İçeriğe geç

Bugünün Diliyle Tevfik Fikret Kitap Alıntıları – A. Kadir

A. Kadir kitaplarından Bugünün Diliyle Tevfik Fikret kitap alıntıları sizlerle…

Bugünün Diliyle Tevfik Fikret Kitap Alıntıları

Kimseden ümmid-i feyz etmem, dinlenmem perr ü bal,
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim tairim,
İnhina tavk-ı esaretten girandır boynuma;
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.
İnsafla birdir aşşağılık ve namussuzluk,
doğruluk lafta, yürekte değil,
iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda.
Bir gerçek var, tek bir gerçek:
Eli kolu bağlayan zincir.
Bir tek şey var sözü geçen: yumruk.
Hak güçlünün, kötünün yanı.
Uzun lafın kısası:
Ezmeyen ezilir!
İşte günlük güneşlik bir ülke,
işte çiçek açmış ağaçlar,
işte gürül gürül bir ırmak.
Merhaba, mutlu halkımın gül bahçesi, merhaba!
Benim ayinim düşünüp yapmaktır,
benim dinim, insan gibi yaşamaktır.
İnanmışım: Taparım ben varlığa,
her kanat bana bir melek sesi getirir.
Ne işim var peygamberle benim,
beni Hakka bir örümcek götürür.
Kitabım işte yeryüzü kitabı,
bendedir iyilik, kötülük tohumu.
Varırım ben böyle ta mezara dek,
yeniden dirilmek bizim nemize gerek.
Taşır insanların hem aşkını, hem acısını
bağrımdaki şu deli, şu ince yürek,
İnsan gibi yaşamaktır bugün gerçek din,
insan gibi yaşamak.
Gir ara kiliseyi, dolaş Kâbe’yi,
çan sesini duy, tekbiri dinle,
umduğun, beklediğin şeyler nerde hani,
ortada bir tek şey göreme.
Şeytanı da düzme, Allah’ı gibi,
Buda’sı düzme, Ehremen’i düzme, Yezdan’ı düzme.
Bir korkak kuşku yaratmış bunların topunu.
Gölgeler baktım, gölgeler, gölgeler
Sonra baktım bir karanlık uçurum.
Haydi dön geri, dön geri, dön, oğlum.
Ve beynimden vurulmuş gibi devrildim.
Şimdi benim ne cennet, ne cehennem umurumda.
Bakarım evrene, şaşar şaşar kalırım.
Ne tapılan tanırım, ne taptıran tanırım,
yaradılışın kuluyum ben artık,
ben yaradılışın kulu.
( )
Tapınmakta biriz minnacık bir kuşla,
bir ishak kuşu da, lâilâhe illâllah, der,
ben de, lâilâhe illâllah, derim.
Ama aldanmış olmayasın sakın, üstadım,
Müslüman oğluyum ben ne de olsa.
Sen o güzel dini anlatma bana,
o dinden senin kadar ben de anlarım.
Ben de okudum o Tanrı kitabını,
yüreğe doğan o sözleri ben de dinledim.
Ben de dolaştım sizin gibi cami cami,
Tanrı önünde ben de oldum iki kat,
— açılırdı hayalimde cennet oku,
dolardı yüreğime cehennem korkusu —,
ulu Tûba’ya ben de tırmandım,
ben de çıktım melekler katına.
Ezanı duydum mu bayılırdım,
nasıl koşardım o Tanrı sesine!
Ben de tesbih çektim, dua ettim,
ben de namaz kıldım, oruç tuttum,
hepsini, hepsini yaptım, halt ettim!
Çünkü ne dendiyse inanmıştım,
kanmıştım senin kandıklarına.
Bağlanmıştım körü körüne,
canımı adamıştım dinime, canımı.
Tanrı’yı da sevmiştim, peygamberi de.
Ama onlar bugün artık çok uzakta.
Anladım ben asıl gerçek ne,
bizi Hakka götüren yol başka.
Senin şu saydıkların var ya hani,
şu şaşılacak şeyler, hani doğaüstü,
onlar hep masal, hep kafadan atma,
bugün hiç durmadan arıyor insan,
gitgide görüyor işin içyüzü ne,
senin hokkabazlar unutmuşlar geleceği.
İsa ile Musa, aldatılan ve aldatan,
o büyülü deynek, bir koca kuyruklu yalan.

İşte insanoğlu bir yerde böyle sapık,
kendi yapar putunu, tapar gene kendi.

Ey halkımın hayatıyla oynayan efendiler!
İsterseniz şu anda kapansın kitaplar bütün,
akıllar dursun, boğulsun günler karanlıklara,
umudun ufukları bile gülmesin,
isterseniz yok olsun şu gözler, şu ağızlar,
azıcık bakan, bir şeyler gören, düşünen
ne varsa silinsin, görülmesin,
hak diyen, onur diyen, vatan diyen, kanun diyen.
Tek açılmasın o yomsuz pencere!
Tek o gülmesin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, mâlini,
vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini,
bütün ferağ-ı hâlini, olanca şevk-ı bâlini,
heman yutun, düşünmeyin haramını, helâlini.
Yiyin efendiler, yiyin, bu hân-ı iştiha sizin,
doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Hepsi bu nazlı beylerindir, ne varsa ortalıkta:
soy, sop, onur, düğün, oyun, konak, saray, caka,
hepsi sizin, efendiler, konak da, saray da, gelin de, alay da,
hepsi sizin, hepsi sizin, hem hazırlop, kolayca.
Yiyin, efendiler, yiyin, bu iştah veren sofra sizin,
doyuncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yiyin!
Ey halkıma bir şamar gibi inen paslı yasak!
Ey kanuna saygıyı tepen kara zulüm!
Halkı ve kanunu kutsal tanıyan her yürek
yarın seni yerin dibine soka soka anacak.

Düşsün, zorbalık için, sana eğilen başlar birer birer!
Kopsun, seni bir hak diye, alkışlayan eller!

Duy yüreğinde her dakka
ateşten gagasını büyük hasretin,
kendi kendine durmadan şunu de:
Neden onlar gökte, ben çukurda?
Neden güler bana dünya âlem?
Ben neden iki gözü iki çeşme?
Yükselmek göklere, gülmek gibi var mı?
Yükselmeli, dokunmalı alnın semâlara;
doymaz beşer dedikleri kuş, i’tilâlara
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;
durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!
Ara sıra getir aklına şunu:
Kimsin sen, nesin?
Yoksulluk kasırgasında, tepeden tırnağa
çatır çatır çatırdayan bir soyun oğlu.
Unutma oğlum, bu yaşadığın çağ,
şimşeklerin şavkıyla mutlu bir çağ.
Her yıldırımda yok olur bir kuşku,
açılır bir yücelme ufku,
çık çıkabildiğin kadar yukarlara.
Yükselmeyen düşer, yavrum,
ya yukarı, ya aşağı.
Bir daha yaşanmasın o cehennem,
yurdun var senin cennet gibi güzel:
Şu gördüğün kız bil bakalım kim,
zümrüt gibi bakan, inci gibi gülen?
O işte yurdun senin.
Yeter artık bu pislik, yeter bu karanlık,
bu topraklar da adam olmalı, adam,
alınlardan akıl fışkırmalı, alınlardan ışık,
örümcekli kafa kalmamalı, işkence bitmeli,
hak yerini bulmalı,
ne kadar çok gülerse hakkın yüzü,
o kadar çok açar insanlığın gülü.

Haydi örümcekli kafalar, haydi pislikler, haydi karanlıklar,
haydi, çekin arabanızı!
Bize sen doğ, doğruluğun güneşi, bize sen doğ,
çabuk ama, sabrımız kalmadı!

Bütün kuşkular önünde bir bir kırıldı,
o körlükle kamaştı kin dolu gözler bütün.
Şimdi çağrısına canla başla koşan,
bir vakitler onu gören halktı.
Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!
Güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma,
ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma.
Haydi durma, yürü kardeşliğe doğru,
alınteri dökmeye, yücelmeye, mutluluğa.
Ama düzgün yürürsen kısalır yol, unutma,
doğru at sen de adımlarını,
ve hiç çıkarma şunu aklından:
Bu adımlardır hazırlayan yarını!
Topu ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve kahreden.
Ve topu ortaksız ve tek.
Ve topunun buyruğu, yasağı, saltanatı var,
ve topunun yukarlarda bir gökyüzü.
Bütün ordan gelir yüreğe doğan.
Topunun güneşi, ayı, yıldızları var,
ve topunun görünmez bir Tanrısı.
Topunun adanan bir cenneti var,
ve topunun bir varlığı, bir yokluğu,
ve topunun saygıdeğer bir peygamberi.
Topunun cennetinde körpecik güzel kızlar yaşar.
Ve topunun cehenneminde birer lokmadır insancıklar.
Tanrılar ne derse onu yapacak halk,
sabırla ve kahırla olacak iki büklüm.
Ama tanrılar ne derse onu yapacak.
İnanasım gelmiyor bunların hiç birine.
Ne bileyim? diyor kime sorsam.
Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa?
Belki aldanmak yaşamanın bir gereği.
Belki de hepsi doğrudur, kim bilir,
belki ben hiçbir şeyin farkında değilim,
karıştırmadayım yok la var ı.
Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı?
Kuşku, koşmaktır aydınlıklara doğru.
İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden.
Kim bilir, öbür dünya belki de var.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Dinledim seni, göklerin tanrısı,
din ulularından dinledim seni:
Ne benzeri var, ne noksanı,
canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce.
Odur veren yiyeceği içeceği,
düşleri gerçek yapan o,
bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan,
açık kapalı her şeyi duyan ve anlayan,
el uzatan yoksullara ve çaresizlere,
her zaman, her yerde bulunan ve her yeri gören
Seni böyle övüp duruyorlar işte.
Oysa senin en üstün özelliğin ne,
Ortaksız oluşun değil mi?
Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak?
Gökyüzü, sen söyle,
yüzyıllarca sel gibi akan şu,
— şimdi esrik bir ağzın türküsü,
kuru sesi zindandaki bir adamın,
iç açan bir söz ya da yakan bir söz şimdi,
bir geniş oh! , derin bir eyvah! ,
bir yakarış, bir övgü,
şimdi tüy gibi bir rüzgâr,
şimdi azgın bir kasırga.
Yeri göğü elinde tutan, o kibirli,
o somurtkan ve dokunulmaz.
Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi?
Ey kan içen kargalar,
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiçbir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
Haydi gidin, tarih korusun sizi,
— haydutlara en iyi sığınaktır gece —,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
İşte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
Ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezilen, ne ezen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!
Devril, bağımsızlığın eskimiş tahtı, devril,
nice acılar verdin bütün insanlara,
inim inim inlettin insanları.
Parçalan, kararmış taç, tuz buz ol,
hep senin yüzünden yoksulluğu insanların.
Gözyaşından incilerin nerde hani?
Nasıl da yosun tutmuşlar, bir görsen!
Eski çağlar nasıl kanmış size?
Sen buna kahramanlık mı dedin?
Onun kökü kan ve hayvanlık be.
Şehirler çiğne, ordular dağıt,
kes, kopar, kır, sürükle, ez, vur, yak ve yık.
Yalvarmalara yakarmalara, gözyaşlarına aldırma.
Ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri,
ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun.
Sönsün evler, sürünsün insanlar orda burda,
kalmasın alt üst olmayan hiçbir yer,
mezar taşına dönsün her ocak,
damlar çöksün yetimlerin başına.
Bu ne alçaklık böyle, bu ne namussuzluk!
Yerin dibine bat cakanla, gösterişinle, ey başbuğ!
Her başarı bir yıkım, bir mezarlık,
işte bir yavrucak ytıyor şurda,
ey cihangir, onu gör de utan!
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Savaşın gürültüsü patırtısı, indir artık,
indir bu acıklı sahnelerin perdesini!
Dinsin sonu gelmeyen bu karışıklık!
Sen de, gelenekçi iskelet,
yazdığın kara yazılara bir sonver,
aydınlığa susadık biz, aydınlığa susadık.
Uzun karanlıklar içinde uyumak isteyen mi var?
Bizden iyi geceler onlara, iyi uykular!
Toplanın gelin, bu kutsal ölünün başında, toplanın gelin,
siz, kadınlığın hiç dinmeyen çığlıkları,
ey güçsüzlerin, ezilenlerin ürkek hıçkırıkları,
toplanın gelin, şurda birlikte ağlayalım,
bu acının en yakın, en iyi, en namuslu tanıdıkları!
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Şimdi hangi karayazına ağlasak bilmem ki,
yok olup gitmesi bir genç kadının, acı şey,
yok olmanın nedenleriyse başka acı,
oysa bu kadının kalbi sonsuz sevdalara yaraşırdı,
o kalbin ezilmesi acılardan acı değil mi?

Demek felâket de yararlı olurmuş arada bir:
Her gün öleceğine bir çırpıda gittin işte.
Ama işin en kötüsü, seni öldürmeleridir,
öldürülmektir adama koyan, ölmek değil,
daha çok çektiklerine yanarım senin, çektiklerine.

Kardeşçiğim benim, kardeşçiğim benim, kardeşçiğim!
Ezildin gittin sonunda, öldürdüler seni.
Ben bu mezarı daha yapılırken yıkmak istedim,
ama olmadı işte, gördüm senin indiğini,
azgın ve kara bir pençenin içinde,

çiçekli bir mezara, o pis yere,
ağır ağır, sürüklenir gibi, zorla.
Ardından bir ağladım, bir ağladım ki sorma!
Sonra batışını gördüm bir ufukta senin,
selamladım uzaktan ıslak gözlerimle seni.

Hiçbir vakit alçalmak olmamalı kadınlığın payı,
hiçbir vakit zulüm görmemeli iyi yürek,
bir düşerse kadın, ne olur insanlığın hali,
ama bakın bir de ortalığa, onların payı ne?
İşte korku, işte acı, işte yumruk ve işkence!
Sen inmedin, seni indirdiler o pis yere,
sen ölmedin, seni öldürdüler, zavallı kadın!

Ama, bugün, şimdi öldürmüş değiller seni,
çoktan gömüldü senin tazeliğin, güzelliğin, kadınlığın,
kalbin, inceliğin, namusun çoktan gömüldü.
Bıkmadı o hain el seni didik didik etmekten,
tükendin kirli tırnakları altında kabalığın!

Öyle bir cinayet ki bu,
ne kanunlar komuş adını, ne dinler komuş,
ama o büyük yargıç, o vicdan,
o apaçık kanun yok mu,
o hükmünü verir işte,
der bütün belâlar yağsın başınıza,
başka bir şey demem!
Şu kadar bir sızlama var mı yüreklerinde?
Doğruluğu hor gören o alçaklardan sorun,
güzelliği çiğneyen o namussuzlardan sorun bir kere.
Yüreğinde şu kadar bir sızlama var mı?
Sorun, şu namusu zehirleyen o katilden.
Yürürdüm güç halle, kan ter içinde,
yolum çetindi, yanım yörem taş ve diken,
önüm çakıl, diken dolu dimdik bir yokuş,
ama benim inadım inat, dayan yürek, dayan!
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Ey mahkemelerden her gün kovulan hak!
Ey kuşkunun pençesinde kıskıvrak, duygusuz,
ta yüreklere dek uzanan gizli kulak,
senin korkundan ağızlar sımsıkı kilitli.
Seni hor görüyorlar, halkım için dökülen alınteri!
Ey kalem ve kılıç, siyasî iki mahkûm,
ey doğruluk ve yiğitlik,
unutulmuş yüzlersiniz artık!
Ey kodamanlar ve kuyrukları onların,
pısırıklar, çekingenler, korkaklar sizi,
nasıl da alışmışsınız iki büklüm yaşamaya,
adınızın sanınızın da maşallahı var hani!
Ey yere eğilmiş kafalar, ak pak, ama tiksindirici!
Ey genç kadın ve ardından koşan delikanlı!
Ey kahırlı ana, ey dargın karı koca!
Ya sizler be çocuklar,
anasız babasız, başı boş yavrucaklar, ya sizler

Örtün, ey İstanbul, kanlı toprak,
örtün, kart orospu, örtün, hiç uyanma!

Ey yangın yerleri, uğursuzların gecelediği,
bir olay sayıklarsınız her açılan yaradan.
Kara damlı, kendi halinde, fukara evler,
ayağa kalkmış birer yas gibi durursunuz.
Ne kadar da dokunaklı somurtuşunuz var,
leyleklere, çaylaklara yuva olmuş tasalı ocaklar,
uzun yıllar, besbelli, tütmek nedir, unutmuşsunuz!
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Ey kubbeler, Tanrıya yakaran yapılar,
ey minareler, sözde kalmış doğrularsınız.
Ya siz, damları çökmüş medreseler, mahkemecikler!
Selvilerin kara gölgelerinde birer yer tutmuş,
geçmişlere rahmet dileyen mezar taşları,
ey sabırlı dilenciler sürüsü!
Türbeler, bizde ne gürültülü anılar uyandırırsınız,
ama yatarsınız bir şey demeden, ey atalar, sessiz sedasız!
İşte her yanda ikiyüzlülüğün kiri,
nereye baksan çekememezlik, nereye baksan çıkarcılık,
nereye baksan hergelelik, yalan dolan.
Demek yükselmek yalnız bunlarla oluyor.
Koynunda barınan nice yaratık arasında
kaç tanesinin alnı açık, yüzü ak?

Örtün, ey İstanbul, kanlı toprak,
örtün, kart orospu, örtün, hiç uyanma!

Ey kanlı sevgileri, kılı kıpırdamadan
zevk ve safaya susamış bağrında emziren!
Ey Marmara’nın mavi kucağında
ölüm uykusuna dalmış diri,
ey köhne Bizans, büyücü kocakarı,
ey bin kocadan artakalan el değmemiş dul,
gene de güzel görür, taptaze görür seni,
gene de üstüne titrer sana bakan.
Ne kadar tatlı, cana yakınsın, ne kadar,
süzgün, mavi gözlerinle sen uzaktan!
Oysa ne farkın var kirli kadınlardan senin,
hiçbir şey umurunda değil, belli,
ne bunca acı türkü, ne bunca kan ağlayan!
Sen kurulurken katmış olmasın bir hain el
senin temeline zehirli suyunu kötülüğün.
Ne bir bağış beklerim kimseden,
Ne kol dilenirim, ne kanat,
Kendi göklerimde kendi kendime uçar giderim.
Bana eğilmek boyunduruktan bile ağır.
İşte böyle bir şairim ben
Tepeden tırnağa özgür.
Akıp giderken bir dere,
çağıl çağıl giderken hani,
inleyen bağrına sonbaharın
nasıl dökerse sesini
bir ormanda, acı acı,
duyulur şimdi tıpkı öyle,
şiirimin titreyen dudağında
yıkık ve bitik bir inleme.

Nerde bende o eski keyif, nerde?
Nerde o eski istek, o eski ses?
Artık ben şurda ha var, ha yok.
Sen çıkar mı sandıydın sahi,
söyle, ey ateş parçası, söyle,
sen çıkar mı sandıydın
ölü bir telde, canlı bir şarkı?

Belki yatışırım, demiştim, kalırsam tek başıma,
belki alışırım, demiştim, hasretine tek başımayken,
böylece, demiştim, belki de kurtulurum,
bunları düşündüm, katlandım ayrılığına.

Ama şimdi hayalimde senden uzak,
sönüyor parça parça yaşamanın şavkı,
gelmiş oturmuş yüreğime yüz yıllık bir ömrün acısı,
yüz yıllık bir ömrün acısı yüreğimi sarmış sanki.
( )
İşte gece yarısı. Çok doluyum, çok.
Öyle bir dalmış gitmişim ki resmine.
Beklerim, hiçbir şey diyemem, susmuşum.
O zavallı anıya bakar dururum sadece karşıdan,
bakar dururum iki gözüm iki çeşme.

Gel, doğanın özü gibi sessiz ve esrik,
bu vefasız gecenin koynunda
geçelim kendimizden, püfür püfür eselim.
Belki son gecesi bu aşkımızın.
Bir mutlu ömür sayılır bu gecede her dakka.

Gör dalgaları, nasıl dalgın ve duru,
sanki kara sevdalara açık bir yürek.
( )
Birlikte gidelim gel, bu yokluk yerine,
yaşayalım sensiz geçecek günleri orda.

Kara bir kuş gibi uçacak gece nerdeyse.
taş çatlasa, deriz ayrılmayız birbirimizden,
gel, bu vefasız gecenin koynunda.
Kim bilir, belki de yaşarız son saatimizi,
tatlı geçen her saniyesi aşkın
gelir insana hiç bitmeyecekmiş gibi!

Karanlık görüntüler gelir birbiri peşi sıra:
Baktıkça kapanır insanın içi.
Hiç kuşku yok, hayat acı bir oyun,
görmemekse en büyük teselli.
Hayalimle bu köyde ben şimdi
yaşamadayım bir köylü gibi.
Bütün karanlıkları gecelerin, ama bütün,
ak bir duman olmuş, ak bir duman,
tüter bu ocaktan şimdi,
tüter karşımda durmadan.
Bu hangi sevgilinin yoksulluğu?
Bu batan hangi umut?
Bu yaralı kim?
Solan hayaleti bu nenemin.
Çıkarılmış özü içinden.
Nenem benim! Nenem benim!
( )
Ve ben, ayaklarımı bir güzel uzatmışım uzakta,
bakar bakarım batışına nenemin, ama ölmem,
çocuklarımlayım ben bugün bu saatte,
bu nasıl şey, bu nasıl şey,
içimde bir dünya, çocukça, cıvıl cıvıl.
Karanlık bir gecenin içindeyim.
Altımda kırık bir tekne,
başımda çekilmez bir hayat,
sıkıntılı, pis, berbat.
Dayanmışım var gücümle küreklere,
varmak isterim korkusuz, sakin bir kıyıya.

Çok düşündüm çok, bunun nedeni ne?
Ne uyuşukluğumdan bu benim,
ne umutsuzluğumdan,
ne güçsüzlüğümden.
Bütün bu derdimin sensin asıl sebebi,
ey sarışın, çelimsiz çocuk, sensin sen!

Derinlere dalmış olan şair, bizim fukara,
gezdirir durur dumanların ardından aklını,
gezdirir o buluttan o buluta,
en güzel eseri, aklının nasıl
baş aşağı geldiğini anlatır bize.

Çubuğundan buram buram ağan dumanlardan
hayali genişleye yayıla öğrenir yükselmeyi,
öyle bir yükselir ki, sonunda
farkına varamaz onun hiç kimse.

Benim de ağlaya ağlaya yazdığım şu kara şiir,
sevgilinin dudağında titreyecek güle oynaya, güle oynaya,
neler ölmüştür, ne gözyaşları, böyle titreye titreye, kim bilir,
sevgili dudağında, sevinç dudağında, mutluluk dudağında.
Birlikte olursak hayatın gene bir parça ışır,
o geçen günlerimin ışır yıkılan mutluluğu,
bir getiriver o günleri aklına ne olur.
Gel, sevgili can yoldaşım benim,
o gün birlikte okuduysak nasıl,

gene birlikte bitirelim şu dertli kitabı,
gel, birlikte bitirelim.

Biri takmış gayret kanadını,
amacının doruğuna ha vardı ha varacak,
biri umutsuz, durgun, eli kolu bağlı,
batmak ister, ama batamayacak.

Biri gecenin en kuytu, gizli yerinde,
kendini koyuvermek isterken deliksiz bir uykuya,
biri, hep böyle didinsem, durmasam, der.

İşte bu ikilik bende varken,
akmaya görsün bir yana yüreğim,
kalmaz hiçbir şeyin tadı tuzu,
her şey hayatımı zehir eder.

Ara yıllar yılı kapalı kapısını kurtuluşun,
yıllar yılı alt alta, üst üste zorluklarla,
yüklen yoksulluğu, bu kanlı yolda git gel,
acılarla zehirlen, acılarla paslan, acılarla yan.
Sonra birdenbire düş kara toprağa,
bir taze gül koparıp koklamadan.
Soruyorsun: Neden düşkünsün bu kadar
sonunda toprak olacak bir hayata?
Hangi zevk, hangi duygu ve neden
seni bağlar ona kendinden geçercesine?

Ben de sorsam: Nasıl bir tuhaf duygu
doğurur böylesine bir ölüm hırsı?
Sizi ölüme hangi ruh bilimi
böyle nasıl susatır, yargısı ne?

Bu iki anlayış da kendine göre.
Bence ölüm de, hayat da
Bir ölür, bir doğar! anlamında

bir zoraki teselli.
Böyle yaşarız biz ne yazık hepimiz,
yürüyen, canlı ölüler gibi!

İşte gökyüzü bir yaprak gibi,
işte yere ha düştü ha düşecek,
ne dokunaklı şey, ne acı,
üzerinde ne renk var, ne yazı,
korkunç bayrağı bu kara ölümün.

Siz bir de şurdan bakanlara sorun,
görülen ne, sıcak odalarının penceresinden?
Bir gül olsa gerek, bir beyaz gül,
yasemin bir göğüste gülen.

( )
Şimdi düşünceli ve dalgın ve ağlamaklı,
öyle bir bakış ki bu, sevdalı sevdalı,
bir gece taşır, hülyalı bir gece, durgun kanatlarında
Şimdi pırıl pırıl, şimdi atak ve delişmen,
sevinçli bir göz kırpması bu aydınlık bir yüzde.
( )
Ama onun bana en çok dokunan hali,
ha varıyorum, ha vardım derken sabaha,
yağmur incileri altında zavallıcığın
ağlaya ağlaya sönmesi.
Ya neden gelir dünyaya insan,
ense göbek şişirsin diye mi?
Güzel şeyler nasıl bulunur, aranmadan?
( )
Duyar baban, melek çocuk,
duyar baban, duyar seni,
duyar baban, melek çocuk,
sarar banın içini
bir aydınlık, bir aydınlık

Şakıyorsun güzel güzel,
sen ne cansın, a yavrucuk!

Kimi vakit düşünmekten bayağı ürkerim,
düşünme gücüm benzer bir körpe fidana,
bir kanat şöyle bir çarpmaya görsün,
yapraksız, titrek, hasta dalı çıt eder.
Ağlamaktan helak olmuş acılar yaprağına döner
o gün kırık dökük bütün şiirlerim.
( )
Ama düşünmenin hiç yeri yok bunda,
bütün şiirlerimin özü acıklı türkülerdir,
sık sık duyarım onları inleyen yüreğimde.
Ölünceye dek, ölünceye dek!..
Seven iki can için bu umut,
tek sığınak yeri, tek,
bu umut, bu yalancı ışık.
Ama öyle bir uzak, öyle bir uzak:
Kısacık bir hayatın içinde
ölümsüz dostluk!
Ölünceye dek, ölünceye dek!..
Bunu düşünmek bile bir hoş ederdi beni,
ölünceye dek sevmek onu, ölünceye dek sevmek,
sevmek deli gibi!
Hem yesin bitirsin canımı benim,
hem canlar katsın canıma,
dünyada benim tek isteğimdi bu,
dünyada benim tek emelim.
( )
En rahat, en güzel yer şairin kendi yeri,
şair kendi yerinden seyreder aydınlık ülkeleri.

Toplar ufukları bu küçücük oda, bu yuva,
doğurur bu yuvada gönül avlayan şiirleri

coşkun bir yürekle kararsız bir kafa.

Bir iki dergi, bir iki resim, yadigâr,
bir sürü kâğıt, minderde, şurda burda, darmadağın.

Demet demet çiçek, zoraki gülüşler gibi, solgun,
kimi keyifli, kimi bezgin anılar, yığın yığın.

Düşler, özlemler, emeller, kara sevdalar,
birer mezar süsü olmuş sevgililer bütün.

Her yanda bir bakış, işler insanın ta canına,
her yanda bir ağız, habire canlar solur.
( )

Ey taş, yeryüzünün paslı yazıtı,
Kırık başlı Sfenks gibi durursun şuracıkta,
Seyredersin kuşkulu kuşkulu, olanı biteni.
Sen anladın mı bari, o büyük sır ne?
Ey, rahata ermiş kalp, sen anladın mı bari
Neden yalnız taş yüreklilerin keyfi yerinde?
Fikret ana çizgisinde iyimserdir. Bütün isyan ve kederlerinin arkasından bir de bakarsınız gülümser tatlı tatlı. İnsanca yaşamayı özler, cennet gibi bir dünya hayal eder. İnsanoğlunun bir gün şu yeryüzünü mutlaka yaşanır bir hale getireceğine inanır. Toplumun acıları, umutları, hasretleri, isyanları ile birlikte yaşamış bir şairdir Fikret. İnsanlarla burun buruna, iç içe olmamasına, toplumdan uzağa, bir tepeye çekilmesine karşın. Oradan yükseltir sesini, oradan haykırır zulme, haksızlıklara, dönekliklere, namussuzluklara. Doğacak güneşi oradan bekler, aydınlığı oradan görür, sevinir, şakır. Oradan ağlar yoksulluğuna halkının.
Fikret, özlemler içinde yaşamış, özlemler içinde savaşmış, özlemler içinde ölmüş bir şairdir. Toplumdaki kötülüklerin, haksızlıkların, zulümlerin kalkmasını istemişti o. Bütün insanlara adalet, özgürlük, eşitlik sağlanmasıydı tek isteği onun. Savaşlar olmamalıydı, boş yere insan kanı dökülmemeliydi, barış içinde yaşamalı, insanlar doğru olmalı, ahlaklı olmalı, çalışmalı ve yeryüzü bir cennet haline getirilmeliydi. Çevresine bakıyordu Fikret, memleketin haline bakıyordu, her yeri, her şeyi kokuşmuş görüyordu ve birden isyan ediyordu. Kötümserliğe düşüyordu. Ama vakit vakit pırıltılar görüyor, umutlanıyordu. İnsanlardan umudu kesemiyordu bir türlü.
Robert Kolej’in müdürü gelir, yaşlı gözlerle yanaşır yatağına Fikret’in ve, Büyük adamdı, yazık oldu, biz öldürdük onu! der. Sonra bir iki yakın dostu gelir, Cenap Şahabettin, Abdülhak Hâmit filan.
Ölmeden bir saat kadar önce, yanında duran karısının elini sıkmış, öpmüş eli ve, Artık yıkılıyorum demiş. Sağ yanına yatmış, sakin bir uyku içinde bir iki kez: Yavrum! Yavrum! Yavrum! Yavrum! demiş ve gitmiş koca Fikret.
Memleket gitgide kötüye gider. Hadi eskiden zorbalık vardı, işler kötüye gidiyordu. Ya şimdi? Şimdi özgürlük vardı, neden işler iyiye doğru gitmiyordu? Bakıyordu memleketin haline Fikret, değişen bir şey yoktu, gene eski hamam eski tastı. Bu memleketin yüzü hiç mi gülmeyecekti peki?
31 Mart Olayı patlak verir. Kara kuvvet İstanbul sokaklarında bir köpek sürüsü gibi akıp gider. Mebusan Meclisi sarılır, rasgele insanlar öldürülür, Tanin basımevine saldırılır. Bunlar Fikret’i farmasonların başı sayarlar. Galatasaray’a saldırıp orasını da yıkacağız! derler. Fikret bunu duyunca, Burasını yıkmak için önce beni yıkmalılar! der. Uluyan kalabalığın en azgın bir hale geldiği bir günde, Fikret okulun kapısı önünde dimdik dikilir. Taksim Kışlası’ndan Sultanahmet’e doğru giden ve Şeriat isteriz! diye haykıran kara kuvvetin önünde olduğu gibi durur, hiç gözünü kıpırdatmaz. Parmaklığın gerisine çekmek isterler kendisi, ona bile razı olmaz. Ertesi günü de okula gelmez. Bu, ikinci ayrılışıdır onun Galatasaray müdürlüğünden.
Bu kötümser havaya ve inzivaya karşın, Fikret memleketin acılarına çok yakındı. Gençlikle ilgisini kesmemişti. Ziyaretine gelen gençlere sık sık şunları söylüyordu: Bu günler geçecektir, bu millet kölelikten kurtulacaktır bir gün. Sizler çoğalmaya bakınız
Fikret artık göz hapsindeydi. Yalının önünde her zaman balıkçı, kayıkçı kıyafetinde polis hafiyeleri beklemeye başladı. Bunlar yalıya gidip gelenleri tespit ediyorlardı. Saray aydınlardan, gençlerden korkuyordu. Bu gençlerin Servetifünun’daki çalışmalarından hoşlanmıyordu. Ya bir gün bu gençler uyanır da ayağa kalkarsa!..
O sıralar, yani 1898’lerde filan, hayatın hiç çekilir yanı kalmamıştı. Millet inim inim inliyor, halk kan ağlıyordu. Sarayın baskısı bir parçacık düşünen kafaları ezmek için fırsat kolluyordu. Fikret milleti ezen bu zulmün karşısındaydı ve ona büyük bir kin besliyordu.
Arkadaşlarından biri bir gün Sultanî (Galatasaray Lisesi) müdürü Abdurrahman Şeref Bey’e, Fikret sıkıntı içinde, der, okulda öbür öğretmenler gibi onun da ödenmeyip birikmiş dört maaşı var, bunlar verilirse belki ferahlar bir parça. Fikret’i çok seven okul müdürü, bir kitabına uydurur, göndertir Fikret’e birikmiş maaşlarını. Fikret gülümser parayı görünce, İyi, iyi, der, demek maaşlar verildi. Adam: Hayır efendim, daha verilmedi, ama müdür bey sizinkini gönderdi, deyince, Fikret almaz parayı: Teşekkür ederim, ama sırf bana ödenmesini kabul edemem. Arkadaşlarım da benim gibi sıkıntıda, onların sıkıntısına katılmak zevktir benim için. Bütün ısrarlar boş. Sonunda para gene okula geri gider.
Müdür: Oğlum der, biz vatan çocuklarını yetiştirmeye bakalım, on kuruş eksik, on kuruş fazlaymış, ne çıkar bundan! Fikret sinirlenir: Hayır, beyefendi, der, ben on kuruşu aramıyorum, böyle mantıksız bir hükümete vicdanım tahammül etmiyor, ayrılıyorum
Zorbalığa, zulme karşı amansız bir kin besler ve bu kin kişiliğindeki iyilik ve doğrulukla daha güçlü olur. Memurluk nedir? Babasını gurbetlerde, sürgünlerde sürüm sürüm süründüren bir idareye uşaklıktır memurluk. Zulmün, zorbalığın yanında olmaktır memurluk, iğrenmiş Fikren memurluktan.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir