Abdülhak Şinasi Hisar kitaplarından Boğaziçi Mehtapları kitap alıntıları sizlerle…
Boğaziçi Mehtapları Kitap Alıntıları
En meşhur aşkların çoğu birbirinden mahrum kalmış olanlardır.
Bilirsiniz, musîki aşka benzer. Mayası, tadı o kadar aşka benzer ki sazı işitmek sevgilimizin nefesini duymak gibi, başımızı döndürür; sesini işitmek gibi, bizi kendisine râmeder.
Geçmiş zamanı anlamak için bize belki ilmimizden ziyade cehlimiz yardım edebilir. Zira belki bilgiden ziyade bilgisizliğin verdiği bir sadelik lazım gelir. Eski zaman adamlarının muasırları olabilmek için devirleri hakkındaki cehlimiz kadar devrimiz hakkındaki bilgimizden kurtulmalıyız. Asıl zorluk belki öğrenilmesi lazım gelen şeylerin değil, unutulması gereken şeylerin çokluğundan gelir. Eğer bir geçmiş zaman adamı gibi duymak istersek bizi asri adamlar yapan hemen bütün bilgimizi unutmalı değil miyiz? Eski zamanın saffetine varabilmek için o bol ve servetli zamanların yoksulluklarını bilmeli ve bizim şimdi her günümüzün dokunuşunda mevcut olan ve yalnız istifade ettiğimiz birçok kolaylık ve rahatlıktan değil, hatta tattığımız birçok zevkimizden de vaktiyle nasıl mahrum olduğumuzu hatırlamalıyız.
Biraz süren sessizlik bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor
Zaman, dünü bugünden bugünü yarından ayıramaz Çünkü o hep devam eden bir şeydir. Geçen ancak biziz ve her şeydir. Zaman birdir ve ebediyettir. Biz yaşadığımız zamanı ancak kendimize göre mazi, hal ve âti diye üç kısma ayırıyoruz. Fakat zamanın böyle ölünmesi keyfidir. Zamanı maziden ayıran hiçbir fasıla yoktur. Madem ki geçen bir zaman yoktur; her zaman bir mazi olmuştur ve yine maziye dönecektir. Zaman içinde mazi diye muayyen bir devre verilecek bir isim, bir zaman parçası yoktur. Evvelki gün geçmiş neslin âti dediğine biz bugün mazi diyoruz. O neslin mazisi, hali ve âtisi bizim için hep birden mazi olmuştur.
Sakın Bu nasıl çocukluk hatıralarıdır? Bir çocuğun bunları görmesi, duyması, düşünmesi mümkünmüdür? demeyiniz. Zira çocuk daima bir bütündür. Birer tohum halinde her şeyi görür, duyar, düşünür. Ruhuna ve hafızasına serpilen bu tohumlar onda zaman ile çiçeklerini açar ve meyvelerini verir. Gördüğününün mânâsı kendisine belki seneler sonra varır.
Duyduğunun lezzetleri belki senelerden sonra tadılır. Düşündüğünün neticesi belki senelerden sonra anlaşılır. Zira ölmüş sanılan mazi canlıdır.
Duyduğunun lezzetleri belki senelerden sonra tadılır. Düşündüğünün neticesi belki senelerden sonra anlaşılır. Zira ölmüş sanılan mazi canlıdır.
Mazi elimizden geçen zamanların gidip toplandıkları bir iklimdir. Hepimizin ruhunda böyle büyük bir kıta vardır. Hepimiz, eski zaman manasıyla, efsanevi zenginliklerin haznedarlarıyız. Kırk haramilerin, gizli mağaranın zenginliklerine kavuşmak için açıl susam açıl demesi gibi hepimiz, unutulmuş sayıldığımız, sanıldığımız köşemizde biraz sükun ve sükut bulunca ekseriya sevdiğimiz, ruhumuzu mest eden bir ismi mırıldanarak mazimizin tılsımlı kapıları bizim için derhal açılır ve biz bütün aşkımızla aziz hatıralarımızın hepsini birer birer bulduğumuz âleme kavuşuruz.
Herkesin dünyayı daha yeni gördüğü bu gençlik zamanlarını sevmesi ve mazisinin böylece herkese hoş görünmesi mukadderdir. Zira biz onu daima gönlümüzün süzgecinden geçmiş olarak hatırlarız ve onda ancak gönlümüze göre tasfiye edilmiş bir hatıra buluruz. Zira uzaktan gördüğümüz şeyler bize daima daha çok güzel görünür ve daha çok hoşumuza gider. Hâlin bütün dikenleri gözlerimize batar. Halbuki mazinin i bize batacak dikenleri ortada değildir. Maziden bahsetmekte şu kolaylık vardır ki hakikatin karşısında olmadığımızdan gördüğümüzün güç gelen resmini yapmaya mecbur olmayarak hatırladığımızın resmini, hatırımızda kaldığına göre çizeriz.
Geçmiş bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi, tamamen imkânsızdır. Fakat insanın da milletin de sağlam temelleri bu tekrar dirilmesine imkan olmayan geçmiş zamanlardır. Milliyetçilik muarrızları ( muhalifleri) en evvel milli maziyi unutturmak isterler. Bir millete yapılabilecek sinsi ve en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak hafızasından mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve devamlarıyız.
Hazini şu ki bu fetihler yahut fethedilen bu toprakların asırlarca müdafası için gösterdiğimiz kahramanlıklar, harp meydanlarında asırlarca şahlanmış Türk yiğitliği, vatan ve din uğruna şehit veya gazi olanların destanları bile kasidelerimizde ve nesirlerimizde kendilerine layık olacağı kadar yazılabilmiş değildir. Halbuki en parlak kahramanlık, eğer bir kalem ona şehadet etmezse, karanlıkta parlarken rüzgarın söndürdüğü ışıklar gibi tamamen kayboluyor. Hiç bilinemiyor yahut derhal unutuluyor. Mucize hiç vâki olmamışa dönüyor. Türk hamasetinin kim bilir böyle nice yaşanmış destanları kalemsizlikten dolayı yazılmamış ve unutulmuştur. Mağlup Fransa’nın yenilmiş Napolyon için doldurduğu o gözler kamaştırıcı kütüphaneyi hatırlayınız. Mağlubun başına milletin edebiyatı bir zafer tacı geçirmiştir. Napolyon’un çocukluğumda sandığım gibi bir muzaffer olmadığını, uzun bir zamanda, hayret ve müşkülatla öğrenebilmiştim.
On beş ile yirmi yaş arasındaki çocuklarla gençlerin kafaları bütün fikirlerin birbirlerine hücum ederek çarpıştıkları bir meydandır. Bütün fikirler ona romantik ziyafetler verir. O bütün dünya talihinin düzelmesi ile alakalanır. Her şeyi kolayca halledilir sanır ve kendisinin her şeyi halledbileceğini umar. Hatta kafasında her şeyi hallettiğine inanır. Hayat ve medeniyetin bütün meseleleri sanki mavi bir sabahın tazeliğinde silinen sisler arkasından ortaya çıkar ve keşfedilir. Bu yepyeni bir âlemdir. Zira çocukların ve gençlerin kendi kendilerine buldukları medeniyet hiçbir zaman analarının, babalarının ki değildir. Milli ananelerin haklarından haberdar edilemeyen çocuklarla gençler, istifade ettikleri bir medeniyete çarçabuk ihanetle başka iklimlerde açmış hususiyetlere gönül verirler. b
Başka bir nizama aşık olurlar.
Başka bir nizama aşık olurlar.
Ölümün ve ademin (yokluğun) şümulü (kapsamı) o kadar derin ki her asır inkişaf eden (gelişen) nice medeniyetlerin inkıraz (yıkılışı,çöküşü) ve ölümü bile insan hafızasını dolduramıyor. Zira gönüller ve kafalarda zamanlar gibi her şeyi silen, yok eden birer boşluktur.
Hayat pek kısadır. Fakat bu kısa zaman içinde görülen bütün şeylerin ve duyulan bütün hislerin boyları ne kadar daha kısa! Ancak hiçbir şeyin yeryüzünde kendine mukadder kısacık müddetini bitirip bunun sonuna geldiğini ve sonucu damlasının yaşadığını evvelinden bilemiyoruz. Bir sabah yine masum, gafil, habersiz evimizden her zamanki gibi çıkar gideriz. Yaptığımız yine her günkü işimize benzer. Günümüzde hiçbir hususiyet duymayız. Halbuki o esnada bize bir şeyi haber vermeyen kaderimizde ne büyük değişiklikler olur!
Hemen hiç kimse zamanın kendine mahsus çerçevesi içinde kalmaya razı olmaz. Hal içinde yaşayanların bir kısmı istikbale vurgun, bir kısmı da maziye aşıktır. Gençlerin çoğu tahayyül ettikleri bir atide ve yaşlıların çoğu daha emin olarak hatırladıkları bir geçmişte yaşarlar. En güzel zamanımız ya hayalimizde atiyi kurduğumuz ya da hafızamızda maziye konduğunu zamandır. Hemen herkes uzun müddet umduğuna göre geleceğini sandığı bir zaman kolladıktan sonra yavaş yavaş kendi gençliğinde geçmiş olan zamanları aramaya koyulur.
Sevgili her zaman güzeldir. Her zaman kalbimizin bütün kanını çeker ve hayalen ona ettiğimiz bütün fedakarlıklar bize az gelir. Fakat sevgilinin uzakta, mehtapta suların üstünde titrek bir sandalda görülüşü daha eşsiz ve mukavemet edilmez bir güzelliktedir. Zira arzu safdilane bir şeydir. Mesafeler, müşkülat, hatta imkansızlık onu besler.
Zira ruhumuzun aradığı kâmi bize verecek ancak aşkımızdır. Dünyanın gönlümüze hayret veren güzellikleri, çiçekler, mehtaplar ve gökler bizim için sevgilimizin bakışlarında açılır, parıldar ve sonsuzlaşır. Hayattan tat alabileceğimiz meyveleri kendi ellerimiz koparamaz, onlara ancak sevdiğimiz ellerin sıcaklığıyla toplayabiliriz. Bizden kaçan bütün dünya nimetlerini sevgilimiz bize bir sözüyle verir. Tabiatın derin ve ezeli hayat ve şefkatini ancak sevgilimiz de duyabiliriz. Kainatın gönlümüzü şaşırtan bütün dağılmış güzelliğini ancak sevdiğimiz yüzde bizim için toplanmış buluruz. Hayatı sevgilimiz için severiz. Belki sevgilimizde sevdiğimiz hayatımızdır. Açık gözlerimizin istediği sevdiğimiz gözleri görmektir.
Zira tabiatın güzelliği böyle arttıkça içimizdeki sevmek ihtiyacını çoğaltır. Dünya en güzel ve hayat en uysal olduğu zamanlarda gündelik alakalarından kurtulan ruhumuz en mahrem varlığımıza dönmek ve aşkımıza ermek ister. Tabiat güzelliğinin ruha verdiği genişlikle herkes içinde ve hayatında duyduğu boşluğu ancak aşkıyla doldurabileceğini anlar.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
..En meşhur aşkların çoğu birbirlerinden mahrum kalmış olanlarıdır.
Kimi ilk gençliklerinin cennet zamanlarını, kimi gençliklerinin buhranlı aşklarla yanan zamanlarını, kimi ihtiyarlıklarının artık gözleri açılmış ve meyus (ümitsizliğe düşmek) zamanlarını yaşayan ve hepsi de dünyaya getirdikleri huylarla büyümüş ve yaşlanmış zavallı emekli çocuklar olan bu insanların bütün kalabalıklarda olduğu gibi burada bulunanlar arasında da her çeşitten numuneleri vardı.
Aynada kendi güzelliklerini seyir ile mukaddes bir kitap gibi tefsir etmiş ve ezeli bir davete hazırlanır gibi süslenmiş olan hanımlar .
Zaten hatırlamak her zaman biraz tekrar yaşamak değil midir? Mazimiz, hatırlayabildiğimiz nispette, tekrar tekrar yaşayabildiğimiz hayatımızdır.
Ah! Hangi gün, hangi gece, hangi saat, hangi an geçmişti ki biz onda saadetimizi aşkımıza feda etmeye hazır değildik? Unuttuk muydu ki bu güzel hayatın sathında böyle bin zevk alırken asıl beklediğimiz büyük bir aşkın vuslatından ibarettir? Unuttuk muydu ki biz yalnız bu aşk için yaşarız, bizim için saadet yalnız onun vuslatıyla mümkün olabilir ve hatta ondan gelecek olsa ölüme bile razıyız?
Gece bize sevdiğimiz bir musiki gibi tesir eder. Hiçbir zaman karanlık her şeyi kaplamaz. Onun içinde mutlaka sönüp yanan gizli, yumuşak ışıklarla fosforlu bir parıldayış vardır. Hiçbir zaman hava boşluk gibi duyulmaz. Onun içinde mutlaka bize onu bir vücut gibi duyuran kokular, nefesler vardır. Hiçbir zaman sükut tamam olmaz. Onun içinde mutlaka ona uyan bir mırıldanış ve sayıklayış vardır. Boğaziçi gecesi bir uyku değil, bir rüyadır.
Geçmiş bir zamanı anlamak için bize belki ilmimizden ziyade cehlimiz (bilgisizliğimiz) yardım edebilir. Zira belki bilgiden ziyade bilgisizliğin verdiği bir sadelik lazım gelir. Eski zaman adamlarının muasırları olabilmek için devirleri hakkındaki cehlimiz kadar devrimiz hakkındaki bilgimizden kurtulmalıyız. Asıl zorluk belki öğrenilmesi lazım gelen şeylerin değil, unutulması gereken şeylerin çokluğundan gelir.
Eski büyük yalılar Osmanlı İmparatorluğu’nun küçücük birer minyatürü gibiydiler. Burada her türlü vazife gören adamlar yalının müşterek hayatından istifade ederlerdi. Dadı Çerkez, bacı zenci, hizmetçi Rum, evlatlık Türk, sütnine melez, kahya kadın Rumelili, Ayvaz Ermeni, aşçı Bolulu, hamlacı Türk veya Rum, harem ağası Habeş, bahçıvan Arnavut olur; Müslüman, Hristiyan bu unsurlar bu çatı altında toplanarak imparatorluk içindeki anlaşmayı veya anlaşamamazlığı, yaşayışı burada devam ettirirlerdi.
Not:
-Ayvaz: büyük konaklarda alış verişe, mutfağa yardım eden Uşak .
– Hamlacı : kayıkçı
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Güzel sesli müezzinler gönüllere göklerin merhametini, rahmetini, şefkatini, şefaatini ve şiirini döker, ezan sesleri bel kere geniş ve açık ufukları ve ruhları doldururdu.
Hiçbir zaman sükût tamam olmaz. Onun içinde mutlaka ona uyan bir mırıldanış ve sayıklayış vardır. Boğaziçi gecesi bir uyku değil, rüyadır.
Bazen tesadüf sizi böyle ümidinizi geçen hakikatlerle karşılaştırır, halbuki çok kere de, görürsünüz ki sandaldaki hesap sulara uymaz.
“…Hiç kimse tamamen başkasının dilediği gibi olamaz. Kimse kendisini bir başkasının hayal ettiği gibi çıkmaz. Hiçbir kadın kocasının umduğuna benzemez. Hiçbir koca karısının beklediğine erişemez. Birbirlerinden en ziyade nefret duyanlar aynı arabaya koşulu hayvanlar gibi, aynı hayatı yan yana sürükleyenlerdir. Hayatımızda en yakınımız bulunanlar bize karşı hep insan huylarını ve huysuzluklarını temsil etmek mesuliyetini yüklenmişler gibi hareket ederler. Âdem için belki cennetten kovulduğundan beri, istediği gibi anlaşılmak saadeti kalmamıştır.”
Hayat imkanlarla doludur. Fakat ağaçların olgun meyveleri gibi koparıp toplayabildiklerimiz ancak bu mümkünlerdir.
Zira uzaktan gördüğümüz şeyler bize daima daha çok güzel görünür ve daha çok hoşumuza gider.
Bir millete yapılabilecek sinsi ve en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir.
Bir vatanın büyüklüğünü bütün millet meydana getirir. Yüksek bir tabii zevkle yaşayan millet kahramanlar yetiştirir.
Fikirden derhal fiile geçmesini iyi bilen bir milletiz. Fakat fikirlerimizle fiillerimiz arasında hiçbir zaman mesafe bırakmadığımızdan mıdır? Düşüncelerimizi ifade ve ömürlerimizi hikaye etmesini iyi bilmemişiz
Hep söylenemez şeyleri, anlaşılması kabil fakat ifadesi imkansız hisleri duyuran musiki, gündelik lisanla anlatılamayacak en gizli temayüllerimizi, bizim de ancak böyle duyunca öğrendiğimiz sırlarımızı söyler.
Bazen tesadüf sizi böyle ümidinizi geçen hakikatlerle karşılaştırır, halbuki çok kere de, görürsünüz ki sandaldaki hesap sulara uymaz.
Zaten hatırlamak her zaman biraz tekrar yaşamak değil midir?
Asıl zorluk belki öğrenilmesi lazım gelen şeylerin değil, unutulması gereken şeylerin çokluğundan gelir.
Büyük bir yanlışlığa düşmemek için geçmiş zaman adamlarını bugünkü fikirlerimize, yani bugünkü hayat ile karışmış ve bulanmış fikirlere göre değil, kendi günlerinin fikirlerine, yani o zamanki hayat ile karışmış ve bulanmış fikirlere göre muhakeme etmeye çalışmalıyız.
Beni daha fazla musiki ile mestederek gönlümü tekmil yaşlarıyla ağlatın.
Bilirsiniz, musîki aşka benzer. Mayası, tadı o kadar aşka benzer ki sazı işitmek sevgilimizin nefesini duymak gibi, başımızı döndürür; sesini işitmek gibi, bizi kendisine râmeder.
İnsana en çok sükût ve şiir söylemek yaraşır.
Azametli kainatın bir kısmında her şey sanki o kadar hayal imkanlarını korumak için kurulmuş gibidir ve sırtlarını güneşe ısıta ısıta dönen kürelerde her şey o kadar hayatın devamı için tanzim edilmiş gibidir ki tabiatın da, toprağın da, her canlı mahlukun da taptığı ancak bu hayat ın hepsinin ve her şeyin Allahın olduğu görülüyor.
Çok kere ruhumuzun en rahat, en sakin bulunduğu bir zamanda, mesela uykumuz arasında birden uyanmış, düşünürken; yahut, dünya güzelliklerinin böyle harikulade bir açılışını seyrederken duyduğumuz bu his sanki aklımızın gafletini giderir, gözlerimizin bağını çözer, heyecanımızın seviyesini yükseltir ve zihnimizde havadaki en ufuk işaretleri, sükuttaki en gizli imaları, hayatta ki en hiçlik sırları, hatta, sönmüş birtakım gözlerin hafızamızda kalmış bazı bakışlarını bile tefsir etmeye kadir olacak bir lahuthilik peyda olur.
Ölülerimiz ve onları hatırlayan ve devam eden bizler birbirimize o kadar komşuyuz, o kadar yakınız; hayatı dün terk etmiş olanlarla onların içimizde yaşayan hatıralarına ve kısmen de hayatlarına devam eden bizler o kadar iç içe geçmişizdir ki yeryüzünde ölülerimizin birer gölgesi olduğumuzu söyleyebiliriz. Ölüm ve hayat çok kere öyle birleşiyor ki hayatın nerede bittiği, ölümün nerede başladığı pek de belli olamıyor. Bunların ikisi de aynı bir rüyaya, bir hulyaya, bir yokluğun varlığına benziyor.
Bir millete yapılabilecek sinsi ve en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder
Bir vatanın büyüklüğünü bütün millet meydana getirir. Yüksek bir tabii zevkle yaşayan millet kahramanlar yetiştirir. Millet de kahramanları da tabii olarak, saffetle yaşarlar. Fakat onları harekete getiren fikirlerle hisleri anlatan ve asıl şahitleri olan mütefekkirler ve sanatkarlardır. Bu hislerle fikirleri muharrirler yazılarıyla, ressamlar resimleriyle, mimarlar abideleriyle ve musikişinaslar nağmeleriyle şerheder, gösterir, tespit, terennüm eder ve sevdirirler. Böylece fikirsiz ve hissiz geçmiş sanılan zamanların boş olmadığını, bizimkilere benzeyen duygularla dolu bulunduğunu göstererek onları günlerimize bağlarlar. Kütüphanelerle müzeler sakladıkları fikir ve sanat eserleriyle, devirlerin mirasını birbirine katan hazinelerdir. Aşk ve ya hamaset, bütün duyduklarımız ancak sanat vasıtasıyla zamanlar içinde devam eden bir ehemmiyet alıyor. Sanatın yük sek havasında yaşatmadığı güzellikler ve kahramanlıklarsa hep hatırasız kalıp unutuluyor!
Elveda sükut içinde duyulan aşklar! Elveda birer şefkat, muhabbet ve lezzet mahfazası gibi sıralanmış yalılar! Elveda ruh ferahlığı, sade, kolay ve ucuz tatlar!
Acaba, en sonunda olsun aşk yüzünden biraz saadete erebilecek miydik? Lütfun acaba gönlümü şadan edecek mi? Aşk yüzünden keşke biraz olsun saadete erebilseydik! Şad olsa gönül bari biraz son nefesimde! Fakat kısmetimize, nasibimize her zaman razıydık: Derdinle helak olma, ne çare, kaderimdir! Ölüme kadar aşık ve sevgilimiz için ölmeye her zaman hazırdık: Emret, öleyim ger sana bâr ise hayatım!
Sevgili her zaman güzeldir. Her zaman kalbimizin bütün kanını çeker ve hayalen ona ettiğimiz bütün fedakarlıklar bize az gelir. Fakat sevgilinin uzakta mehtapta suların üstünde titrek bir sandalda görülüşü daha eşsiz ve mukavemet edilmez bir güzelliktedir. Zira arzu safdilane bir şeydir. Mesafeler, müşkülat, hatta imkansızlık onu besler. İçimizin bütün hulyaları ve en vüzuhlu bir iman ona feda edilmekte ömrümüzün bile az geleceğine bizi inandırır.
Hanımlar yalnız baş örtülerinin bürümcükleri ve yeldirmelerinin işlemeleriyle süslenmiş, yalnız lavantalarının iklimine sarılmış değillerdi ve üstlerinde parıldayan yalnız pırlantalar ve inciler değildi. Biz emindik, madem ki gözlerimizle görüyorduk ki dünyanın en ince hisleri ve zarafetleriyle süslenmişlerdi, doğrusunu söylemek için demeliyiz ki üstlerinde mücevherler gibi parıldayan bunlardı.
Kainatın gönlümüzü şaşırtan bütün dağılmış güzelliğini ancak sevdiğimiz yüzde güya bizim için toplanmış buluruz ve onu öpmek hissini bize ancak sevdiğimiz dudaklar verebilir. Hayatı sevgilimiz için severiz. Belki sevgilimizde sevdiğimiz hayatımızdır. Açık gözlerimizin isteği sevdiğimiz gözleri görmektir. Söze başlasak ağzımızın söyleyeceği sevdiğimiz sözleri çağırmaktır. Serbest olsak ellerimizin karı sevdiğimiz elleri tutmaktır. Hayatımızı hep aş kımız için severiz.
Dünyanın gönlümüze hayret veren güzellikleri, çiçekler, mehtaplar ve gökler bizim için sevgilimizin bakışlarında açılır, parıldar ve sonsuzlaşır. Hayattan tadabileceğimiz meyveleri kendi ellerimiz koparamaz, onları ancak sevdiğimiz ellerin sıcaklığıyla toplayabiliriz. Bizden kaçan bütün dünya nimetlerini sevgilimiz bize bir sözüyle verir. Tabiatın derin ve ezeli hayat ve şefkatını ancak sevgilimizde duyabiliriz.
En derin sözleri ve en mükemmel ahenkleri hazırlayan hep sükütlardır. En doğru fikirler gibi en kudretli cesaretler de süküttan doğar. Sessizlik şiir zevkini besler ve şiirler arasında ancak sükut lazım veya mümkün olduğu gibi bu güzel sükutlar dan sonra insana susmak veya şiir söylemek yaraşır.
Shakespeare de tam bir sessizliğin en tatlı bir musiki makamına geçtiğini söylemekte haklıydı. Sükuta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabii ve hemen daimi iklimimizdi. Sükut esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdi.
Mehtapta, gölgelerini önlerindeki sulara birer kadife secca de gibi sermiş yalılar güya fildişinden, sedeften, mercandan, billurdan, inciden, mineden yapılmış, güya canfesten, sırmadan, şaldan, atlastan, bürümcükten, ipekten örülmüş ve hep kendi iç alemlerine çekilmiş görünürlerdi.
Ayın gökte bir fanus gibi asıldığı gece; sahilleri, sularıyla güya bir gelin odası olmuş.
Bakınız, kainat önümüze aşk ve haz için ne güzel bir gece sermiş! Fani gözlerimiz karşısında, bakınız, Boğaziçi’nin müthiş uçurumu mırıltılı menekşe renkli sularla örtülmüş ve üstü ne sessiz bir mehtap serilmiş.
Bakınız mehtap nasıl şuurumuza halel verecek bir ezeliyetle parıldıyor!
Herkes uyuklaya, uyuya dursun, gölgeler en müessir şekillerine bürünerek ve sular, bin hisli sular, bin tarz da seslenerek bu karanlıklar içine en kıymetli manalarını dökerler. Bülbüller seslerinin en tesirli nağmelerini esirgemez, sunarlar. Güller kokularının en olgun salkımlarını dağıtmaktan çekinmez, verirler. Bütün Boğaziçi gölgesi, sükutu, söylediği ve ilham ettiği şeylerle şiirini dökmekten geri durmaz ve devam eder.
Sular öyle bir lezzetle duyulur ki güya sallanan ipek ve hafif bir perde gibi nazarlara örttükleri derin bir ihtişamla dolmuş bir alemden ses verirler. Bu gizli ve meçhul alemin uğultusu gibi duyulan derin fısıltıyı hala hatırlar ve duyarım.
Boğaziçi’nin tabiatında sular ve mehtap bulunduğu gibi saz, yani musiki de vardır. Bu saatlerde güya göğün renkleri ve suların sesleri ruhlara doluyor ve bütün hulyalarımız bu ninnilerle büyüyor. Tabiat böylece, en derin sanat gibi, insanı en büyük üstatların yükselttikleri iklimlere ve zirvelere ulaştırıyor.
Bazen saz sesleri öyle güzel, billuri, tane tane dökülürdü ki insan, yeryüzünde doğru bir mizan olsa, bu ses damlalarının da birer ruh ayarında tartılması ve birer can kıymetinde sayılması gerektiğini düşünürdü.
Bazen saz sesleri gönüllerle o kadar bir ayarda olur, onlara öyle uyardı ki bin ah dinleten fağfur kase gibi, susunca, ah eden o muydu, yoksa kendileri mi, gönüller bunu ayırt edemezdi.
Hepimiz birer bekleyişin çocuklarıyız. Hazreti Adem’den beri hepimiz layık olduğumuza inandığımız, gönlümüze göre bir cennet umarız. Yeryüzünde en çok aradığımız kendi saadetimizdir, sanırız. Fakat hakikatte ona, asıl sevgilimiz olan lezzeti bulmak için daima ihanet ederiz. Yaşadığımız zamanın bize bu saadeti bir türlü veremeyeceğini duyarak, onu ya geçmişte, yahut gelecekte hayal ederiz.
Musiki her şeyi söyler. Tüyler kadar yumuşak ve kuş yavrularının cıvıltıları kadar yuvanın şefkatini hatırlatan canlı, çocukluğu ve tazeliği üstünde seslerle vücudun rahatını, ruhun dinlenişini, evin tadını, hayatın ezeli macerasını, gönüllerin sonsuz hulya ve rüyalarını söyler. Genç kızların ismetini, kahramanların kuvvetini söyler. Irkımızı, milletimizi, memleketimizi, ailemizi, şivemizi, üslubumuzu söyler. Yeryüzüne, gökle rin yıldızlarını, rüzgarlarını, kendinden geçmiş ışıklarını, gizli varlıklarını söyler ve göklere, yeryüzünün isteklerini, meyvelerini, tatlarını, vefalarını söyler. Bir mucize diler, bir vuslat bekler ve nağmelerini uzun uzun tekrar ile ısrar eder.
Sükut içinden artık musikinin taşacağı anın yaklaştığı birçok hazırlıktan, belirtiden ve birtakım kopuk seslerden belli olur; aletler akort edilir, ilk önce bunların hepsinden birtakım mırıltılar, sayıklamalar, gözler henüz uykudan açılmamışken söyle nen mahmur sözler, aranılıp bulunamayan isimlerin yerine ağızlardan arka arkaya dökülen kelimeler gibi, daha musiki olmayan birtakım sesler çıkar ve biraz sonra, hepsi de kendilerini ve kıvamlarını bulunca, çalgı, demin bir tepenin arkasından doğan ay gibi doğar; fışkıran sular gibi, şelaleler gibi tantanalı bir fasıl başlardı.
Her ses bir sonu söyler, veda eder. Veda ederken de bize sırrını döker gibidir. Bir yerde, muhakkak, tabiatın gizli bir ruhu vardır ki, ağlar. Fakat hayat o kadar fani ve manasızdır ki, mevsimin gamlı musikileri her yandan coşmaya ve gönlümüze süzülmeye başladığı zaman, hüznü de saadet kadar makul bularak sevdiğimizi anlarız.
Gece bize sevdiğimiz bir musiki gibi tesir eder. Hiçbir zaman karanlık her şeyi kaplamaz. Onun içinde mutlaka sönüp yanan gizli, yumuşak ışıklarla fosforlu bir parıldayış vardır. Hiçbir zaman hava boşluk gibi duyulmaz. Onun içinde mutlaka bize onu bir vücut gibi duyuran kokular, nefesler vardır.
Her şeye bir lezzet sinerek her şeyi biraz kendine, güzelliğe, ümide ve hayale doğru çeken bu saatlerde denizi, üstünde duran diğer bir deniz gibi, karanlık kaplar. Karşıki sahilde, birer mabet kandilini düşündüren lambaların hafif ışıkları toprağa düşmüş yıldızlar gibi hayal meyal parıldamaya koyulur. Sanki sevmekle incitmekten korktuğumuz birer kalp kadar tesirli bir eda ile sulara akseder.
Düşünsek, çiçeklerin kokusu büyük bir şefkat değil midir? Tabiatın içindeki bir iyilik ve güzellik dünyasına bu kokulardan geçerek varılamaz mı?
Tabiatı, mehtabı, çiçekleri, çalgıyı ve bülbülleri kendi medeniyetine göre duyan ve anlayanlara; bunların neşesi ne, keyiflerine, zevklerine layık olanlara ışıklarının renkleri, havasının incelikleri, sularının ve saatlerinin seslerinden toplanan ve ruhu her yanından saran sonsuz bir zevk vermesini bilir.
Her gönül birçok hulya ve hatıralarının şiir haline gelmiş varlığını sezer. Hüzünlü ve güzel Boğaziçi’nin şiirine dayanan bu yalnızlık, bu sessizlik, bu hayat, durgun havasıyla Boğaziçi gibi hisli ve tatlı günlerin ve gecelerin içinde insana bir saadet rüyası nasip eder.
Eski evlerin hayatı insanları tabiattan şimdiki apartmanlar gibi ayıramazdı. Eve bahçeden geçilir, bahçe sulanmak için bir kuyudan su çekilir, çiçekler bahçeden evlere girer, lavanta çiçekleri temizliği duyuran kokularını yataklara dökerdi. İnsanlar ne tattıkları zevkleri değiştiren mevsimleri, ne de sevdikleri hayvanları düşünmemezlik edemezlerdi
Hiç kasr suretinde gördün mü nevbaharı? Gördüm, ey şair! Ve hatta vücudumun ve ruhumun onunla temasını duyarak içinde nice yıllar yaşadım! Geçmiş zamanları ve insanları duymak ve anlamak için bize en çok yardım eden hep hatıralarımız oluyor.