İçeriğe geç

Bir Çift Ayakkabı Kitap Alıntıları – Sunay Akın

Sunay Akın kitaplarından Bir Çift Ayakkabı kitap alıntıları sizlerle…

Bir Çift Ayakkabı Kitap Alıntıları

Şai­rin kapısını uzun uzun çalarlar ama açan olmaz. Kapıyı kır­maya karar vererek, hep birlikte omuzlarıyla yüklenirler . . . Ar­kadaşları, kapının neden açılmadığını öğrenir; şair donarak ölmüştür!
Şairin önünde bir kül yığını vardır; ısınmak için evde bul­duğu pek çok eşyayı yakmıştır. Birden, ayaklarının çıplak ol­duğunu görürler Külü karıştırınca da yarısı yanmış bir ayak­kabı tabanı bulurlar. ..
O an, hepsinin bakışı odanın tüm duvarını kaplayan kü­tüphaneye yönelir. Kütüphanedeki tüm kitaplar yerinde dur­maktadır. Rafların hiçbirinde, bir tek kitap alındığında, bir ço­ cuğun çekilen ön dişinin boşluğu gibi duran karartı yoktur.
Şair, ayakkabıları yakmış ama bir kitabını bile ateşe at­maya kıyamamıştır!
Aşkın zamanı ve mekanı aştığını anlatan bu mektubun yanında bir de ayakkabı vardır. Kadın, saçları beyazlaşınca­ya dek birlikte yaşayacaklarını söyleyen kocasını, kestiği saç­larından örerek yaptığı bir çift ayakkabıyla uğurlamıştır, ölü­mün ardındaki dünyaya!.. Kenevir kabuğu ve genç bir kadı­nın saçlarından yapılan bu ayakkabı, müzelerde sergilenen zümrüt ya da pırlanta taşlı kral veya kraliçe ayakkabıların­dan çok ama çok daha değerlidir.
Andong kentindeki mezarlığın yapılacak bir inşaat için başka yere taşınmasına karar verilir. Böylelikle yüzlerce yıl­lık mezarların açıldığı hummalı bir çalışma başlar. Mezarlar­dan birinde 1 Temmuz 1586 tarihli bir mektup bulunur.
Bir genç kadının, erken yaşta ölen kocasına olan duygularını anlattığı kağıtta şunlar yazılıdır: İkimizin de saçları ağa­rıncaya dek benimle yaşamak istediğini söylerdin. Bensiz na­sıl ölüp gidersin? .. Gizli gizli gel bana Söyleyecek çok sö­züm var ama daha fazla yazmayacağım.
Osman Şahin, kazandığı ilk edebiyat ödülünün se­vinciyle, doğduğu Arslanköy’deki evine telefon açar. Telefonda annesinin sesini duyan yazar , coşkuyla konuşur: Ana, ödü­lü bana verdiler. .. Birinci oldum ana, birinci!.. Karşı taraftan hiçbir ses gelmeyince Osman Şahin, anne­sinin verdiği mutlu haberi duymadığını düşünerek, sözlerini tekrar eder: Ana, birinci oldum, birinci!.. Kısa bir sessizlikten sonra, annenin oğlunu teselli eden söz­leri duyulur: Üzülme oğul, ileride inşallah ikinci de olursun, üçüncü de olursun, dördüncü de Beşinci de
Güney Amerika yerlilerinin sayı sistemi şöyleydi: Bir, iki ve çok
Diyarbakır, Dicle’ deki köy enstitüsüne ge­len çocuk, hiçbir şey anlamadan öylece bakar öğretmene.
Onun sessizliği karşısında öğretmen sesini yükseltir: Oğ­lum, kulakların sağır mı senin? Soruma niçin yanıt vermi­yorsun? Kucağında tuttuğun postallar ayağının numarası­na göre mi? Ayağına o güne kadar ayakkabı giymemiş olan, Toroslar’ın dağlarında yalınayak çobanlık yapan çocuk, öğretmenin ko­nuştuklarından hiçbir şey anlamamaktadır. Nereden bilsin ki, her ayağın bir numarası olduğunu ve ayakkabıların o nu­maraya göre seçileceğini?
Sen herkesin inandığını bilmeye çalış!
Bir dağdan haykırırsanız sesiniz karşıki dağda yankılanır, öykü olur, roman olur. Yok, eğer bir fay kırığından dünya­nın derinliğine haykırırsanız, sesiniz şiir olur. Şiir böyle bir sanattır; 70 sayfada ya da 1.500 sözcükle anlatamayacağınız duyarlığı, 7 dize ve 15 sözcükte vere­bilmek Bunlar da Fenerli marka ci­layla parlatılmış söz­lerimiz olsun!
Herkesin vardır bir bayram ayakkabısı öyküsü. O unutulmaz heyecanı dizelerde de buluruz:
Paşabahçe’de doğmuşum
Sayı bilmişim sünnet olmuşum
Koynumda pabuçlarım
Uyanık uykular uyumuşum arife geceler
Üzüntülü bir gününde yanına yaklaşan bir arkadaşının Bu ne somurtkanlık, hâlbuki sen Güler’sin demesi üzerine,sanatçının yanıtı şu olur: Yanılıyorsun, ben Nadir Güler’im!
Galata Köprüsü’nde, insanların en çok geçtiği yerler ayak­kabı boyacıları arasında engelli olanlara ayrılmıştı. Bu be­lediyenin yaptığı bir uygulama değildi. Ayakkabı boyacıla­rı dilsiz, topal ya da bedeninde herhangi bir engel bulunan arkadaşlarına daha çok iş yapsınlar diye köprünün en gü­zel yerlerini ayırırdı. Geçimlerini zar zor sağlayan ayakka­bı boyacılarının kendi aralarında koydukları yazılı olmayan bu kural, köprünün yıkılmasıyla birlikte unutulur ve tarihe ‘ karışır!..
Lewis Carroll, çektiği bir fotoğraftaki kız çocuğunun bakışlarından etkilenerek bir roman yazmış ve kitaba da o çocuğun adını vermiştir: Alice Harikalar Diyarında Yıldız Cibiroğlu da, İstanbul’da çektiği boya sandıklarının üstündeki resimlere bakarak, hayat ağacına kadar uzanan bir kitap kaleme alır. Carroll’in romanının başlangıcını anımsayalım, Alice’in arkasından koştuğu tavşan neyin içine girer?.. Bir ağaç kovuğunun!.. Alice, harikalar diyarına adımını nereden atar?.. O ağaç kovuğundan!.. Victor Hugo ne demişti: Ey şair, bana yağmurdan bahsetme, yağdır

İşte size görmesini bilenler için bir arketip daha!

Kitabın adında gizli yüz ifadesi geçer çünkü boya sandıklarındaki hayat ağacının içinde, bakmasını değil, görmesını bilen için bir de gizli yüz vardır.
Messina ve Napoli limanlarının ardından 28 Haziran günü Toulon’a varılır. Burada Osmanlı kafilesi 101 pare top atı­şıyla karşılanır. Top atışları öylesine bitmek bilmez ki, Abdü­laziz kendisiyle alay edildiğini sanarak, geri dönüş emri ve­rir
Beşiktaş önündeki gemiler hareket ettiğinde birbiri ardına patlayan top ses­leri duyulur. İstanbul, bir padişahı ilk kez kale yerine gönül fethetmek için uğurlamaktadır!..
Abdülaziz, bir gün, baş­mabeyincisi Mehmet Bey’e içini şu sözlerle döker: Bak Meh­met, zaman zaman ne isterdim bilir misin? Ya Kapalıçarşı’da, ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkanı olan esnaf ya da zana­atkar olayım. Sabah evimden çıkayım, işime geleyim, akşam Allah ne kâr verdi ise onunla çoluk çocuğumun nafakasını alayım. Atıma değil hatta eşeğime bineyim, yorgun argın, amma kafamın içi bin bir dertle dolmamış, evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın, yı­kanıp sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içeyim, kim­ senin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük me­selelerden uzak, kendi halimizle yaşayıp gideyim
Örneğin, Türkiye neden bu hallere düştü? sorusunun yanıtını vermek için kurban edilen bir şiir vardır:

Orda bir köy var uzakta,
O köy bizim köyümüzdür
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.

Şiirden anlam çıkararak varılan siyasi sonuç şudur: Ülkenin köylerine, kırsalına öyle uzaktan bakarsan, gidip ilgilenmezsen olacağı budur zaten!

Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Edebiyat sınavlarının en beylik sorusudur: Şair burada ne demek istemiş? İşin aslını ararsanız, tarih boyunca hiçbir şair, yazdığı şiirlerde ne demek istediğini kendi de bilmemiştir. Şiirde anlam aramak, evin duvarlarına renk beğenmek için bir resim sergisi gezmekten farksızdır. Çünkü, şiirde anlam arayanlarla duvar örüp ufku daraltanlar aynı sığ suların balıklarıdır. Şairin derdi bir şeyler anlatmak olsa kâğıda düzünden girer, yanı düzyazıya başvururdu.
Beni senin gibi bir de annem terketmişti göbeğimde durur ondan bana kalan tek hatıra Çukur
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Chicago Daily Tribune gazetesi olayı okurlarına şöyle duyurur: Şimdiye kadar on bir karısını gömüp 156 yaşına kadar
bir yeri bile çizilmeyen Türk Zaro Ağa
1971 yılında, Sadri Alışık’a, sinemada
Nasrettin Hoca’yı oynaması teklif edildiğinde, zihinlerden silinmeyecek bir yanıt verir: Akşehir Gölü’ne çalınan maya
yoğurt tutabilir, ama Nasrettin Hoca filmi tutmaz.
Armstrong, ayrılırken, araştırma yapılması için Ay taşları toplar. Ne var ki, bu taş örneklerinin ağırlığı Dünya’ya dönüş yolunda büyük bir engeldir. Armstrong, yanına aldığı taşlara karşılık uzay aracının ağırlığını dengelemek için ayakkabılarını çıkarır ve Ay’ da bırakır!
Ay’da sadece Armstrong’un ayak izi değil, o izi bırakan
43,5 numara ayakkabıları da durmaktadır.
Eski Türk yazısında da, kız sözcüğünün yazılışı üçgen imiyle başlar. Anadolu’da muskaların üçgen biçiminde
oluşunun nedeni de koruyan, doğuran, var eden hayat ağacı inancıdır.
Bazen dünyanın en zor mesleğidir kendi duygularına tercüman olmak …
Şair, ayakkabıları yakmış ama bir kitabını bile ateşe atmaya kıyamamış!
Kadının geride bıraktığı kocası her şeyin farkındadır
Ama, der kendi kendine, bu kadının bende emeği var, çamaşırlarımı yıkadı , önüme sıcak
çorba koydu Yaban elde muhtaç olmasın. Geride bırakılan koca, parasının bir kısmını, kendisini terk eden karısının
giderek uzaklaşan adımlarının içine koyar.
Dinden maddi çıkar temin eden kimseler, menfur (iğrenç) kimselerdir.
Bir kadın suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.
Bir ağacı geometrik bir şekil olarak çizmeniz istense, karşınıza çıkacak şekil üçgendir. Eski Türk yazısında da, kız sözcüğünün yazılışı üçgen imiyle başlar. Anadolu’da muskaların üçgen biçiminde oluşunun nedeni de koruyan, doğuran, var eden hayat ağacı inancıdır.
Sultan Abdülaziz’in Avrupa’ya yapacağı ziyaret öncesinde oldukça önemli bir hukuki sorun yaşanır. Sorun şudur ki, padişahın adımını atacağı her yer payitaht, yani kendi toprağı sayılacaktır. Aynı zamanda halife olan Osmanlı padişahının, Müslüman olmayan topraklara adımını basacak olması kimi çevrelerde hoşnutsuzluk yaratır. Bu mutlaka aşılması gereken önemli bir sorundur!
Son derece zeki bir öneri sonucu ortaya atılan çözüm, sorunu kökünden halleder: Abdülaziz’in ayakkabılarının tabanı açılacak, içine İstanbul toprağı serildikten sonra yapıştırılacaktır. Böylelikle padişah dünyanın neresine giderse gitsin kendi toprağına basmış, kendi toprağından dışarı bir adım
bile atmamış olacaktır!
Abdülaziz’in ayakkabılarının içindeki toprak sayesinde
İstanbul, Avrupa’nın birçok köşesini gezmiş olan tek dünya
kentidir!
Böyle gece yarısından sonra
Ne diye ışık yanar bu dağ evinde?
Ne yaparlar acaba içerdekiler?
Benim için, aydın bir insanla her sohbet bir satranç oyunudur.
Önemli olan, mezarlardaki taşların kitaba benzemesi değil, kütüphanelerin mezarlıklara dönüşmemesidir.
Hayatın zenginliği hisse senetlerinde değil, hissi senetlerdedir.
külkedisi ne yapsın, kendisini ancak ayak numarasından tanıyabilen bir salağı
önemli olan, mezarlıktaki taşların kitaba benzemesi değil, kütüphanelerin mezarlıklara dönüşmemesidir
hayat, masallarda olduğu gibi mutlu bir sonla bitmeyebilir
Elinden geleni yaptıktan sonra hala olmuyorsa, sıra ayağından geleni yapmakta: gitmek gibi mesela.
Kardeşiyle sokaklarda hep
bir örnek giydirilen sen
nasıl sevmezsin eşitliği
yürürken düşen çoraplarını
aynı hizaya getirmek için
annen değil miydi önünde diz çöken
“Şiirde anlam aramak, evin duvarlarına renk beğenmek için bir resim sergisi gezmekten farksızdır.”
Masallarla hayatın ayrıldığı yer de işte burasıdır. Hayat, masallarda olduğu gibi mutlu bir sonla bitmeyebilir
Hayatın zenginliği hisse senetlerinde değil, hissi senetlerdedir
Abdülaziz, sadece heykelini yaptıran tek padişah değil , ziyaret amacıyla Avrupa’ya giden tek sultandır da.”
“İstanbul, bir padişahı ilk kez kale yerine gönül fethetmek için uğurlamaktadır!..”
Birkaç saat sonra koşmaktan yorulan iki sevgili nefes nefesedir. Soluklanmak için verdikleri ilk molada kadın, evden kaçtığından beri ayakkabısının içinde bir şeyin kendisini rahatsız ettiğini söyleyerek, elini, çıkardığı ayakkabının içine sokar. Kadın, avuçlarında tuttuğuna inanamaz, elinde bir tomar para vardır!

Kadının geride bıraktığı kocası her şeyin farkındadır Ama der kendi kendine bu kadının bende emeği var, çamaşırlarımı yıkadı, banyoda sırtımı sabunladı, önüme sıcak çorba koydu Yaban elde muhtaç olmasın. Geride bırakılan koca, parasının bir kısmını, kendisini terk eden karısının giderek uzaklaşan adımlarının içine koyar.

Tecer, ülkeyi neredeyse köy köy gezmiş ve pek çok halk şairini ortaya çıkarmış, topluma kazandırmıştır. O halk şairlerinden biri de muhtaç olmasın diye, parasını evden kaçan karısının ayakkabısının içine koyan terk edilmiş koca, yani Âşık Veysel’dir!

Paspası içeri koydum
Gelen ayağını değil
Gönlünü yuğsun diye
İşe yaramadı
#sadrialışık
Veziriazam Salih Paşa’nın yalvarmalarına aldırmayan Sultan İbrahim, Yusuf paşa’yı öldürttükten sonra cesedine bakarak tarihin karanlık ve soğuk koridorlarında yankılanacak şu ünlü sözü söyler: Ne güzel kırmızı elma gibi yanakları varmış, yazık oldu, kıydım! . Yusuf Paşa neler olup bittiğini anlamayan 4 yaşında bir kız çocuğunu arkasında dul bırakarak ayrılır dünyadan!..
Şairin önünde bir kül yığını vardır; ısınmak için evde bulduğu pek çok eşyayı yakmıştır. Birden ayaklarının çıplak olduğunu görürler Külü karıştırınca da yarısı yanmış bir ayakkabı tabanı bulurlar O an hepsinin bakışı odanın tüm duvarını kapsayan kütüphaneye yönelir. Kütüphanedeki tüm kitaplar yerinde durmaktadır. Rafların hiçbirinde, bir tek kitap alındığında, bir çocuğun çekilen ön dişinin boşluğu gibi duran karartı yoktur. Şair ayakkabılarını yakmış ama bir kitabını bile ateşe atmaya kıyamamıştır.
“Ey şair,bana yağmurdan bahsetme,yağdır ”
Yazmak benim için kundura yapmak gibi bir iş. Hiçbir zaman daha iyisi ya da daha kötüsü yapılamaz.
Üzülme oğul, ileride inşallah ikinci de olursun, üçüncü de olursun, dördüncü de Beşinci de
Kunduracılara ne olmuş, kimlermiş bunlar? Bu devleti pek az ilgilendirir. Önemli olan koruyuculardır. Çünkü devletin ödevi, belirsiz kunduracıların refahını sağlamak değil, olgunlaştırmaktır.
Günahları boyunlarına, ben işlerini görmedim ama yaptığı kakmaların çabucak döküldüğünü söylüyorlar.
Orda bir ev var uzakta
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak, kalmasak da
O ev bizim evimizdir.
Hayatın zenginliği hisse senetlerinde değil, hissi senetlerdedir.
Masallarla hayatın ayrıldığı yer de işte burasıdır. Hayat, masallarda olduğu gibi mutlu bir sonla bitmeyebilir.
Şiirde anlam aramak, evin duvarlarına renk beğenmek için bir resim sergisini gezmekten farksızdır. Çünkü, şiirde anlam arayanlar duvar örüp ufku daraltanlar aynı sığ suların balıklarıdır.
Ne yani, Papatyada bir yaprak daha olsaydı beni sevecek miydin?

Sunay Akın

Kim bilir belki bir gün talih bana da güler de Ankara’yı bir daha görmem nasip olur…

Mustafa Kemal Atatürk

Sultan Abdülaziz’in Avrupa’ya yapacağı ziyaret öncesinde oldukça önemli bir hukuki sorun yaşanır. Sorun şudur ki, padişahın adım atacağı her yer payitaht, yani kendi toprağı sayılacaktır. Aynı zamanda halife olan Osmanlı padişahının, Müslüman olmayan topraklara adımını basacak olması kimi çevrelerde hoşnutsuzluk yaratır. Bu mutlaka aşılması gereken önemli bir sorundur!
Son derece zeki bir öneri sonucu ortaya atılan çözüm, sorunu kökünden halleder: Abdülaziz’in ayakkabılarının tabanı açılacak, içine İstanbul toprağı serildikten sonra yapıştırılacaktır. Böylelikle padişah dünyanın neresine giderse gitsin kendi toprağına basmış, kendi toprağından dışarı bir adım bile atmamış olacaktır! Abdülaziz’in ayakkabılarının içindeki toprak sayesinde İstanbul, Avrupa’nın birçok köşesini gezmiş olan tek dünya kentidir!
Elinden geleni yaptıktan sonra, hala olmuyorsa, sıra ayağından geleni yapmakta: gitmek gibi mesela
Önemli olan, mezarlıktaki taşların kitaba benzemesi değil, kütüphanelerin mezarlıklara dönüşmemesidir.
Dalkavukluk, tarihin her döneminde geçerli olan ve iyi kazandıran bir meslektir.
Hayat, masallarda olduğu gibi mutlu bir sonla bitmeyebilir.
Sultan Abdülaziz’in Avrupa’ya yapacağı ziyaret öncesinde oldukça önemli bir hukuki sorun yaşanır. Sorun şudur ki, padişahın adımını atacağı her yer payitaht, yani kendi toprağı sayılacaktır. Aynı zamanda halife olan Osmanlı padişahının, Müslüman olmayan topraklara adımını basacak olması kimi çevrelerde hoşnutsuzluk yaratır.Bu mutlaka aşılması gereken önemli bir sorundur!

Son derece zeki bir öneri sonucu ortaya atılan çözüm,sorunu kökünden halleder: Abdülaziz’in ayakkabılarının tabanı açılacak, içine İstanbul toprağı serildikten sonra yapıştırılacaktır.Böylelikle padişah dünyanın neresine giderse gitsin kendi toprağına basmış, kendi toprağından dışarı bir adım bile atmamış olacaktır!

Abdülaziz’in ayakkabılarının içindeki toprak sayesinde İstanbul, Avrupa’nın bir çok köşesini gezmiş olan tek dünya kentidir!

“Abdülaziz, sadece heykelini yaptıran tek padişah değil , ziyaret amacıyla Avrupa’ya giden tek sultandır da.”
“İstanbul, bir padişahı ilk kez kale yerine gönül fethetmek için uğurlamaktadır!..”
“Şiirde anlam aramak, evin duvarlarına renk beğenmek için bir resim sergisi gezmekten farksızdır. Çünkü, şiirde anlam arayanlarla duvar örüp ufku daraltanlar aynı sığ suların balıklarıdır.”
Mahallenin çocukları Nasreddin Hoca’ya muzip bir şaka yapmak istemişler. Plânlarını kurmuşlar. Hocayı ağaca çıkaralım. Ayakkabılarını alıp uzaklaşarak biraz şaka yapalım, hem güler eğleniriz diye düşünmüşler. Hocanın yoldan geçeceği saatlerde, uçurtmalarını büyükçe bir ağaca taktırmışlar. Hocayı beklemeye başlamışlar. Hoca oradan geçerken de hemen etrafını sarmışlar:

– Hocam uçurtmamız ağaca takıldı. Biz çıkıp kurtaramadık. Bize yardımcı olur musunuz? demişler.
– Hay hay demiş Hoca. Ayakkabılarını çıkarıp sırt çantasına yerleştirmeye başlamış.
Çocuklar :

– Hoca efendi onları niye yanına alıyorsun? Ağaçta pabuçları ne yapacaksın? demişler.
– Belli olmaz ki evlâtlarım demiş Hoca; Bu iyiliğime karşı Rabbim, belki bana ağaçtan öte bir yol ikram eder.

Bir dağdan haykırırsanız sesiniz karşıki dağda yankılanır, öykü olur, roman olur.Yok, eğer bir fay kırığından haykırırsanız, sesiniz şiir olur.
İstiklal Caddesi

Caddelerden Istiklal Caddesi
Uzundur da uzundur
İstiklal Caddesi’nde bekârlar
Dolaşır şıpıdak şıpıdak

Salâh Birsel

Köprü Ayakkabicisi

Bir ayakkabı onarıcısı Köprü’nün parmaklıklarına sığınmış
Çalışır durur kendincek bir sandık içinde.
Yamar eski pabuçları, yamar yavaş yavaş,
Saçsakal epeski, sanki bir ilk yaratık,
Güpegündüz yaşar karanlığı o tahtanın içinde.

Bağlandığı bir yere, açlıkla çalışmakla güzel,
Sığdığı bir soluk yere, elimizin kolumuzun.
Hem durur, hem yürür, hem ayrılır, hem ulaşır,
Burasını boşuna seçmemiş,
Bir ilişki var ayakla Köprü arasında duyarlığı uzun.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Böyle gece yarısından sonra
Ne diye ışık yanar bu dağ evinde?
Ne yaparlar acaba icerdekiler?

Orhan Veli Kanık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir