İçeriğe geç

Bir Büyücünün Çocukluğu Kitap Alıntıları – Hermann Hesse

Hermann Hesse kitaplarından Bir Büyücünün Çocukluğu kitap alıntıları sizlerle…

Bir Büyücünün Çocukluğu Kitap Alıntıları

Gerçek ne olursa olsun asla kendisinden hoşnut kalınmayacak, asla baş tacı edilip saygıyla önünde eğilinemeyecek bir şey, çünkü bir rastlantıdan, yaşamın çer çöpünden öte değeri yok.
Benim için pek gerekli, bana mutluluk verecek şöyle hoşuma giden bir şey yapmaya kalkmayayım, herkes rahatsızlık duyuyor bundan, insanın olduğu gibi kalmasını, yüzünü değiştirmemesini istiyorlar. Ama benim yüzüm onların isteğini yerine getirmeye yanaşmıyor, değişmeyi arzuluyor daha çok, buna gereksinim duyuyor.
Kendi iç dünyamda çıktığım cehennem yolculuğunda gördüğüm şeylerden çoğu bir yutturmacaydı, uydurma ve önemsiz şeylerdi;
Ölüme mahkûm edilip yıkılan duvarlar arasında hayatta kalma savaşı veren biri için güzelliğin ne anlamı, ahengin ne anlamı vardı?
Dostlarımın vefasızlığı karşısında bazen bir hüzne kapılıyor ama bundan asla hoşnutsuzluk duymuyor, söz konusu vefasızlıkların daha çok yürüdüğüm yolun doğruluğunu gösterdiğine inanıyordum.
Bütün insanlığı aklını kaçırmış olmakla ve barbarlıkla suçlamaya kimsenin hakkı yoktu, hele benim asla. Dolayısıyla, dünyada olup bitenlerle aramda bir uyuşmazlık baş göstermişse, bu benim içimdeki bir düzensizlikten kaynaklanıyordu kuşkusuz.
.başıma gelenlerin suçunu kendi dışımda değil, içimde aramam gerektiği sonucuna vardım
O zamana kadar benden umudu kesmiş olan evdekiler, ayrıca ahbap ve tanıdıklar da şimdi bana güler yüz göstermeye başlamıştı.
ama ne yazık ki başarı ve üne kavuşmadan çokluk ölüm gelip insanın yakasına yapışıyordu.
çünkü hiç kuşkusuz, her yerde ve her zaman bizim yaşamamıza oranla daha güzel, daha özgür ve daha dolu yaşamları çağrıştırdıkları için güzel ve çekici gelen ve iyi ruhlar oldukları için bazı kimselerin saygı duyduğu varlıklar var olacak.
Ama içimizden kim çıkıp da pek de hoş olmayan yüreklilikle, her şeyi değilse bile çoğu şeyi borçlu olduğumuz bilime dil uzatabilir ki?
İnsanlar çok değişti. Yaşam daha da zorlaştı. Gençlerin hemen hemen hepsi çalışmak için kente gidiyor, aileler yaz akşamlarında kapı önlerinde ya da kışın ocak başında birlikte oturmuyor, hiçbir şeye zaman yetmiyor ve bugün gençlerin hemen hemen hiçbiri ormanda yetişen çiçeklerden birkaçının ya da bir kelebek türünün adını bile bilmiyor.
Mucizeler yitti, masal düşleri de gerçekleşmiyordu artık.
Gün gelir herkes, bilememenin boşluğuna düşer ve hayal kırıklığına uğrar.
Her zamanki gibi öğlene doğru kalkmış ve her zamanki gibi gece yarılarına dek okumuştu.
Ne mutlu, ne mutlu hala çocuk olana! İşin içinde bir giz vardı. Yetişkinlerde olmayan bir şeye sahiptik biz çocuklar.
Ama yetişkinlerin çok azı, bir zamanlar kendilerinin de çocuk olduğunu ve bir çocuğun nasıl yaşadığını, nasıl çalıştığını, nasıl oynadığını ve neyi sevip neyi sevmediğini anımsar. Bu şaşılacak ve ayıplanacak bir durum değil midir?
Siz de amma çok soruyorsunuz! Her şeye bir anlam veren tek yaratığın insan olduğunu bilmiyor musunuz? Doğa için meşe meşedir. Rüzgar da rüzgar, ateş de ateş. Oysa insan için her şey başka bir şey demektir.
Bazıları da oyalanmak için şiir yazar ya da satranç oynar. Benim ateşimde de kestane kebap yapabilirsiniz. Neden olmasın ki? Siz de kavrulursunuz bu arada. Ama olsun! Zaman harcarsınız ya, önemli olan o, insanlar zaman harcamaya bayılır. Ben de insanın ürünüyüm. Görevimizi yapıyoruz işte. Düşünme gücünü simgeleyen anıtlarız biz. İşte o kadar!
Korkak halkların yürekliliği göklere çıkaran halk ezgileri vardır. Sevgi nedir bilmeyenlerin de sevginin yüceliği üzerine yazılmış tiyatro yapıtları.
Yitirilmiş uzak ezgileri düşünüp anlamaya çalışmak, onları aramak ve onları dinlemek için yaşıyoruz.
Oysa insanların çoğu gerçekten önemli olan iç dünyalarını, yaşamlarının erken bir döneminde önemsemeden unutur; yaşamları boyunca iç dünyalarının gerçekten bir parçası olmayan, onların benliklerine ve gerçek yuvalarına ulaşmalarını sağlamayan bir tasalar, istekler ve amaçlar dolambacında dolaşıp dururlar.
Ben nasılsam öyleyim ve bundan sonra da değişmeye hiç niyetim yok.
Günbatımının altın sarısı ışıltıları ya da bir bahçenin kokusu gibi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
çünkü zenginler paralarının çevresinde demirden örülü duvarlar görmeyi pek severler.
Sonunda Tanrı olanları gördü ve kanlı bir savaş nedeniyle dünyanın tükenmiş günlerini, büyük bir sel yollayarak kendisi sona erdirdi ve sel baskını bu eski yıldızın utanç duyduğu her şeyi yıkayıp götürdü.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ne denli koyu bir geceyle sarılıyız! Ne çok acı ve zor yoldan geçiyoruz. Ruhumuz yerin dibindeki dehlizlerde nasıl da yolunu bulmaya çalışıyor. Sonsuz acılar içindeki kahraman, ölümsüz Odysseus!
Az önce öldük ve toprağa karıştık. Az önce gülmeyi öğrendik ve az önce gökyüzündeki bir burcun yıldızlarını biz dizdik.
Dünya çok seslidir ve her şey için ruhun belirli anları ve saatleri vardır.
Hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Sorun buydu işte.
Dün şarap gibi gelen her şey bugün sirkeye dönüşmüştü ve hiçbir zaman da sirke yeniden şarap olmayacaktı. Hayır, hiçbir zaman.
Belki de tüm bunları bırakıp dağlara tırmanmaya kalktığım için çılgının biriyim ben.
Her şey yiter, yeni olan da zamanla eskir.
Savaş kimsenin suçu değildir. Gök gürültüsü ya da şimşek gibidir. Ansızın başlar, onunla uğraşmak zorunda olan bizler onun uygulayıcısı değil, kurbanıyız.
Felaketten bu yana havaya hüzün egemendi; herkes ölenlere üzüldüğü ve saygı duyduğu için suskunluk içinde çalışıyordu, ama yine de bütün yüzlerde ve seslerde umarlı bir çaba ve belirgin bir inanç göze çarpıyordu, çünkü uğraşanların yürekleri, gerekli, iyi ve saygı değer bir işi birlikte yapmanın çoşkusuyla dolup taşıyordu.
Ah, sizden nasıl nefret edebilirim ki! diye bağırdım. Bu gökyüzünden nefret etmeye benzer.
çünkü ozanların düşlerinde gerçek yaşamda hiçbir zaman bulamayacakları bir güzellik ve incelik olduğunun bilincine varmıştı.
Sanki geçmişte hiç yaşamamıştı, dünya hep o günkü gibiymişçesine geliyordu ona. Yine de mutluydu, dünyayı her şeyiyle olağanüstü ve sevgiye değer buluyordu.
En yüce ve en güzel olan yaşam değil mi? diye bağırdım. Ölüm mü yoksa? öyleyse hüzünlü kral, bana ölümün şarkısını söyle!
Dünyayı görüp bir şeyler öğrenmenin zamanı geldi de geçti bile.
çünkü insanların çoğu düşlerini yaşamlarından daha güçlü duyumsarlar.
Eşyalara dokunmanın yasak olduğunu belirten bir levha da vardı ama bu tür yazılar hiçbir zaman fazla ciddiye alınmaz. Üstelik Ziegler odada yalnızdı.
İnsanın yalnız kalması hiç de iyi değildir.
Her insan gibi kişiliğini başkalarınkinden farklı görür, yine her insan gibi kendini ve yazgısını dünyanın merkezi sanırdı. Oysa yalnızca bir insan örneğiydi. Çelişkilerden haberi yoktu ve gerçekler dünya görüşüne ters düştüğünde hiç hoşgörü göstermeden gözlerini kapatıverdi.
Bir zamanlar Bramer Sokağı’nda Ziegler adında bir genç otururdu. Her gün yolda karşılaştığınız, ama hepsinin yüzü aynı olduğu için hiç ayrımsayamadığınız insanlardandı. Yani sıradan biriydi.
Şiir yazmayı çoktan bırakmıştı, ama batı rüzgarı estiğinde, akıntının ve sarı sazların ardındaki mavimsi dağların eğimini ve bulutların gittiği yolları izlerken ya da akşamları yüzyıllık parktaki ulu ağaçların hışırtısını duyduğunda, hiçbir zaman yazmayacağı, sözcükleri olmayan uzun şiirler düşünürdü.
Çoğu zaman bilge insanların aptallara hizmet ettiklerini ve çoğu insanın yaşamının kötü bir güldürüden öte bir şey olmadığını düşünürken, yüzüne bir anlığına bir gölge düşer gibi oldu.
Aşk dalgaya benzer, bizi alır götürür.
Nasıl ki en zor kışları sıcak ve tatlı baharlar izlerse, gururlu ve ulaşılmaz bilinen kadınları da ansızın çılgın bir aşk sarıverir.
Sarayında zengin ve görkemli bir havada dolaşır, ayakları Türk halılarından başka halılara basmazdı.
Kai’de o akşam, masalcı dede Cecco söze şöyle başladı:
İzin verirseniz beyler, bugün size çok eski bir öykü anlatmak istiyorum. Güzel bir hanımefendiye, bir cüceye, bir aşk iksirine, bağlılığa, nankörlüğe, sevgiye ve ölüme değinen bir öykü bu. İster eski olsun ya da yeni, bütün serüvenler ve öyküler başka ne anlatır zaten.
Bir itirazınız yoksa beyler ve hanımlar, sizlere bugün çok eski bir masal anlatacağım, dilber bir hanımefendinin, bir cücenin ve bir sevi içitinin masalını, sadakatin ve hıyanetin, sevginin ve ölümün masalını; zaten eski yeni bütün serüvenlerin, bütün olayların konusu da bu değil mi?
Bir adam vardı, daha ilk gençlik yıllarında yaşamın içine korku salan gürültü patırtısından kaçıp kitapların dünyasına sığınmıştı. Odaları kitaptan geçilmeyen evinde yaşayıp gitmekteydi; kitapları dışında düşüp kalktığı, haşırneşir olduğu bir başka şey pek yoktu. Ruhu gerçek ve güzel tutkusuyla dolup taştığı için rastlantılarla ve rastlantıların karşısına çıkaracağı insanlarla yüz yüze gelmektense, insanlığın alabildiğine soylu dahileriyle sıkı bir ilişki içinde bulunmayı çok daha doğru bulmaktaydı.
insanların çoğu gibi o da korkaktı; yaşam ve davranışlarını içgüdüleri ve eğilimleri değil, yasaklar ve cezalandırılma korkusu yönetiyor, beri yandan karakteri kimi değerli özellikleri içeriyordu.
Hiçbir şey dışta değil, hiçbir şey içte değildir; çünkü dışta olan içtedir.
Ve o akşam ilk kez sarayda duyulan bu iki dize çok geçmeden pek uzak yerlere kadar yayıldı ve ağızlarda sık sık söylenmeye başlandı.
Plaisir, d’amour ne dure qu’un moment,
Chagrin d’amour dure toute la vie.
Sevinci aşkın bir an sürer,
Acısı ömür boyu.
Hoşlandığı şeyi neden düpedüz tutup yapamıyordu insan? Evet ama, neydi insanın hoşlandığı şey? Her şeydi bu ve hiçbir şeydi; bir anlığına her şey, sürekli olarak hiçbir şey.
Bizden daha kuvvetliydiler, evet; istediklerini güzellikle yapmadık mı, bunları bize zorla yaptırabiliyor, bizi dayaktan geçirebiliyorlardı. İyi ama, gerçek üstünlük sayılabilir miydi bu?
Ama bir süre önce kendileri de çocuk olan bu büyük insanların arasında, bir çocuğun ne olduğunu, nasıl yaşadığı, çalıştığı, oynadığı, düşündüğünü, neden hoşlanıp neden haz etmediğini tümüyle unutmamış pek az kimseye rastlanması tuhaf değil miydi?
büyüklerden pek çoğu yine de benim gözüme hayli acayip ve gülünç görünüyordu. İşleri güçleri, araç ve gereçleri, makam ve mevkileriyle ne kadar da böbürleniyorlardı! Ne kadar yüce ve kutsal bir gözle bakıyorlardı kendilerine!
Ne var ki, büyüklerden pek çoğu, kendilerine ne kadar saygı duymanız, kendilerinden ne kadar korkmanız gerekse bile kilden, topraktan yapılmış putlar gibiydi adeta. Çocuklarla tiyatro oynarmış gibi konuşurlarken takındıkları o salakça artistik pozlarla ne kadar gülünçtüler! Hele seslerindeki o yapmacık ton, gülümsemelerindeki o sahtelik! Ne de çok önemsiyorlardı kendilerini!
O çocuk aklımla aptalın teki diyordum kendisi için; yalan da değildi hani, ama mutlu bir insandı Anna. Bazen, aptal görünseler de mutlu insanlara kendilerini herkesten gizleyen bilge kişiler gözüyle bakasım geliyor. Akıllılıktan daha aptalca, insanı daha mutsuz kılan ne vardır?
Dünya yabancım değildi, hayvanlarla hiç korkup çekinmeden düşüp kalkabiliyor, yıldızlarla rahatçacık ahbaplık edebiliyordum; meyve bahçeleriymiş, akan sularmış, balıklarmış, hepsinin anlıyordum dilinden, bir sürü de ezgi biliyor ve söylüyordum.
Kim bir kadın ister de kadının onu sonradan bir daha arzulayıp arzulamayacağını bilmezse acı çeker o kimse, kendisini kötü günler bekler ve her erkeğin yüreğinde duyumsadığı şeydir bu.
elimdeki ince fırçayla minik bir ağacın, ışıl ışıl küçük bir bulutun resmini yapmam, yeteri kadar yaman bir büyücü olduğum duygusuyla doldurmuştu içimi.
Ne yapayım, böyle şeylerde pek şanslı biri değilim; benim için pek gerekli, bana mutluluk verecek şöyle hoşuma giden bir şey yapmaya kalkmayayım, herkes rahatsızlık duyuyor bundan, insanın olduğu gibi kalmasını, yüzünü değiştirmemesini istiyorlar.
Çokluk kıvancımı, düşümü, umutlarımı bir şişe şarapta bulmaya çalışıyordum ve pek çok zaman bu bir şişe şarap, eksik olmasın gerçekten imdadıma yetişti.
Nasıl olup ben kendim de bu suça bulaştım? Nasıl yapıp edip de bu suçtan yine arınabilirim? Çünkü suça bulaşmış herkes yine suçundan yunup arıtabilir kendini, yeter ki olup bitenlerden hep başkalarını suçlu tutmasın, kendi suçunu da görsün ve uğranılan felaketin acısını sonuna kadar çeksin!
Bu durumda dünyanın gidişine seyirci kalmayı yavaş yavaş öğrenmiş, dünyadaki karışıklığa ve işlenen suça kendi katkım üzerinde düşünmeye başlamıştım.
1915 yılıydı, bir gün dayanamayarak kaleme aldığım bir yazıda korkunç bir felaketin yaşanmakta olduğu görüşünü dile getirdim, aydın geçinen kişilerin kin ve nefretin sözcülüğünü yapmalarından, yalanlar atıp büyük felakete övgüler döşenmelerinden duyduğum üzüntüyü belirten bir iki laf ettim. Hayli ihtiyatla açığa vurduğum bu yakınmam da, kendi ülkemin basınında adımın bir vatan hainine çıkmasına yol açtı.
Belki de öğretmenlerin başta gelen görevi, öğretmen olarak eğitilmelerinin başlıca amacı seçkin ve özgür insanların yetişmelerini, büyük ve görkemli eylemlerin gerçekleştirilmesini ellerinden geldiğince önlemekti.
Şairlere de tıpkı kahramanlar gibi davranılmaktaydı; bütün o güçlü ya da yakışıklı, geleceğe güvenle bakan üstün kişi ve üstün çabalar karşısında yakınılan tavrın aynısı şairler için de söz konusuydu: Geçmişe karışmışlarsa baş tacı ediliyor, okul kitapları onların övgüsüyle dolup taşıyordu; ama henüz yaşıyor, henüz halde yaşamlarını sürdürüyorlarsa kin ve nefretle karşılanıyorlardı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir