Ahmet Akgündüz kitaplarından Bilinmeyen Osmanlı kitap alıntıları sizlerle…
Bilinmeyen Osmanlı Kitap Alıntıları
Şehzade Bâyezid ile babasının karşılıklı olarak birbirine yazdıkları şu şiir, meselenin künhünü anlatması açısından çok manidardır. Sadece birer dörtlüklerini alıyoruz:
Şehzâde Bâyezid (Şâhi)
Ey serâser âleme Sultân Süleyman’ım baba,
Tende canım, canımın içinde canım baba.
Bâyezid’ine kıyar mısın benim canım baba,
Bî günahım Hak bilir devletlü Sultânım baba.
Kanuni (Muhibbî):
Ey demâdem mazhar-ı tuğyân-ı isyanım oğul,
Takmayayım boynuna herkiz tavk-ı fermanım oğul.
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezid Hânım oğul,
Bî günahım deme bârî tevbe kıl canım oğul.
Bir sultân-ı azîm’üş-şan idi ki, her hıttada hutbesi yürür ve bin bir kal’ada nevbeti vurulurdu.
Yavuz Mısır Seferi dönüşünde oğlu Süleyman’ın süslü elbiselerini görünce, ‘Bre Süleyman, sen böyle giynirsen, anan ne giysin?’ dediğini biliyor ve onun şahsî hayatında sade ve süsten uzak olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.
Burada her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir; göz ise maneviyâtta kördür hakikatını unutmamak gerekir.
Altı yüz sene yaşayan bir devletin elbette haseneleri de seyyieleri de olacaktır. Ancak Kadir-i ilâhinin bu kadar uzun seneler yaşamasını takdir ettiği bu devletin, hasenâtı herhalde seyyiâtına gâlibdir.
Osmanlı Devleti’nin değişmeyen siyâsetinin kaynağı ve dayanağı hukukî temeli, İslâmiyet’in getirdiği hükümlerdi. Osmanlı Devleti, Kur’ân, sünnet, icmâ’ ve kıyas yoluyla vaz’ edilen hukukî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve adetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ne tâbi’ olan bir Müslüman Beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu.
Allah’ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail’in Anadolu üzerindeki siyasi ve dini emellerine son verildi.
Lütfi Paşa’nın naklettiğine göre, İslâm âlimleri siyâset alanında ki müceddidleri şöyle sıralamaktadırlar:
Hicrî tarih esas alınmak üzere, II. Yüzyılın başında Ömer Bin Abdülaziz; III. Yüzyılın başında Abbasî halifesi Mu’tasım; IV. Yüzyılın başında Abbasi halifesi Kâdir billah Ahmed bin Emir İshak; V. Yüzyılın başında Selçuklu Sultânı Sultân Muhammed Bin Melikşah; VI. Yüzyılın başında İlhanlı Sultanı Gazan Hân; VII. Yüzyılın başında Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gâzi; VIII. Yüzyılın başına Çelebi Mehmet ve IX. Yüzyılın başındaki mücedid ise Yavuz Sultân Selim’dir.
1492 yılında Gırnata teslim oldu ve Endülüs’teki İslâm Hâkimiyeti sona erdi. Osmanlı donanması, yollara düşen 300.000 kadar Müslümanı Fâs ve Cezayir’e nakletti. Endülüs’ün bu düşüşünü Namık Kemal şu cümlelerle özetliyordu: İspanyollar Gırnata’yı aldıkları zaman, halkı dinlerini değiştirmeleri için ateşle yaktılar. Biz İstanbul’u aldığımız vakit, her din sahibine dinini yaşayabilmesi için tam bir din hürriyeti tanıdık .
Şehzâde Yavuz hemen Gürcistan seferine çıktı. Bu sefer sonucunda, Yavuz komutasındaki Osmanlı orduları, Şah İsmail’in oğlu İbrahim Mirza’nın komuta ettiği Safevî ordusunu Erzincan yakınlarında perişan etti. Halk, Yavuz adına Yürü Sultân Selim, devrân senindir türkülerini söylüyor ve babasının pasifliğini bir nevi protesto ediyordu.
Osmanlı ordusu 29 Mayıs Salı günü sabaha karşı Edirnekapı ile Topkapı arasında umumi bir hücum başlatmışlardır. Savunmanın temel direği olan Venedikli General Giustiniani’nin yaralanıp cepheyi terk etmesi Müslüman askerleri heyecana getirmesi ve Fâtih’den dördüncü saf Osmanlı askerininde Topkapı sorularına tırmanması emrini alması ile birlikte Ulubatlı Hasan isimli küçük rütbeli ve genç bir asker veya subay, Maiyyeetindeki 30 asker ile beraber, Osmanlı bayrağını sulara dikmişlerdir. Nitekim beraberindeki 30 kişiden, atılan ok ve ateşlerle, 18’inin şehit olduğu gelen nakiller arasındadır.
Fâtih bir şiirini şöyle kaleme almıştır:
Bağlamaz Firdevs’e gönlüni Galata’yı gören
Servi anmaz anda ol serv-i dil-ârâyı gören.
Bir Frengi şivelü İsa’yı gördüm anda kim
Lebleri dirisüdür der idi İsa’yı gören
..
Bir Frengi kâfir olduğun bilürdi Avniyâ
Belün ü boynunda zünnar ü çelipayı gören.
Sevgiliyi âşkına yaptığı eziyetlerden dolayı divan şiirindeki ifadeleriyle kâfire benzeten Fâtih, şöyle demektedir:
Galata’yı gören gönlünü Firdevs denilen cennete bile bağlamaz .
O selvi boylu sevgiliyi gören artık başka bir selvinin adını anmaz.
Orada İsa gibi insana hayat veren, ama Frengî şiveli olan bir sevgili gördüm.
Dudaklarının insana verdiği canlılık ve dirilik İsa’nınkine benzemektedir.
Avnî, senin âşıkına zulmeden bir sevgili (Kâfir) olduğunu bilirdi.
Belindeki saçların ve boyundaki zülfünü gören bunu red edemezdi.
Fâtih, Avnî mahlasıyla gazeller ve kasideler yazan ve hatta bir divanı bulunan büyük bir divan şâiridir.
Ancak kendilerini, İslâm dinini dünyanın her tarafına yaymayı gaye edinen, ilây-ı kelimetullâhın en büyük temsilcisi kabul etmişlerdir. Fâtih’in Anadolu birliğini sağlamak gayesiyle Uzun Hasan üzerine giderken, vâlidem diye hitâp ettiği bu Akkoyunlu hükümdarının anası Sâra Hâtun’a verdiği cevap çok manidardır. Trabzon üzerine giderken yollarda her türlü zahmete göğüs geren ve bazan atından inip yaya yürümek zorunda kalan Fâtih’e Sâra Hâtun’un Oğul, ufacık Trabzon için tatlı canına bu kadar eziyet değer mi? şeklindeki sözünü, İstanbul Fâtih’i: Valide, Seyf-i İslâm bizim elimizde, cihâd sevâbına nâil olub, Allah’ın rızâsını tahsilden başka gayemiz yoktur; bizim davamız kuru kavga değildir şeklinde cevaplandırmıştır. Bu hânedanın maksad-ı a’lâsı, ilây-ı kelimetullâh’dır ifâdesi de Fâtih’e aittir.
Osmanlı devlet teşkilâtının temelinde, Abbasî Devleti gibi sadece Müslüman ve Selçuklu Devleti gibi hem Türk ve hem de Müslüman olan devletlerin devlet anlayışı ve siyâset-i şer’iye kitaplarının izi vardır.
28 yıllık padişahlığı süresince 2 İmparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethederek Fâtih ünvanını Hz. Peygamber’den alan Sultân Mehmed, devletin sınırlarını 2.214.000 km kareye genişletmişti ki, bu 3 Türkiye Cumhuriyeti eder demektir.
Muhasaranın 53. Günü Hz. Peygamber’in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girdi.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
sınırları Tuna’dan Kızılırmak’a kadar genişleyen Devleti’nin başşehri olarak İstanbul’u almak ve Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olmak en büyük İdeali idi.
Vatana ihanet suçuyla 1821 yılında Patrikhanenin orta kapısı önünde asılmış bulunan İstanbul’daki Fener Patriki Gregorios tarafından Rus Çarı Aleksandr’a yazılan mektupta aynen şu ifadeler yer almaktadır:
Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, sabırlı, mukavemetli, mağrur ve izzet-i nefisli insanlardır. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, anânelerinin kuvvetinden ve âmirlerine itaat duygusundan ileri gelmektedir. Bu sebeple, Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve mânevî bağları koparmak, dinî metanetlerini zaafa uğratmak gerekir. Mâneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri zaferlere götüren asıl kudretlerinden sıyıracak ve onları maddi kuvvetlerle yenmek mümkün olacaktır. Osmanlı Devleti’ni tasfiye için müreccet olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Yapılacak olan, Türkler’e bir şey hissettirmeden bu tahriba tamamlamaktır.
Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler, ne derece mânevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz. Ne vakit mânevi değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemişizdir.
Kur’ândan alınan şu fikirdir: Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim Gerçekten Kosova Muharebesine çıkan Murat Hüdavendigar’ın son duası şudur Yarab beni din yolunda şehid, ahirette said et demiş ve istediği olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin fetih politikası ve küçük bir beyliği kısa zamanda cihan devleti yapan sebepler, aynı zamanda yükseliş sebepleri olarak zikredilebilir.
II. Murad’ın vefatından kısa bir süre öncesine rastlayan ikinci ziyaretinde, II. Murad’ın İstanbul’un fethi ile alakalı şiddetli arzularını görünce, Hacı Bayram Veli’nin, bu şerefin Ak Şemseddin ile oğlu Mehmed’e nasip olacağını müjdelediği, kaynakların naklettiği olaylardandır.
1444 yılında ikinci defa sultan olan II. Murâd, hemen Edirne’ye geldi ve 40.000 askeriyle Varna önlerine ilerledi ve sadece 150 şehidle haçlı ordusunu darmadağın etti. Bütün İslâm âleminde ve özellikle Kahire’de dualarla yâd edilen bu zafer, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’ın sahibi olduğunu tescil etmişti.
Her musibet, bir cinayetin neticesi ve bir mükâfatın da mukaddimesidir.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
25 Eylül 1936 tarihinde Avrupalıların asırlarca unutamıyacağı Niğbolu Zaferi kazanıldı ve Yıldırım, artık Halife I. Mütevekkil tarafından Sultân-ı İklim-i Rum ve Sultân diye anılmaya başladı.
Sultan Süleyman bir gün mahremleriyle görüşürken onlara Velinimet-i âlem kimdir? diye sormuş. Onlar Padişah efendimizdir demeleri üzerine: Hayır, velinimet-i âlem reâyadır yani köylüdür ki, ziraat ve hirâset (çiftçilik) emrinde huzur ve rahatı terk ile iktisab ettikleri nimetle bizleri it’âm ederler demiştir.
Cemil Meriç, Osmanlı’da niçin bir Bodin, bir Makyavel, bir Hobbes yetişmediği sualine verdiği cevap şöyledir;
“Niçin yetişsin? Mutlakiyetin bu yavuz nazariyecileri Osmanlı mülkünde yaşasalar Zat-ı Şahane’nin destancısı olurdu. Ülkelerinde gerçekleştiğini görmedikleri adil ve kerim devlet rüyasını yalnız Osmanlı gerçekleştirmiştir”.
Geniş Arap dünyası Osmanlı bayrağı altında yaşadığı huzurlu günlerini hiç bir zaman tekrar yaşayamamıştır.
Bilindiği gibi, Hanefi Hukukçularının teşkil ettiği Irak ekolü, Musiki konusunda, “Yasak mutlak, ibaha istisnadır” diyerek, çok az istisnaların dışında musikiyi haram kabul etmektedirler. Şafii hukukçuların başını çektiği bir diğer grup ise, “İbaha mutlak, yasak istisnadir” diyerek ney ve def gibi bazı çalgı aletlerine müsaade etmişlerdir.
Kendisi de bir alim olan İdris-i Bitlisi, Kanun-ı Şehinşahi adlı eserinde bu noktaya dikkat çekerek Osmanlı Padişahına şöyle söylemektedir:
“Saz ve benzeri aletleri dinleyerek ve güzel sesleri istima’ ederek, gönüllerin açılması ve dertlerin giderilmesine gelince, bu anlayış Yunan felsefesinin kanunlarına uygundur. Bazı seslere ehl-i şeri’at da ruhsat ve müsaade vermiştir: Mesela güzel sesle Kur’an okumak bunun başında gelir ki, Kur’an’da “Kur’an’ı tertil ile oku” buyurulmuştur. Hz. Peygamber’in şu hadisi de bunu teyid etmektedir: “Kim Kur’ an’ı güzel sesle (teğanni ile) okumazsa, bizden değildir.” Gazel okumak ve şiir inşad etmek de, meşrudur. Hz. Peygamber de şiir inşadına ve güzel teğannisine müsaade etmiştir. Def ve ney gibi bir kısım çalgı aletlerine de, ekseri Şafii imamları ruhsat vermiştir. Ud ve kanuna, bazı Şafii hukukçular, mübahdır demiştir. Kütüb-i fetvada bu husus kayıtlıdır. Bazı ehlullah ve evliya da, sema’ ve benzeri hallere caiz nazarıyla bakmışlardır Bu fakir, ud ve ney gibi bazı aletlerin caiz olduğu hususunu, delilleriyle açıklayan bir Risale yazdım”.
Türkiye’yi ziyaret eden seyyâhlardan çoğunun Türkçe’yi bilmemeleri, Hıristiyan olduklar için azınlıklarla düşüp kalkmaları ve onların verdikleri çok zaman hakikate uymayan mâlumatı en ufak tetkik süzgecinden geçirmeden kitaplarına kaydetmeleri, onları fâhiş hatalar yapmaya sürüklemiştir. Değil Türk Kadınları, erkekleriyle bile konuşamayan ve anlaşamayan yabancı seyyâh ve ressâmların, bizler hakkında verdikleri hükümler, yaptıkları resimler, yazdıkları kitapların ne dereceye kadar doğru olacağını siz düşünün ve hükmünüzü verin. Yine bu sebepledir ki, Topkapı Sarayı resim galerisinde mevcut olan Hürrem Sultân’ın muhtelif tablolarıyla kızı Mihrimah Sultan ve Gülnüş Sultân’a ait resimlerin otantik (güvenilir) olup olmadıkları üzerinde haklı olarak durup düşünmemiz icab etmez mi?
Gustav Lebon:
Rık yani kölelik kelimesi, otuz sene önce kaleme alınan Amerikan romanlarını okumaya alışan bir Avrupalının önünde telaffuz olunursa, derhal hatırına, ayaklarına ağır zincirler, ellerine demir kelepçeler takılan, sopalarla dövülerek hayvan sürüleri gibi bir yerden bir yere sevk edilen, bedbaht ve yeterli ekmeğe bile kavuşamayan, karanlık bir taşdan başka evi ve barınağı olmayan o Amerikan köleleri gelir. Ben burada bu durumu isbât etmek üzere ayrıntılara girecek değilim. Fakat gerçek şudur ki, İslâmiyetteki kölelik Hristiyanların anladığı manadaki kölelik müessesesine tamamen aykırıdır .
Osmanlı Hanedanı, 1231’den 3 Mart 1924’e kadar bu memlekette 693 yıl hâkim olmuşlar; 407,5 yıl halifelik yapmışlardır. Bu kadar hizmetlerinin karşılığı olarak da, tam 50 yıl büyük sıkıntılar içinde sürgün hayatı yaşamışlardır. 1924’de alınan haksız sürgün kararı ile, 37 Şehzâde ile 42 Sultan yani toplam 79 Hânedân üyesi; 15 Kadınefendi, 16 Sultân-zâde, 15 Hanım Sultân, 20 Damad ve 40 Hanımefendi olmak üzere toplam 106 Hânedân mensubu yani toplam 185 kişilik Osmanlı Hânedânı Türkiye dışına çıkarılmıştır.
1)Mustafa Kemal ve onun silah arkadaşları, tamamen Osmanlı generalleridirler. Hele Mustafa Kemal, Sultân Vahidüddin Hân’ın hem şehzâdeliğinde ve hem de padişahlığında yaverliğini yapmış bir Osmanlı subayıdır.
2) Kuvay-ı Milliye’nin tohumları, Kasım 1918’de müttefik düşman filolarının Boğaza girmesiyle atılmıştır. Kuvay-i Milliye bir şahsın değil, bir milletin eseridir. Bu milletin içinde Mustafa Kemal de vardır, Sultân Vahidüddin de vardır. Düşman toplarının Saray’a çevrildiğini gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları, bütün gayretlerini, Anadolu’ya gönderilecek bir komutanla bağımsızlık tohumlarının yeşertilmesi için harcamışlardır. Nitekim Osmanlı kurmayları Mart 1919’un bir gecesinde Erenköy’de yaptıkları bir toplantıda liderliğin Nuri Paşa’ya mi, Miralay Re’fet Bey’e mi yoksa Çanakkale’de göz dolduran Mustafa Kemal’e mi verileceğini tartışmışlardır. Sadrazam, Mustafa Kemal Paşa’yı Padişah’a götürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Sami Bey ve Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Mustafa Kemal’in Cumhuriyetçi olduğunu ve Hanedânı devre dışı bırakabileceğini hatırlatmışlarsa da, Padişah önemli olanın Hânedân degil vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. İşte bu şartlar altında 9. Ordu Kitaları Müfettişi kisvesiyle Anadolu’ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa Kemal ile Sultân Vahidüddin defalarca özel olarak görmüşlerdir. Bunun üzerine Sultan Vahideddin, İngilizleri de Mustafa Kemal konusunda ikna etmiştir. 6 Mayıs 1919 tarihli Mustafa kemal’in yetkilerini belirten Tâlimat hemen yayınlanmıştır. Tam bir diplomasi oyunu oynanmaktadır. Bandırma Vapuruna Mustafa Kemal ile birlikte kimlerin bineceği tespit edilmiş ve bunların vizeleri temin edilmiştir. Bütün bunlar, Sultân Vahdettin’in emriyle olmuştur. Her türlü masraf, Padişahın özel imkânları ve gizli ödenekten karşılanmaktadır.
Mustafa Kemal, 15 Mayıs 1919’da Sultân Vahidüddin ile yaptığı son görüşmede, Sultân’ın kendisine ‘Paşa, Paşa, Şimdiye kadar devlete çok hizmet yaptın. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin’ dediğini bizzat Mustafa Kemal nakletmektedir.
Her musibet bir cinayetin neticesidir ve bir mükâfatında mukaddimesidir.
Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme’sinde Roketle uçma olayını şu şekilde anlatmaktadır: “Murad Hân’ın Kaya Sultân isimli kızı dünyaya geldiği gece akika kurbanı şenliği oldu. Bu Lagarî Hasan elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek îcad eyledi. Sarayburnu’nda Hünkâr huzurunda fişenge bindi ve şâkirtleri fitili ateşlediler. Lagarî, ‘Padişahım seni Hûdâ’ya ısmarladım. İsa Nebi ile konuşmağa gidiyorum’ diyerek semaya fırladı. Yanında olan diğer fişekleri ateşleyip rûy-u deryâyı çırağan eyledi (aydınlattı). Fişengi kebirinin barutu kalmayınca zemine doğru inerken kartal kanatlarını açarak Sinan Paşa Köşkü önünde deryaya indi ve padişahın huzuruna geldi. Zemini bûs ederek, ‘Padişahım, İsâ Nebî sana selam söyledi’ diyerek şakaya başladı. Bir kese akçe ihsân olunup 70 akçe ile sipahi yazıldı.”
Sizin sadakatiniz şu vakit doğrudur ki, aranızda tefrikaya mahal vermiyesiniz. Aralarınızdaki müfsidleri barındırmayasınız. Allah’ın emrine Resûlüllah’ın hadisine aykırı hareket edenleri desteklemeyesiniz. Ben ki, halifeyim, bana itaat etmeyip celâliler ve haricîler mesabesindeki eşkıyaları desteklerseniz, memleketin hali nice olur?
Sultan IV. Murad Han
Salomon Schweigger:
Türkler dünyaya, karıları da onlara hükmeder. Türk kadını kadar gezen, eğleneni yoktur. Çok karılık yoktur boşanma pek görülmüyor diyor.
Önemle ifade edelim ki, Cumhuriyet de Osmanlı da, iyisiyle kötüsüyle, Müslüman Türk milletinin malıdır. Bir insan ecdadını kötülemekle hiç bir yere varamaz. Tarihin her döneminde iyi şahsiyetler de kötü şahsiyetler de gelebilir. Ayrıca iyi şahsiyetlerin kötü ve yanlış tasarrufları ve kötü şahsiyetlerin de iyi ve güzel tasarrufları bulunabilir. Bir şeyi toptan reddetmek veya kabul etmek, aklın işi değildir.
Kısaca aslı astarı olmamasına rağmen, bir asra yakındır Ermeni katliamı iddialarıyla suçlanan Müslüman Türk milletinin katliam yapmadığı halde suçlanmaya devam edilmesi, tarihî ve ilmî değil, sadece siyâsidir. Osmanlı Arşivlerini açan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu iddialara en güzel cevabı vermiştir.
Rusya ve İngiltere’de bir Müslüman memur bile yapılmazken, Ermeniler Osmanlı ülkesinde bakan da olabiliyorlardı. Buna rağmen, hak ve hürriyet diyerek terör estirmeye başladılar. Yüzlerce Müslüman köyünü basarak çoluk çocuğun kanını döker oldular.
Weekly Word News Dergisinin neşrettiğine göre, Norveçli âlim Roffavik, ilk uzay roketinin Türkler tarafından icad olunduğunu batıya kabul ettiren bir araştırma yapmıştır
Kişi bilmediğinin düşmanıdır.
Kader hükmünü icrâ edince, insanların basar ve basireti bağlanıyor
Erzurumlular, Misafiri yola vurmak tabirini kullanırlar; herhalde bundan, misafiri kaldırıp yola çarpmak değil, uğurlamak manası anlaşılmalıdır.
Olmaz. Padişah’ın emri ile nâmeşru’ olan şey meşru’ olmaz. Haram olan nesne helâl olmak yoktur.
İlim adamları bilmelidirler ki, dünyada en yüksek rütbe ve şeref, ilmin rütbesi ve şerefidir. Hakk’a ve hakikata âşık bir bilim adamı, hakk’dan başkasına tabi olmaz. Zira hakk’ı tanıyan, hakk’ın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Hakk’ın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemek icabeder.
Yahudiler hiç alınmazdı. Rus, Çingene ve Acemlerden oğlan devşirmek katiyen yasak idi.
Paris’te gayr-ı meşru eğlence aleminde çıplak bir kadının giydiği elbiseyi överler; tarihe altın sayfalar yazdırmış olan muhterem bir hocanın veya kâdî’nin elbisesini yererler.
salâhat ayrıdır, mahâret ayrı
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.