Ziya Meral kitaplarından Budala kitap alıntıları sizlerle…
Budala Kitap Alıntıları
Hiçbir insan topluluğu, bir başka topluluktan varoluşsal olarak daha iyi veya üstün değildir. İyilik ve kötülük, sevgi ve nefret, şefkat ve intikam, kültürlerin değişmez özellikleri değil, hepimizin her yerde ve her zaman bireyler olarak kalplerimizde verdiğimiz mücadelelerdir.
Budala romanının bize bu çağda sunduğu en önemli mesaj; güç, kontrol ve hüküm yerine, sevmeyi ve güzelliği seçen insanların “zeki” kitlelerce “aptal” olarak görüleceği, ama aslında bu aptallığın tek umudumuz olduğudur.
Dostoyevski’nin öngördüğü olası sonuçlar bizim şu an yaşadıklarımızdır. Biz Tanrı rolünü yeteri kadar oynadık! İster kendimizi evrenin hâkimi ilan edişimizde olsun, ister bilgi arayışımızı, sonuçlarını ve etkilerini hiç düşünmeden ileri götürüşlerimizde İster ben merkezli kainatımızda “ötekileri”, kullanılması ve hükmedilmesi gereken basit nesneler hâline getirişimizde
Yeryüzü artık tamamen hem insan atıkları hem de atık insanlar ile doldu.
İnançların gerçek olup olmadığı, ona inananların dışında bir sorudur.
Yani demokrasi idealinin gerçekliği, sadece o idealin tartışılması ile doğru veya yanlış bulunabilir. Parlamentoları dolduran, güç, para ve ün peşinde olan politikacıların yaşamı o idealin eleştirisi değil, onu kendi çıkarları için kullananların eleştirisidir.
New York Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Paul Vitz, The Faith of the Fatherless (Babasızın İmanı) adlı kitabında birçok ünlü ateistin hayatlarında köklü baba sorunları olduğuna dikkat çeker. Vitz’e göre bir çocuğunun babasına olan sevgisini ve saygısını kaybetmesinin üç yolu vardır.
İlk olarak baba fiziki olarak yakındadır ama zayıf, insiyatif kullanmayan, pasif birisidir. İkincisi baba fiziki olarak yoktur; ya daha çocuk genç yaştayken ölmüş ya da aileyi terk etmiştir. Üçüncü olarak baba fiziki olarak vardır, ancak fiziki ve psikolojik yollardan çocuklarını ezmekte, kaba kuvvetle veya cinsel tacizle çocuklara zarar vermektedir.
Böyle ailelerde yetişmiş çocuklar pozitif bir baba figürü görmediklerinden, baba benzetmeleri ile ifade edilen bir Tanrı’ya inanmak istemeyeceklerdir. Nasıl inanç sahibi insanların Tanrı’ya inanmaları mantık dışı duygusal bir arayış olarak algılanıyorsa, yine aynı mantıkla Tanrı inancının reddi de mantık dışı, duygusal bir tepki olarak algılanmalıdır.
Paul Vitz’in kitabında gösterdiği gibi Nietzsche, David Hume, Bertrand Russell, Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Arthur Schopenhauer gibi önde gelen ateistler daha küçük yaşta babalarını kaybetmişlerdir. Fiziken var olmakla birlikte zayıf olan veya kendilerine zarar babaları olan ateistler ise Thomas Hobbes, Jean Meslier, Voltarie, Samuel Butler, Sigmund Freud ve H.G. Wells’dir.
Başkaları için saf bir sevgisi olan, herkese güvenen, kaç defa aldatıldığını önemsemeyerek sevgi ve güven alevinin sönmesine izin vermeyen bir kişi, doğal olarak bir budala gibi görünecektir. Ama o normal bir budala değil. O harika bir budala!
Bu ilginç gözden düşmüş kişinin yakınlarında bir Dostoyevski’nin yaşamamış olması ne kadar acı; yani Dostoyevski gibi yüceliğin, hastalığın ve çocuksuluğun karışımı karşısında büyülenen bir kişinin olmaması.
Bir şeye kötü demek sabit bir iyilik normunu temel almak demekti ve böyle evrensel bir temel sadece Tanrı’nın varlığı ile mümkün olabilirdi. Bu yüzden Tanrı ölünce, gerçek ve estetik de ölmüş oluyordu
Yeryüzü artık tamamen hem insan atıkları hem de artık insanlar ile doldu.
Budala kelimesi Dostoyevski için bir aşağılama değil, çağdaş dünyanın değerlerine karşı bir üstünlüktür. Budalalık, değerleri ve yaşamı yüzünden farklı olana, dışındaki toplum tarafından verilmiş bir lakaptır; Nietzsche’nin kullandığı gibi biyolojik ve psikolojik bir rahatsızlık değil.
Dostoyevski için Tanrı yoksa o zaman her şey mümkündür ve her şeyin sonu yokoluştur ve tüm eserlerinde Nietzsche’nin sunduğu fikirlerin, yaşandığı taktirde bizi nereye götürdüğü irdelenir.
Raskolnikov, tıpkı Nietzsche gibi iki türlü insana inanır; normal ve anormal olanlara. Normal insanlar sürü gibidir, uysal bir şekilde kurulmuş düzene uyan kalabalıklardır. Anormal insanlar olan küçük, elit bir grup ise her şeyin daha iyi olması amacıyla şimdiki durumun yok edilmesi için pek çok yöntem arayan bireylerden oluşur.
İvan tıpkı Nietzsche gibi Tanrı’ya inancı reddeder. Mantıksal anlamda varlığı tartışılabilir olduğu için değil, Hristiyan Tanrı’sını tapınılmaya layık bulmadığı için.
İnsan yaratıcı değil, yaratılmış olandır ve sınırsızlığının ötesinde kurtarılması gereken acizliği ile sınırlıdır.
İnsanlığın asıl ihtiyacı olan üstün-insan figürü Nietzsche’nin Tanrı hastalığına karşı sunduğu panzehirdir. Üstün-insan doğrudan doğruya tek bir insanı ifade etmemektedir.
Üstün-insan bir konumdur: İnsanların Tanrı’nın ölümü ile yüzleşip yaşamı tüm çıplaklığı ve karanlığıyla kucaklayacakları, iyinin ve kötünün ötesine geçip, iradeleri üzerinde hâkimiyet sağlayacakları ve ne kadar zor olursa olsun kendilerinin yaratıcısı olacakları gelecektir.
Dostoyevski’ye göre acı çeken bir dünya için çare yeni, soyut, insanın gerçekliğinden uzak bir idealizm veya ütopya değildi.
Şimşek ve fırtına vakit ister; yıldızların ışığı zaman gerektirir; eylemler, yapılmış olmalarına rağmen, görünmeleri ve duyulmaları vakit alır.
Din, insanların çocukluğunun bir ürünüdür.
Gerçek diye bir şey var mıdır? Varsa nedir? Ve nasıl yaşamalıyız?
Üzerinde düşünülmemiş yaşam, yaşamaya değmez.
“Herkesin günahı benim de günahımdır.”
“Hiçbir şey şans eseri değildir.”
İçinde yaşadığımız çağ küresel risk çağıdır.
Ulrick Beck
Yeryüzü artık tamamen hem insan atıkları hem de atık insanlar ile doldu.
Dostoyevski hapishanede dört yıl ağır cezaya ve sonrasında Sibirya’da beş yıl sürgüne çarptırıldı. Hapishaneye giderken yolda bir kadın eline, mahkûmların sahip olmalarına izin verilen tek kitap olan İncil’i tutuşturdu. Bundan sonrası Dostoyevski için acı, aşağılanma, yalnızlık ve depresyon dolu yıllardı. Ne var ki, yaşadığı bu acı, entelektüel yaratıcılığının ve insan psikolojisine ilişkin derin anlayışının kaynağını oluşturacaktı. Hem hapishanede hem de sürgündeyken kötülükle ve suçluların zihniyetiyle defalarca yüzleşme fırsatı oldu. Aynı zamanda Rus halkının, daha doğrusu kırsal, eğitimsiz, sıradan Rusların sahip olduğu zenginliğe ve umuda tanık oldu.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Dostoyevski’nin tutuklanması, uzun sürecek bir kendini bulma sürecinin başlangıcıydı. 1849’da Semenovski Meydanı’nda idam edilmeyi beklerken arkadaşlarına “Nous serons avec le Christ diye seslendi. Hayatının son bulacağını sandığı o anda “Mesih’le birlikte olacağız” demesi, İsa’ya olan derin inancını göstermekteydi.
Son dakikada idamının durdurulması Dostoyevski’ye yaşamın değerini hatırlatacak ve gerçek olduğuna inandığı felsefelerin zayıflığını fark etmesine neden olacaktı. Olaydan hemen sonra kardeşi Mikail’e yazdığı bir mektupta “Yaşam bir armağandır, yaşam mutluluktur, her dakika sonsuz bir mutluluk olabilir” diye ilan etti.
Nietzsche 1887’de şans eseri, Yeraltından Notlar adlı romanın Fransızca bir çevirisi sayesinde Dostoyevski ile tanışır. Bu kitaptan sonra Dostoyevski’nin yazdığı Suç ve Ceza’yı, Budala’yı ve Cinler’i okur. Dostoyevski’yle tanıştığı günü anlatan bir mektubunda Nietzsche şöyle der: Dostoyevski, daha önce de Stendhal’da olduğu gibi karşıma çıktı, tamamen kaza yoluyla, bir dükkânda öylesine açılmış bir kitap, daha önce hiç duymadığım bir isim -ve birden insanın kendini kardeşiyle karşılaşmış gibi hissetmesi kitabı okumaya devam ettikçe o akrabalık hissi (Başka nasıl tanımlayabilirim?) hemen kendini belli etti: O an hissettiğim sevinci tarif edemem.
Romanın ana karakteri ve Mesihî idealin temsilcisi Prens Mışkin, ne öfkelenir ne de öç alır, ancak vazgeçmeden sevgi ve şefkat gösterir. Sara nöbetleri ve yaşananlara çocukça tepkileri, saflığı ve para düşkünü olmaması “budala” kategorisine yerleştirilmesini kolaylaştırmaktadır. Dostoyevski’nin Mışkin karakteri ile Nietzsche’nin budala İsa figürü arasındaki yüzeysel benzerlik herhangi bir tesadüfün sonucu değildir.
Buradaki ‘Dört Müjde’, İngilizce’de ‘Gospels’ denen ve İncil’in ilk dört bölümü olan Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’dır. Bu dört bölüm, farklı yazarlar tarafından farklı kitlelere İsa’nın yaşamını ve öğretilerini anlatmak için yazılmış olan mektuplardır. Türkiye’de sıkça duyulan ancak gerçeklik payı olmayan dört farklı İncil olduğu fikri, İncil’in başındaki bu dört bölüm için Hristiyanların kullandığı isimlerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.
Ahlakın kaynağı olarak Tanrı değil de insan ve insanın konumu gösterildikten sonraki adım, varlığını ilahi bir sebebe dayandıran kilisenin gündeminin de insanlar tarafından oluşturulduğunu göstermektir. Bu yüzden Solomon, “Böbürlenen, kendini üstün gören bazı filozof ve teologlar için saygınlıklarını yitirmelerine, mantıklarının ve dindarlıklarının kişisel kıskançlıklara ve kızgınlıklara indirgenmesine sebep olan ad hominem bir argümandan daha kötü ne olabilir” der. Nietzsche için kilisenin tek bir amacı vardır: Güç sahibi olmak.
Çok erken geldim. Benim zamanım daha gelmedi. Bu heybetli olay hâlâ yolda, hâlâ dolaşıyor -insanların kulaklarına ulaşmadı. Şimşek ve fırtına vakit ister; yıldızların ışığı zaman gerektirir; eylemler, yapılmış olmalarına rağmen, görünmeleri ve duyulmaları vakit alır. Bu eylem hâlâ onlardan en uzakta olan yıldızdan da uzak -ve yine de bunu kendileri yaptılar.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Nietzsche’nin Tanrı ile birlikte öldüğüne inandığı ahlak, gerçek ve estetik, modernitenin ve modern dünya görüşünün yapı taşları idi. İnsanlar her ne kadar Tanrı’ya inanmasalar da, zayıflık ve ilgisizlik yüzünden yeni yerlere varmaktansa, Hristiyan değerlere ya da onlardan geriye kalanlara sarılmaya devam ediyorlardı.
Salaquarda, Nietzsche’nin ilk din eleştirilerini şöyle vurguluyordu: “Şüpheci bir yaklaşıma sahipti ama reddettiği dinî görüşlerin ve doktrinlerin doğru olmadığının kanıtlanabileceğini savunmuyordu.”
Umarım Sevgili Rab bu isteğimi yerine getirmem için bana güç verir ve yaşam yolculuğumda beni korur. Bir çocuk gibi O’nun lütfuna sığınıyorum: O, hepimizi, başımıza gelebilecek tüm kötülüklerden koruyacaktır. O’nun ilahî arzusu olsun!
Bir önceki nesilden teknolojik olarak ne kadar ötede olsa da, her yeni nesil varoluşsal soru ve sorunların tamamında ilk insanlar kadar saf ve cahildir.
Çünkü küresel boyutta birbirimize yardım etmezsek, birbirimizin çıkarını, iyiliğini ve mutluluğunu düşünmezsek, hiçbirimiz kendi rahatımızı, güvenliğimizi ve ihtiyaçlarımızı sağlayamayız.
Ve yine işte bu noktada geçen çağın politik ve felsefi çözümleri anlamsızlaşmaktadır. İçinde yaşadığımız çağ, Ulrick Beck’in tabiri ile küresel risk çağıdır ve hiçbir küresel sorun yerel olarak çözülemediği gibi aynı zamanda hükümetler, AB veya BM gibi resmî yapılar bu küresel riskin karşısında tamamen etkisiz kalmaktadır.
Şu tartışmasız bir gerçektir: İçinde bulunduğumuz küresel çağda, “öteki” olmadan “biz” de olamayız.
İnançların gerçek olup olmadığı, ona inananların dışında bir sorudur.
Paul Vitz’in kitabında gösterdiği gibi Nietzsche, David Hume, Bertrand Russell, Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Arthur Schopenhauer gibi önde gelen ateistler daha küçük yaşta babalarını kaybetmişlerdir. Fiziken var olmakla birlikte zayıf olan veya kendilerine zarar veren babaları olan ateistler ise Thomas Hobbes, Jean Meslier, Voltarie, Samuel Butler, Sigmund Freud ve H.G. Wells’dir.
İyi olan nedir? İnsanda güç duygusunu, güce ulaşma iradesini ve gücün ta kendisini artıran her şey.
Prens Mışkin yalnızca bir insandı, hatta tıbbi ve akli sorunları yüzünden zayıflamış, sevgiyi acımadan ayırmakta başarısız, yardım etme kapasitesini bilemeden şefkat duygularının yoğunluğuna kapılan, Nietzsche’nin deyimiyle, insanca-pek-insanca bir insandı. Dolayısıyla uğradığı son hiç kimse için şaşırtıcı olmamalıdır.
Her günahlı birey kendisini en önemli varlık olarak görmekte ve kendi iyiliğini istemektedir. Böyle güçlü bir dürtü, karşılıksız sevme ihtimalini zayıflatır.
“Başkaları için saf bir sevgisi olan, herkese güvenen, kaç defa aldatıldığını önemsemeyerek sevgi ve güven alevinin sönmesine izin vermeyen bir kişi, doğal olarak bir budala gibi görünecektir. Ama o normal bir budala değil. O harika bir budala!”
“Acaba İsa idamından önceki gece kendi suretini görebilseydi, çarmıha gitmeyi ve ölmeyi tercih eder miydi?”
Joseph Frank, Dostoyevski’nin ölümü üzerine şu yorumu getirmektedir: “Görünürdeki sakinliği ve huzuru, köklü bir dinî inanç ve ölümsüzlüğe imanın bir kanıtı olarak yorumlanabilir mi? Bu soruya düzgün bir cevap verilemez; ama bundan otuz yıl önce idam ile karşı karşıyayken ‘Mesih’le birlikte olacağız’ dediği söylenmiştir.”
Dostoyevski’nin yaşam yolculuğunda hayatının temelini oluşturan Mesih’in kişiliği, insan-Tanrı ve Tanrı-insan idi. O hâlde birisi ona Mesih karşıtı bir kanıt gösterecek olsa bile, o yine Mesih’i seçecekti. Çünkü, özellikle Rusya’da var olan diğer düşüncelere kıyasla, ona İsa kadar umut ve anlam veren bir şey yoktu.
Gibson’ın da değindiği gibi Sibirya, Dostoyevski’nin “Hristiyan inancını güçlendirdi, ama en önemlisi, alternatifleri yok edip bu Hristiyan inancının derinleşmesine yol açan tecrübeler sağladı.”
Malcolm Jones’a göre, Dostoyevski “okumayı öğrenmeden önce bile hayal gücü azizlerin yaşadığı olaylarla ateşlenmişti; o kadar ki, bunlar ona Mesih örneğine dayanarak zevkten uzak durma, şefkat, acı çekme, alçak gönüllülük ve kendini feda etme konularında model oldu.”
Dostoyevski de Nietzsche gibi Tanrı, Tanrı’nın İsa’da bedenlenmesi, Hristiyanlık, gerçek, ahlak, özgürlük konularında tüm yaşamı boyunca yoğun bir şekilde bocaladı. Budala da doğrudan bu bocalamanın sonucunda doğdu. Bu yüzden romanı yorumlamaya çalışmadan önce Dostoyevski’nin yaşamını ve romanın oluşumuna sebep olan fikirleri ve tecrübeleri incelemek gerekir.
Nietzsche’nin, budala kelimesini Dostoyevski’den esinlenerek İsa için kullanmış olduğunu ispatladıktan sonra karşımıza çıkan asıl soru, Nietzsche’nin Dostoyevski’nin Budala’sını Renan’a karşı bir panzehir olarak kullanıp kullanamayacağıdır.
Kalp kırıklığı onu öteden beri yaşadığı sessiz ve yalnız hayatına daha da bağımlı kılmıştır.
Dostoyevski’yle tanıştığı günü anlatan bir mektubunda Nietzsche şöyle der:
Dostoyevski, daha önce de Stendhal’da olduğu gibi karşıma çıktı, tamamen kaza yoluyla, bir dükkânda öylesine açılmış bir kitap, daha önce hiç duymadığım bir isim -ve birden insanın kendini kardeşiyle karşılaşmış gibi hissetmesi ( ) kitabı okumaya devam ettikçe o akrabalık hissi (Başka nasıl tanımlayabilirim?) hemen kendini belli etti: O an hissettiğim sevinci tarif edemem.
Deccal adlı eser dikkatli okununca okuyucu, benzer edebî özelliklerden daha fazlasının iki yazarı birbirlerine bağladığını gösteren iki ipucu bulmaktadır.
Nietzsche’nin İsa’yı bir budala olarak tarif etmesi Dostoyevski’nin Budala romanı ile pek çok paralellik içerir.
Renan’ın düşündüğü gibi devrimci bir kahraman olduğu için değil, karşı koyamadığı için ölür. Renan’ın gözlemlediği gibi sevgi dolu olduğu için değil, öfkelenemediği veya öç alamadığı için sever ve sıkıntı çeker.
Renan için İsa’nın mükemmel idealizmi lekesiz ve erdemli yaşamın en üstün kuralıydı.Bu ideal ve İsa’nın ışık yayan sevgisi, etkileyici ama dogmatik olmayan öğretileri, insanların kalplerini kazanmıştı.
Deccal’de Tanrı’ya karşı en güçlü silahını çekmektedir Nietzsche: İsa, beden almış Tanrı, Mesih değil de, bir budala’dır.
Ahlakın Soykütüğü Üzerine isimli eserinde ahlak olarak tanımladığımız olgunun temelindeki her şeyin insandan kaynaklandığını kanıtlamaya çalışan tartışmalar ortaya atar. Üç makaleden oluşan kitap, iyilik, vicdan ve dindarlık anlayışımızın kaynaklarını göstermeye çalışır.
Birey, Hristiyan inancını reddettiğinde, Hristiyan ahlakını da reddetmiş oluyordu. Hristiyanlık bir sistem, tutarlılık gerektiren bir bütündü. Eğer birisi o sistemin temelini sağlayan inançtan, yani Tanrı’dan vazgeçerse, sistemin tamamını parçalamış olurdu. Hristiyan ahlakı bir emirdi; geçerliliği ve gerekliliği o emri verene dayanmaktaydı. Tanrı reddediliyorsa Hristiyan ahlakı da reddedilmeliydi.
Nietzsche’nin Şen Bilim’de Tanrı’nın mecazi ölümünü ilan edişi, felsefi bir argüman veya sonuçtan ziyade, dinin zamanın Avrupa’sında düştüğü kültürel konumun ifadesiydi.
Tanrı inancının, daha doğrusu dinin reddi Nietzsche’nin düşüncesinin yapı taşıdır. Nietzsche’nin yüzleşmeye çalıştığı tüm nihai sorular bu reddi takip etmektedir.
“Din, insanların çocukluğunun bir ürünüdür” deyip inançsızlığını beyan edecekti.
Nietzsche, Pforta’da Grekçe ve Latince okudu. Okulun tarihsel bilime ve klasik metinlere verdiği önem, zaten matematikle arası hiçbir zaman iyi olmayan Nietzsche’nin potansiyelini ve hem çağının hem de eski çağların derin fikirlerini keşfetmesine neden oldu.
Nietzsche’nin “budala” kelimesini kullanışına ve Dostoyevski’nin Budala romanına bakıldığında, ikisinin arasında bir benzerlik değil, tam tersine Tanrı, gerçek, ahlak, umut ve gelecek konusundaki inançlarından kaynaklanan derin bir çatışma su yüzüne çıkmaktadır.
Nietzsche’nin Dostoyevski’den etkilenişinden ve Dostoyevski’nin Budala romanından esinlenerek İsa’yı “budala” olarak adlandırışından bahsetmesiyle bir anda körüklendi ve bir yıl boyunca bütün boş vaktimi alacak yoğun bir araştırma projesine dönüştü.