açlık sayılmalı. Tıkanmak yolu ile yaşayanlar birden bire değil de, azar azar ölüyorlar, aradaki fark.
Marifet kaçmadan boyuna yenilerek yaşayabilmektir sanırım.
Nurullah Ataç’ın yarattığı kelimelerle şiir yazılabilir mi?
Orhan Veli: Nurullah Ataç kim? Tanımıyorum.
Geçmiş edebiyatımız bugünün insanını doyuracak bir edebiyatın geleneğini kuramamıştır. Bugünkü Türk sanatkârları işe yeni baştan, en baştan başlamayı göze almak zorundadır. Belki onların yaptıkları basit, kolay görünecek, zarar yok. Bütün insanlar gibi sanatkârlar da kendi güçlerinin, içinde yaşadıkları toplumun sınırları ile çevrilidir. Biz bu sınırları elimizden geldiği kadar genişletmeye uğraşalım. Ama, elli yıl sonra, yüz yıl sonra okunacak mıyız, okunmayacak mıyız? Bunu düşünmenin sırası değil. Benim sandığıma göre gerçekten ileriki yıllara kalmanın bir sebebi de bu kuşkudan yakayı kurtarmakla kabil.
Bugünkü yazarlar çeşit çeşit baskılar altında. Onu önce evinde, masasında, kâğıdı kalemiyle baş başa iken bulalım. Göreceğiz ki bu yazar, konusunu, hürriyet içinde, korkusuzca işleyemiyor. Diyelim, bir hırsız memuru anlatmak istiyor, değil mi? Yazamaz; devleti tahkirden yakasına yapışırlar. Ya aç kalan bir köylü? Olamaz; milli birlik var. Şimdi bu yazar bu çeşit göze görünmez baskılar altında kıvrana kıvrana yazdığı hikâyesini, romanını, piyesini, şiirini nereye götürsün? Kitapçıya gitse yüz bulmayacaktır. Çünkü kitapçının ucuza mal ettiği tercüme romanları yahut da bayağı yerli hikâyeleri basmaktan başka bir düşüncesi yoktur. Ya gazeteler? Aralarına sokulabilene mutlu. Sürgünden dönmüş bilmem ne bey, bugünkü altmışlık, yetmişlik ihtiyarları çocukluklarında ağlatmış, güldürmüş eski bir üstat ortada dururken bizim yüzümüze kim bakar. Ya tiyatrolarımız ne güne duruyor, diyeceksiniz. O da başka bir âlem.
Zamanımız şairlerinden, yazarlarından çoğu yazık ki düşünceyi dilden ayrı bir şeymiş gibi görüyorlar. &‘Belki iyi söyleyemedim ama doğru, güzel bir şey söyledim’ diyorlar. İnsanın aklına kelime kuruluşlarından ayrı olarak gelen bu düşünce ne olabilir? Tam, yıkılmaz kalıbını bulmamış bir düşünce nasıl doğru ve güzel olabilir?
Sanatkâr, düşünen, duyan, seçen ve yaşadığı toplumu, dünyayı daha iyiye, daha güzele doğru değiştirmek isteyen bir adam olarak çevresiyle, insanlığın gidişiyle ilgilenmesin…bu olamaz.
Peki, bilim adamının, politika adamının yahut daha iyi yaşama şartlarına kavuşmak isteyen halk adamının bu yoldaki çalışmalarına uygun olarak sanatkâra düşen ödev nedir? Bu ödev onun, sahip olduğu aletle, yani sanatıyla kendisini daha iyi bir dünya amacına vermesidir. Böyle olduğu için de sanatkârın, önce sanatının ustası olması gerekir. Bu ustalığa sahip olmak yolunda yürümeyen bir sanatkâr, inandığı, seçtiği yollarda bir fedai, bir nefer olabilir. Ama ona bir sanat adamı olarak hizmet etmek talihini kazanamaz. Bu talih ona dışarıdan da verilemez. Sanat adamı talihini kendisi yaratır. Önce cemiyet meseleleri mi? Yoksa sanat meseleleri mi? Bence bugünkü sanatkârın yolu, en ileri, en mükemmel bir teknikle halk adamının sanatını yaratmak yoludur.
Nurullah Ataç’ın yarattığı kelimelerle şiir yazılabilir mi?
Orhan Veli: Nurullah Ataç kim? Tanımıyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir