İçeriğe geç

Coğrafyadan Vatana Kitap Alıntıları – Remzi Oğuz Arık

Remzi Oğuz Arık kitaplarından Coğrafyadan Vatana kitap alıntıları sizlerle…

Coğrafyadan Vatana Kitap Alıntıları

Niçin Beyoğlu’nda bu kadar insan var?. Niye bu basık, güneş görmez yerlere memleketin çocukları bu kadar koşuyor da -mesela Aksaray semtinin güneşle, açık hava ile cennetleşen yerleri yangın yeri halinde? Niçin kahve dediğimiz sefil biri­kinti yeri tipi, İstanbul taraflarında pusu kurmuştur da gazino tipi yalnız Beyoğlu’nda var? Niçin Türk çocuğu anası, bacısı, refikası, nişanlısıyla dinlenmek, konuşmak isterse Beyoğ­lu’ndaki yabancı çatıların misafirperverliğine sığınabiliyor da içinden çıktığı İstanbul semtinin hiçbir köşesinde o sükuneti o hürriyeti bulamıyor?

Çünkü ötede tesamüh (hoşgörü) var; insanın, vatan­daşın kendi gezme, eğlenme ve düşünmesini tanzim etmesinde salahiyet hakkı, hürriyeti orada eski bir an’ane! Evet, bu levan­ten, bu kozmopolit, bu batı, Orta Avrupa’yı yarım yamalak taklit eden, içinde Türk’ten çok Türk’ün gayrisi bulunan Türk­çeden çok Fransızca konuşulan bu yerlerde tesamüh vardır da Türk’ün çocuğu buralara ondan koşuyor

Güzelliğin, güzelliklerimizin fethine koşanlara diyoruz ki: Türkiye’yi gezin! İlkin en yakın yerlerimizden başlayarak, Türkiye’nin dört bucağını gönlünüze kazın! Vatan havada gezen bir hülya değildir. Vatan aşk gibi, kale gibi bir realitedir, bir hakikattır.
Milliyetçiyim diyen kiz ve delikanlı! Vatan hakikatını elinde tut, ayağınla, gözlerinle tanı!

Gez, haydi, gez! Güzelliklerimizin fethi için; yekpare bir millet kültürü yaratmak için!

Anadolu’yu, bütün haraplığı, geriliği ile beraber başka yurtların üstüne çıkaran asıl mucize nedir bilir misiniz?

Köy kadını!

Köy kadını Milletimizin büyük yığınının kadını! Çocukluğunu duymadan kızlığa, kız yaşını tanımadan kadınlığa, kadınlığına doymadan toprağa geÇen mahluk! İşte bu, bizi bir millete, bir vatana mensup olduğumuzu söylemek gururuna, iftiharına kavuşturan asıl sırdır.

Ya, şu doymayan toprak ve mal hırsı dünyasında mahvolacağız; yahut bize göz dikenleri geçece­ğiz.
Örnek insan meselesinde asıl mühim bulduğum nokta: Değerler hakkında hiyerarşik bir hükümler manzumesinin ilk şart olarak tespitidir.

örnek olma şartlarının birincisi, örnek dediğimiz insa­nın , Türkiyemizin Türk çocuğu olması teşkil edecektir. Fakat, hiçbir zaman, sadece Türkiyeli olmak, Türkiye kaderine ha­kim olmak için , örnek insanımız sayılmak için yetmez; Türki­ye’ye layık olmak da lazımdır.

Bu «Türkiye’ye layık olmak şartını ateşten damgalarla kafamıza kazdığımız zaman; birinci sınıf «bilgi adamı olmak, birinci sınıf «sanat adamı» olmak, hülasa kendi insanlığımıza birinci derecede hizmet edebilen insanlar haline yükselmek ge­rektiğini şart koşmuş bulunuyoruz.

Örnek insanlara ait şartlar sırasında, bir mesleğin ada­mı olmak», bu meslekte sayılır bir insan olmak başka bir ge­rekli şarttır. Mesleksiz insan, cemiyet mekanizmasında parazit olup kalabilir. İş ahlakı edinmesi zordur. Böyle insanlarda ise, umumiyetle şeref, izzetinefs gibi -fertler i ayakta tutan -dayanaklar güç bulunabilir. Meslek edinebilme, bir meslekt tanınmış olma; kafamızın metotla, disiplinle anlaşması demek­tir.

1912 Balkan Harbi, Osmanlılık idealine ilk kesin darbeyi vuran korkunç bir imtihan oldu. Son iki yüz yılda , Türklük aleyhine gelişen yerli fakat Türk olmayanların, ecnebi kuvvetlerle -seyrek görülür bir namertlikle- elele vermeleri demek olan Balkan Harbi denebilir ki bizim gözümüzü açmak için bir zelzele vazifesi gördü. Gökalp’in o sıralarda çıkan bir manzumesinde;

«Durma düşman durma , gücünü artır
Türklüğün başına hakaret yağdır.
Uyuyan bir kavme bu felaket azdır,
Vur eski kölesi, utandır onu,
Bırakma uyusun, uyandır onu! gt; gt;

diye sızlanması, bu zelzelenin bir yankısıdır.

Türkler, Osmanlılık ideali için büyük fedekarlıklar yapmışlardır. Doğduğum Çukurova’da, küçüklüğümde Ermenicenin devlet mekteplerinde okutulduğunu, adliye mekanizmasında bellibaşlı yerlerin Ermenilere verildiğini, Ermeni kilisesinin bir devlet merkezi gibi olduğunu hatırlıyorum.
Avrupa, dört yüz yıldır her alanda savaş halindeydi. Oradaki kütleler kah birbirleriyle çarpışıyor, yahut birbirleriyle birle­şerek bizimle savaşıyor, Asya’ya, Afrika’ya, Amerika’ya saldırı­yordu. Bu çarpışmalar onları bilemiş, uyandırmış, her şeyi ba­şarma emniyetini, hırsınım vermişti. Dünyayı alsalar doymaya­cak: bir hırsla koşan bu Avrupa aleminin dört yol ağzında ilk karşılaştığı biz olmuştuk.

Avrupa dünyası kendisini hazırlarken, bilerken yıktığı teokrasileri bizde bulmaları onların samimi idealistlerini bize düşman etmişti. Bu samimi idealistler, aynı zamanda Eski Yu­nan, Roma kültürü nüde benimseyen romanistlerdi. Ve bu sıfat, bütün Roma Yunan dünyasının topraklarını elinde bu­lunduran Osmanlı Devletine düşman olmalarına başka bir sebep oluyordu.

Başkasının vatanında gözümüz yoktur; fakat bu topraktan da bir zerresini feda edemeyiz, kumara basar gibi sergüzeştlerde har­cayamayız. Emeğimizin, ordumuzun, maliyemizin, iktisadımızın, siyasetimizin mihveri; basit bir coğrafya iken vatan haline getirdiğimiz bu topraklardır.
milliyetçiliğimizin müsbet vasfı: ileriliğin, yeniliğin aşıkı olmasıdır.
öteki dinler, mesela Hıristiyanlık vak­tiyle başka milletlerin bize yenilmesini önleyemediği gibi bizim en parlak beldelerde, refahla, çok medeni bir seviyede yaşarken, o milletlerin kulübelerde, bataklarda, bin türlü has­ talıklarla, pislikten, bakımsızlıktan kırılmalarına da çare bu­lamamıştı. Bizim Müslüman iken yaptığımız tıbbiyeler, bimar­ hanelcr, büyük medreseler karşısında başka dinde olan mil­letlerin hasret, imrenme içinde yaşadıklarını artık biliyoruz.

Halis Müslüman olan imparatorlarımız, bir taraftan Türkçe, Farsça şiirler söylerken öte taraftan portrelerini İtalyan res­samlarına yaptırıyor, fakat bir yandan da Bizans’ı yıkan top­ların planını çizebiliyordu. İdarede, askerlikte deha değil de­halar vermiş olan bu milletin son çeyrek asra kadar ideali bile Müslümanlıktan başka ne idi?

Bütün dünyanın hatırlaması, bir toprağı, bir coğrafyayı belli bir vatan halinde ihya etmeye yetmemiştir, yetmez !
Hitit medeniyetini, sanatını, tarihini artık bütün insan­lık biliyor ve hatırlıyor. Amma bir Hitit vatanı artık yoktur!
Asur İmparatorluğu, «assyrioloji» gibi bir bilim yaratarak bü­tün insanlığın hafızasındadır. Amma bir Asur vatanı artık yoktur, olamayacaktır !

BU itibarladır ki, bir milletin vatanında kalacağından emin olması için, her şeyin üstünde: o vatanı tanıyan, seven kütlelerin kalmış olması şarttır. Ve galiba Mithat Cemal, yerden göğe kadar haklıdır.

•Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!•

Anavatanımız, hiçbir zaman, Türklerin elindeki yekpareliği bulmamıştı. Bizans, Roma, Yunanistan, İran, Asur hatta Hititler. Anadolu’yu sadece işlerine gelecek biçimde işletmiş , müstemlekeleştirmiştir(sömürge).

Bizzat Anadolulu olan Lidyalılar, Karyalılar, Likyalılar gibi kavimler de, bu kıt’ayı benimsemek şöyle dursun, dağınık kalmaktan başka şey yapamamışlardır.

Anadolu’yu adım adım ve büyük bir takip iradesi ile be­nimseyerek onun tarihi kaderini sırasına göre yaratan , sırasına göre değiştiren insan kütlesi, Türkmenler olmuştur.

Biz , lrlanda’ya eri­şen kabilelerin soyundan doğabilirdik. Reis Ruzvelt Doğu Türkistan’ında yerleşen bir oymaktan çıkabilirdi. Ama bunlar hep ihtimallerdir, faraziyelerdir. Hakikat şu ki; biz Türk soyundan gelmiş ve Anadolu’da doğmuşuz. Soyumuzun geçirdiği ilk yerleşme macerası bittikten, vatan kurulduktan , soyumuz ve vatanımız adını, damgasıni aldıktan sonra doğuşumuz , yaşamamız, adımız, sanımız artık muayyen bi r kader çerçevesine gir­miştir.
Bugünün ileri cemiyetleri arasında yer almaya çağrılan büyük, köklü Türkiye’nin dünya ölçüsündeki ideolojisi; bu kadar ağır imtihanlardan sonra erişilen lt;milliyetçilik gt;ten başka şey olamazdı. Gene bunun içindir ki bu milliyetçiliğin ilk faslı: Topluluğumuzun, toprağımızın, tarihimizin gerçeklerine uyan bir realistiktir. Bu realizm yüzündendir ki bizim milliyetçiliğimiz ne yalnız başına his, ne yalnız başına kan, ne yalnız başına toprak birliğine dayanmaz.
lt;Bu toprak için toprağa düşenler gt; şimdi sağ olsaydı, bugünün milliyetçiliğini lt;kendine gelme, kendine doğru toplanma, bulduğu yeri doldurma, bu yerleri ebediyetlere kadar Türk olarak koruma! gt;dan başka ne ile karakterlendirirdi?
Bu vatanı bu gözle gören, bu vatanı bu yekpareliği ile ruhuna yerleştiren bizler; milletin çalışmalarını daima Türkiye’nin hayatı, ihtiyaçları bakımından düzene koyduk. Osmanlı İmparatorluğunu kurarken metropolümüz, anavatanımız olan Anadolu; bugünkü Türkiye’nin ta kendisidir. Meriç’ten Ağrı dağına kadar, bu yekpare vatana kâh Türkiye, kâh Anadolu diyoruz. Bunu derken, böyle hareket ederken, Türkiye Cumhuriyetiyle, tam mutâbakat halindeyiz.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Her köşemizin ayrı bir hususiyeti, ayrı bir güzelliği vardır ve orada doğup büyüyenin bu hususiyeti, bu güzelliği anmasını, sevmesini, hele Türkiye ölçüsünde değerlendirmesini harsımız için kazanç -hususî idareleri şiddetle alıkoyan- devletimiz için kazanç biliriz. Amma bu gayreti, bir mıntıka vatanperverliği şekline sokanlarla barışmamıza imkân yoktur.
Dünyada mahşerlerin kaynaştığı bir anda, tarihimizin üstüne eğilmek gösteriyor ki bu vatanı lafla almadık. Buradaki büyük, ebedî Türk şahsiyetini lafla kurmadık. Buraları, birbirinden ağır tarih hadiseleri yaratarak lt;bizim gt; yaptık. Yendiğimiz düşman kütlelerin meydana getirdikleri eserleri, Bizans’a yakışır, Haçlılar’a yakışır surette yıkmadığımıza, koruduğumuza, bugünün nesilleri üzülüyor, kızıyor. Biz o düşman milletlerin yapıp bıraktığını o kadar geçtik ki; bu memlekete damgamızı öyle eşsiz iki hayat özü ile: Zekâ ile, kanla bastık ki buraların artık başkalarına ait olması ihtimali kalmamıştır.
Bir yanda eski Yunan kültürüne dayanan, nüfuzlu eritici Bizans İmparatorluğu; bir yanda dört yüz milyonluk kütlesiyle Türkler için bir ahtapot olan Çin; bir yanda kesildikçe üreyen mahşer: Islavlar; bir yanda İsa’dan önce üç bin yıldan beri Önasya’yı haraca kesen Sâmilerin yepyeni bir fışkırması; bir yanda barbarlıklarını pek silkip atamamış Lâtinlerin, Cermenlerin, Anglo-Saksonların elinde yaman bir taassup, zulüm, istila yatağını kesilen Hıristiyanlık; bir yanda bu Hristiyanlığa karşı canını kurtarmaya çabalayan Müslümanlık
Türk illeri dört yandan, ille Bizans, Adalar, Ermenistan, Gürcistan yanından düşman illerin içine girmişti. Buralarda kılıca kılıçla, baskına baskınla, akına akınla karşı koymak gerekiyordu; her an tetik davranmak, tedbirli olmak, yiğit kalmak şart oluyordu. Hayat, bundan ötürü çetin, ateşli, fakat kahramanca kurulup gidiyordu. Şüphe yok: Karşılarındaki düşman da böyle idi, böyle yetişiyordu. O da yeni Hıristiyan olmuş, o da dinin emrini her buyruktan yukarı görmekte idi.
Arkada hatırlayacak kimse kalmadığı zaman -tıpkı hatırlanacak şey olmadığı zamanki gibi- artık vatan yoktur! Bütün dünyanın hatırlaması, bir toprağı, bir coğrafyayı belli bir vatan halinde ihya etmeye yetmemiştir, yetmez!

lt;Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır! gt; M.C.K.

Çocuklukta, gençlikte, ihtiyarlıkta, bekârlıkta, evlilikte ayrı ayrı yaşayan insan! Bu yaşayışı ile bu coğrafyayı dolduran insan! Ah bu insan! Keder, sevinç, kin, şefkat, zor, bitkinlik anlarında, âşık iken, sevilirken, aldatılırken, beğenilirken, alay edilirken ayrı ayrı bu coğrafyaya döktüğü kanlar, yaşlar, emekler, zekâlarla vatanı nasıl meydana getirmiştir!
Ne zaman ki bu insanlar, bir toprak üstünde sağladıkları menfaate eş, hatta üstün menfaatleri kendilerine vaat eden, temin eden yurtlara, kendi topraklarını tercih edecek bir anlayışa kavuşurlar, işte vatan o zaman doğuyor demektir. Kendimize madde olarak menfaat temin etmediği zaman bile yoluna can verilebilecek toprak: İşte vatan budur!
Bir memleketin coğrafyası, ilk bakışta, ne kadar
aşağı, ne kadar zavallıdır ! Bu coğrafya, ister esrarlı dağlar,
ister yalçın kayalar, ister cennet gibi ovalar, ister
kuş uçup kervan geçmez bozkırlar olsun; insanın, hayvanın
çiğnediği bir ölü alemdir.
Fakat bir gün gelir, insan ve hayvanın aynı kayıtsızlıkla
çiğnediği bu COĞRAFYA canlanır.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Sonra, asıl ahlaklı insan, şahsiyeti olandır.
Öz çocuklarına emniyet, istikrar, insanca yaşama ve bütün bunların kefili olan hürlüğü sağlamayan yer, artık bir vatan olmaktan çıkmış demektir. Böyle bir yerde, vatanın -adeta- yeniden fethedilmesi, yeniden vatan haline getirilmesi gerekiyor demektir
Anlamalıdırlar ki, milletleri çürüten hürriyet değil, hürriyetsizliktir. Nerede her türlü hükümet baskısı, vicdanlara serbestçe engel oluyorsa, o topluluğun idaresinde, yaşamasında bir aykırılık var demektir. Ve bu aykırılık, er veya geç, hem o topluluğu şahsiyet yani müstakil millet halinden çıkarıp müstemleke yapacak; hem o hükümeti bizzat kendi milletinin yokolmasına alet edecektir.
Alaturka kıyafet Türk kıyafeti olmadığı gibi Arap, Acem, Hint kıyafeti de değildir; alaturka hareket ne Türk, ne Arap, ne Acem, ne Hint adetine uymayan belki hepsinin en kötü, en laubali en geri kalmış vasıflarına cevap veren muameledir.
Tarihimizin öğrettiği ilk hakikat, bu vatanı kurmanın kolay olmamış bulunduğudur. Üstünde bugün seleserpe gezdiğimiz bu topraklar, Vatanımız olabilmek için Türkmen, yetiştirdiği en seçme yiğitleri, en sevdiği, üstüne titrediği zekaları, dokuz yüz yıldır buralarda eritmiş, buralara akıtmış bulunuyor. Türk illeri dört yandan, ille Bizans, Adalar, Ermenistan, Gürcistan yanından düşman illerin içine girmişti. Buralarda kılıca kılıçla, baskına baskınla, akına akınla karşı koymak gerekiyordu; her an tetik davranmak, tedbirli olmak, yiğit kalmak şart oluyordu. Hayat, bundan ötürü çetin, ateşli fakat kahramanca kurulup gidiyordu. Şüphe yok: Karşılarındaki düşman da böyle idi. Birbirlerine karşı bile gaddar, zalim olmak vasıfları da üste kalıyordu. Bu itibarla Türkmenlerin durumu çok zordu; her an geldiklere yere atılabilirlerdi. Ama işte öyle olmadı; en çetin şartları bile yenebildik ve bu toprakları, yekpare vatan haline soktuk.
Bir kere vatan Türk vatanı, devlet Türk devleti, millet Türk milletidir. Bu basit gibi görünen gerçekleri içimizde duymak, dilimizde söylemek için 900 yıl beklediğimizi düşününüz: O zaman basit gerçeklerin ne kadar büyük nimetler olduğunu anlarsınız. Bu merhalede milliyetçiliğimiz bütün açıklığı ile Anavatana yönelmiştir.
Kimsenin yurdunda gözümüz yok; fakat hiç kimsenin bu yurda göz dikmemesi için onu her şeyin üstünde sevmek; onu çevresinde dolaşan milletlerin üstüne çıkarmak hakkımız, ödevimizdir.
Ben bir Türküm; dinim, cinsim uludur! diye sesini yükselttiği zaman, durum budur, yani Türkçülük ya Kırım’da ya Azerbaycan’da, ya Mısır’da söz söyleyebilmektedir. Ve bu sözler de, onun kaderini karışıklıktan kurtaramamıştır. Çünkü bu ideoloji henüz, Türkiye’nin malı olmamıştır.
Bir toplulukta tepki kalmamış mıdır? O topluluğun yaşadığından şüphe etmek gerektir
Kendimize madde olarak menfaat temin etmediği zaman bile yoluna can verilebilecek toprak: İşte VATAN budur
Bir Milli Eğitim Bakanlığı modern bilimi yapmaya borçlu olduğu kadar Türk kültürünü de korumaya, yaymaya borçludur
Karadeniz kıyısındasınız Yemyeşil bir fındıklıktan eşsiz bir denize dalmışsınızdır. Yanıbaşınızda konuşulduğunu işitirsiniz Sizden bahsediliyor Adana’dan.. Yabancı!.. dendiğini duyuyorsunuz.
Şaşırıyor, irkiliyor ve Ben mi? Ben mi? Yabancı? Ben ha? Yahu çıldırdınız mı? Şu fındıklıkların dibini eşeleseniz, birkaç yüzyıllık Farsak kemiği bulursunuz diye haykıracağınız geliyor. Fakat neye yarar? Sesiniz dalgaların, fındık hışıltılarının arasında kaybolup gidecektir.
Biz, İrlanda’ya erişen kabilelerin soyundan doğabilirdik. Reis Ruzvelt Doğu Türkistan’ında yerleşen bir oymaktan çıkabilirdi. Ama bunlar hep ihtimallerdir, faraziyelerdir. Hakikat şu ki, biz Türk soyundan gelmiş ve Anadolu’da doğmuşuz. Soyumuzun geçirdiği ilk yerleşme macerası bittikten, vatan kurulduktan, soyumuz ve vatanımız adını, damgasını altıktan sonra doğuşumuz, yaşamamız, adımız, sanımız artık muayyen bir kader çerçevesine girmiştir. Milletimiz için tarihi imkanın çizdiği mahreki değiştirmemiz imkansızdır. Çünkü saadet ve felaket, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, doğruluk ve eğrilik anlayışımız hep bu mahreke göre ayarlanmıştır. Bundan şikayet edenlere sadece şaşarız; çünkü bütün insanlık bu türlü imkanlara, zaruretlere göre kurulmuştur. Kendi vatanımızın, milletimizin tarihi zaruretlerinden kurtulmak istesek, vaziyet ne olur ki? Kader birliği , tarih birliği ve öteki müesseselerin birliği ile şu alem içinde imkan altına sokabildiğimiz anlaşma, başarma, sevme, sevilme, duyma, bilme gibi her şeyden uzak kalmış; bizimle hiç münasebeti olmayan diğer tarihi imkanlar ve zaruretler içinde kaybolmuş oluruz.
Bu vatanı, olduğu gibi; onun halkını, gençliğini, olduğu gibi, tarihimizi, kültürümüzü, çevremizdeki muzdarip, arayan insanlığı seviyoruz. Bu sevgi, hareket noktamız olan şeylere bakışımızın düzenleyicisi, ölçüsüdür. Nefretlerimiz, tepkilerimiz -bir madalyanın öbür yüzü gibi- bu sevginin neticesi ve bu sevgiden sonradır.
İradesini yitiren topluluklarda, yalan ve riya o kadar kökleşir ki, bu iki zehirden onu ayırınca topluluğun -adeta- müdafasız kaldığını görürsünüz.
Gurbet, galiba bizim Orta Asya’dan gelirken edindiğimiz, henüz dindiremediğimiz bir sızıdır. Anadolu’ya gelirken arkada ne kadar çok medeniyet, devlet, yurt, hâtıra, sevinç ve eziyet bıraktık!
Bir ekmek bıçağı, aile babasının elinde çok faydalı bir âlettir: Ekmek keser, ama aynı bıçak bir katilin elinde ölüm aracıdır: Hayat tüketir!
Bilim de böyledir.
Amerikan ve Rus buğdayı yerine Türk buğdayı yiyorsak; Çekoslovak ve Cava şekerinin yerini Türk şekeri almışsa, Umumî Harpteki gibi, men-i ihtikâr komisyonlarının kapısında, ölülerimizi gömecek kefenlik bez dilenmiyorsak; nihayet, sınırlardaki istihkâmlarımızı kendi demirimiz, kendi çimentomuzla kuruyorsak; bu neticeyi, kısaca, lozan’dan sonraki bu otorşimize borçluyuz. (Şevket Süreyya Aydemir: Hep bu topraktan, II, sayfa: 80-86).
Öyle talihsiz başlar vardır ki kendilerine lâyık milleti bulamadıklarından ya tarihe mâl olamamışlar, yahut tarih onları yanlış tanımıştır. Öyle bahtsız milletler vardır ki tarihlerinin kara günlerinde kendilerine lâyık başları bulamadıklarından mahvolmuşlardır. Türke baş olanlar o bahtiyarlardandır ki, tarihin nâdir safhaları hariç, daima en üstün vasıflı başlara sahip olmuştur. Bu karşılıklı liyakat paha biçilmez bir mazhariyettir. Buna müteşekkiriz.
Türk milliyetçiliği kimseye yurdundan bir karış vermemeye ahdeden, kimsenin vatanına göz dikmeyen hususiyeti ile, bütün bu düşman âlemlerinin ortasında tarihin diktiği bir muvâzene anıtıdır. Bu hususiyetin dayanağı temel: Türk milliyetçisinin her şeyden önce, her şeyin üstünde yurdunu, milletini sevmesidir! Biz, kimseden, kimsenin milletinden, yurdundan nefret etmiyoruz; sadece kendi yurdumuzu, milletimizi sevmekle işe başlıyoruz. Bir madalyanın ters yüzü gibi, nefretimiz de ancak, her şeyden üstün tuttuğumuzu sevmeyeni, tehlikeye düşüreni vuracaktır: Ve bu, bizim milletçiliğimizin belki en keskin vasfıdır.
Denebilir ki Anadolu, yalnız bütün tarihi içinde değil; Türkmenlerin fethinden beri de ilk defa asıl sınırları içinde bütün hâline girmiş bir yurdun şuuruyla çerçevelenmiştir. Moğol akınları, Ehl-i salip tahribi gibi suikastlar yüzünden geri kalmış büyük mission’unu başarması, bugünün milliyetçilik idolejisine bir zemin olmuştur.
Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Süveyş’te, Gazze’de, Toroslar’da, Ermenistan cephesinde, Inönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da Bu topraklar için toprağa düşenler şimdi sağ olsaydı, bugünün milliyetçiliğini kendine gelme, kendine doğru toplanma, bulduğu yeri doldurma, bu yerleri edebiyetlere kadar Türk metropole’ü olarak koruma! dan başka ne ile karakterlendirirdi? Bu itibarladır ki bugün ileri cemiyetleri arasında yer almaya çağrılan büyük, köklü Türkiye’nin dünya ölçüsündeki ideolojisi; bu kadar ağır imtihanlardan sonra erişilen milliyetçilikten başka şey olamazdı.
1914’teki Cihan Harbi İslâmcılığın (dikkat ederseniz: Müslümanlığın demiyorum), Osmanlıcılığın belini büken büyük bir ameliyattır. Anadolu’daki İstiklâl Mücadeleleri , Turancılık şeklinde ve compromislerle bağlanmış ilk milliyetçiliğin hak ve mukkadder yolu bulması için geçmemiz gerekli, bir sırat köprüsü oldu. Dünyada devamlı, büyük, müstakil biricik Türk devletini kurmuş olan Oğuz boylarının kendi hakikatlerine, kendi realitelerine ermesi için, İstiklâl Harpleri gibi bir cehennemden geçmesi lâzımdı. Öte yandan; bütün dünya Türklerinin kurtulması, yaşaması için Anadolu denen mücâhitler yuvasının müstakil, kuvvetli, büyük kalması şart olduğu meydana çıkmıştır.
İlim nasıl ilk şüpheden doğdu ise; bir kitlenin, bir topluluğun kaderi önünde fışkıran ilk ızdıraptan da ideal doğmuştur. O kaderin önünde kendisini unutan; kendi kaderini, topluluğun kaderine katan, karıştıran insanın idealizm i gözlerini açmış demektir.Toplulukların kaderi ayrı ayrı köşelerden, ayrı ayrı ruh hâletleriyle mütalaa olunabilir. Bir pağanist hakîm Allah’ın birliğine inanmış bir mü’min, bir komünist, bir materyalist, bir milliyetçi toplulukların kaderi önünde aynı görüş zâviyesinden, aynı ruh hâleti ile bakmaz.
Osmanlı İmparatorluğu’nu kurarken metropolümüz, anavatanımız olan Anadolu; bugünkü Türkiye’nin ta kendisidir. Meriç’ten Ağrı dağına kadar, bu yekpâre vatana kâh Türkiye, kâh Anadolu diyoruz. Bunu derken, böyle hareket ederken, Türkiye Cumhuriyeti’yle, onun emelleriyle tam mutâkabat hâlindeyiz.
Bunun içindir ki Anadolu kelimesini ağzımıza aldığımız için bize rejiyonalist adını verenler gafil, yahut câhil değilseler, mutlaka suikastçı elemanlardan ibarettir.
Ön Asya’ya, hele Anadolu’ya yerleşmeden, birçok dinlere girip çıkan Türkler, itiraf edelim ki boyuna erimişlerdir. Çin’de eriyenlerden başka Bizans hizmetine geçen asilzâdeleri bu devlette büyük yerlere erişen Türk soyunun bölükleri baştan başa kaybolduğu gibi; başka başka dine giren Bulgarlar da -bizzat Türk düşmanlığının – Slavlık heykeli gibi, Türk soyundan çıkıp gitmişlerdir.
Türklerin din işinde ancak Müslümanlıkla bir karar görebiliyoruz. Bu isrikrarla birlikte Türkmen kitlesi de duruluyor. Kendilerinin bu dine yaptığı milyonlarla hizmete karşı bu din de onların erimesini önlemiştir.
Bir vatanı kurarken her kitleye ilk rehberliği yapan sebep ayrı ayrı olabilir. Birleşik Amerika yı kurduran sebep, sürgün, ekmek ve altın arayıcılıktı. Türkmenlerin Anadolu’yu fethetmesine sebep din oldu.
Fakat kültürümüzü bize kadar dalga dalga eriştiren asıl deniz, büyük deniz halktır. Elde kalan seyrek müesselerimizin mirasçıları aydınlarımızsa, örflerimizin mirasçısı da halkımızdır. Tabiatiyle, insanla münasebetini kesmeyip ampirik olarak öğrendiği eksik, lâkin reel, doğru, öz bilgiyi Türk cemiyetinde bugün yalnız başına temsil eden halkımız her türlü sarsıntılara, yabancı aşılara rağmen örfün de haznesi olarak karşımızda duruyor.
Son zamanlarda kökü kesilen bir ağacın, aşı ile tomurcuklandırılmaya çalışmasına benzer bir hal içine düşmüş gibiyiz. Hep kısır, hep bodur, hep muvakkat meyveler vermişiz.
Bunun içindir ki neyimize baksak bir iğretilik, bir ödünçlük, bir yabancılık var. İçimiz, dışımız; müesselerimizle barışamıyor gibi, geçinemiyor gibi. Böyle olmasa Türk soyundan olan bizim gibi bir cemiyetin her kolda, her yılda şaheser vermemesi, bizim kalan askerlik ve siyaset müesseselerinden başka sahalarda dahiler doğurmaması aklın alacağı şey mi?
Kendimize madde olarak menfaat temin etmediği zaman bile yoluna can verilebilecek toprak: İşte VATAN budur!
Biz de Atsız’a bir teşekkür olan yazımızı bu şiirin bir parçasıyla sonlandırıyoruz:

Kılıç Aslan öldü sanma, yaşıyor bizde!
Kanije’nin gazileri daha dipdiri!
Sınırdadır Pilevne’nin kırkbin askeri!
Şehitlerden elli milyon bekçisi olan
Aşılmaz bir kayadır bu ebedî vatan!

Bakın Atsız ne güzel söylüyor: Şair ve bilgindi. 29 Mayıs 1453’te İstanbul’u aldığı zaman 22 yaşında idi! Bu büyük işin bütün planları, hazırlığı, idaresi ve başarılması bu genç kafadan çıkıyordu! Fatih, şehirler almıyor, devletleri ortadan kaldırıyordu.
Yavuz için söylediği daha mı az yiğitçe ve değerlidir? Türk’e askerliği ve siyaseti âdeta ayıp gibi gören garip anlayışa karşı, bu genç tarihçinin ruhu nasıl kanrılıyor! (s.18) Osmanlı hükümdar ailesinin en büyük padişahı olan; kumandan, devlet adamı, kahraman ve şair Yavuz ilk önce memleketi parçalamak tehlikesi gösteren Şiîlik davasını ortadan kaldırdı. Anadolu birliğini katî olarak kurmuş oluyordu.
Bu sayfalarda; devlet kuran büyüklerin, dünyayı diz çökerten ulu, heybetli portrelerini ustaca çizilmiş buluyoruz. İnsanlığa 900 yıl, kudret dersi veren bir millet için bu hatıraları anacak zamandayız. Büyük şeflerin çevresinde birleşmeyi bilen bir millet, şimdi de geçmişini tekrar ediyor gibidir.
Dünün haini bugün karşımıza elini sıkacağımız bir devlet veya hükûmet reisi gibi çıkarsa; millet namına, vatan namına yapılan muameleler âdeta şahsî ve enfüsî zulümlerden ibaret sayılmaz mı?
Demek ki siyasî kanunların tespit ettiği vatandaş tipi, siyasî hayattaki mihanikî işleri yürütecek asıl vatandaşa doğru götürmek için konmuş mihanikî zarûretlerin mahsulüdür. Yoksa bir milleti terkip eden unsurları, âmilleri, şartları nefsinde toplayan, tespit eden, tasrih eden hakiki örnek değil.
O halde bu müesseselerin ve yukarıdaki siyasî şartların ömründen daha kadim, daha devamlı, hatta bir millet hayatında ezelî ve ebedî bir âmil veya âmiller serisi aramamız lâzım. Bu yetiştirme âmilini bulup ona dayanarak millî tipi tespit etmek mecburiyetindeyiz.
Askerlik etmeyen, iş tutmayan, hastalık geçirmeyen, hapis hayatını bilmeyen insanın tam, olgun adam olacağından şüphe edelim. Bu çilelerin (Burada çileyi passion karşılığı olarak kullanıyoruz.) Ademoğlunun iç kuruluşundaki büyük, yaratıcısı, terbiyeci tesiri; okumanın, şu bizim yüz yılı geçen zamandır anladığımız manâda maarifin yerine koyamayacağı ayardadır.
Benim hakkım, menfaatim, arzum yok,
Vazifem var, başka şeye lüzum yok.
Gözlerimi kaparım, Vazifemi yaparım!
Ziya Gökalp
Ondan geldik, onunla, onun içinde yaşayacak ve onun için öleceğiz!
Anadolu’yu, bütün haraplığı, geriliği ile beraber başka yurtların üstüne çıkaran asıl mucize nedir bilir misiniz? Köy kadını!..
Köy kadını Milletimizin büyük yığınının kadını!.. Çocukluğunu duymadan kızlığa, kız yaşını tanımadan kadınlığa, kadınlığına doymadan toprağa geçen mahlûk!. İşte bu, bizi bir millete, bir vatana mensup olduğumuzu söylemek gururuna, intiharına kavuşturan asıl sırdır.
Köy kadını demekle Türk kadınını, yahut asıl Türk kadınını ifade etmiş oluyoruz. Bir kere o bugünkü milletimizin yüzde yetmişbeşini doğurmuştur. Sonra bir millete millet dedirten unsurların büyük kısmını onun yarattığına, şimdi çoğunu onun koruduğuna, nesilden nesile onun geçirdiğine inanıyoruz.
Yüzlerce yıl İmparatorluk içeriden, düşmanlar dışarıdan Türkiye’yi yedi. Buna rağmen; tarihimizin dönüm noktalarındaki büyük hareketlere dayanacak insan, para, enerji bulabildiysek ve nihayet bugün siyasî yekpâreliği kazanmış bir vatan kurabilmişsek bunun sebebi: Türkiye’deki halkın yüzde yetmişbeşinin köylü, Türkiye topraklarının yüzde yetmişbeşinin köy olmakta devamıdır.
Kısacası köyü şehirleştirdik mi, ehkamın tabanını yıkmış, biteviye yiyen ve yenen şeyi açıkta, üremek imkânından uzak bırakmış ve onları besleyeni yoketmiş oluruz.
“Ne olursa olsun, tek başına bile bu bayrağı sonuna kadar omuzlarımda taşıyacağım” 
Bu vatan;ancak biz tarihî vazifemizi anlamaktan,bu vazifeye lâyık olmaktan çıkarsak düşmanların olabilir.
Gecenin sükûnunu sevinçle karşılıyor.
Geçmişe ve onun kültür,sanat,bilgi âlemine dönüşümüzün asıl sebebi işte burada gizleniyor.Ne idik,sorgusunun karşılığını her alanda arıyoruz ve arayacağız.
Çocuklar son umuttur.
İnsan neye bağlı olduğunu,en büyük fedakarlığı ne için yapacağını,en dertli,felaketli,sıkı anlarında gösterir.
Türkiye devlet ve milletinin on beş yılda kurulduğunu,yoktan var edildiğini söyleyenlere iştirâk etmekten uzağız.
Muzdarip misin?
İdealin başlıyor demektir.
Büyük bir ızdırabın meşalesi ruhun içinde yanmadıkça mesut olmanın imkânı yoktur.Adamın manevî doğuşu,bu büyük ızdırapla başlar.Hakikat arayan her adam,ızdırabın imtihanından bir defa olsun geçmelidir.

Mikyeviç

Anadolu’nun köy kadını bizim düğümümüzü çözecek tek imkândır.
Asırlardır kültür sahasında dehâ vermiyoruz.
Anadolu’yu,bütün haraplığı,geriliği ile beraber başka yurtların üstüne çıkaran asıl mucize nedir bilir misiniz?Köy kadını!..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir