İçeriğe geç

Bilgiyle Sohbet Kitap Alıntıları – Celal Şengör

Celal Şengör kitaplarından Bilgiyle Sohbet kitap alıntıları sizlerle…

Bilgiyle Sohbet Kitap Alıntıları

En büyük felaketin niteliğini bilmeyenler, geçmişte onun izlerini görmüş olsa bile tanıyamamış, doğru yorumlayamamıştır!
Dinler ne yapar? İnsana -öteki tarafta- sonsuz yaşam ve bitmeyen mutluluk vaat eder. Peki bunlar hele ölümsüzlük, Tanrı’nın özellikleri değil midir? İnsan insanlığından korktuğu için aslında kendini Tanrılaştırmaya özenmektedir, icat ettiği dinler marifetiyle Nietzsche bu yalana katlanamaz ve Tanrı’nın ölümüne ilan eder.
Bilim toplumu olabilmek aynı zamanda insanları birbirinden ayıran ve hemen hepsi de çeşitli varsayımlara dayanan mill, dini, kültürel ve benzeri farklılıkların yarattığı tahammülsüzlüklerden eleştirisel bir akılcılıkla sıyrilmak ve siyrilabilmek demektir.
Ne kadar fazla sayıda insan duyularının kendilerine bildirdiklerini dış dünyanın testlerine ve itirazlarını açık tutar, bundan edindikleri deneyimleri de kendi aralarında paylaşırlarsa,toplumca o kadar çabuk gerçeğe yaklaşma olasılığı elde edilmiş olur.
Bilim, ifadeleri gözleme dayanılarak çürütülebilir uğraşların toplamından ibarettir!
Kütüphanelerimizin, arşivlerimizin, müzelerimizin tamamının ortadan kalktığını bir düşününüz. İnsanlık bir -iki nesil içerisinde magara devrine geri döner. Tüm dünyada örneğin üniversiteler daralan bütçeler karşısında ilk olarak kütüphane bütçelerini biçmektedirler. Bu yapılabilecek en yanlış harekettir. Bir üniversitede kütüphane, bütçe daralmasından en son etkilenen kısim olmalıdır.
Anaksimandros tüm mitolojilerin ve dinlerin kabul ettiği dünyanın yaratılışı fikrini de mantıksız bulmuş olacak ki, reddetmiştir. Ona göre her şey sınırsızdan geliyordu. Yani evrenin ne başlangıcı ne de sonu vardı ( herhalde başlangıcının olduğu fikrinin, başlangıçtan önceki şeyin başlangıcı sorusunu davet ederek gene problemi çözüme yaklaştırmayan bir sürekli sorgulama sürecini başlatacağını görmüş olmalıydı).
Eleştirilmek arzusu aslında gerçeğe ulaşabilmek arzusunun bir ifadesidir. Eleştiriden korkmak ise, korkanın esas arzusunun gerçeğe ulaşmak değil, etrafındakilere hükmetmek olduğunu gösterir. Eleştiriden korkanın tek ilgisi etkileyebildiği ve etkileyebileceğini düşündüğü insan topluluğudur. Eleştiriyi arzulayanın ulaşmayı düşlediği hedef ise tüm kâinattır.
Yıldırım düşmüştür, çünkü fırtına tanrısı kızmıştır. O zaman tanrinın kızgınlığını gidermek lazımdır (ki bir daha Yıldırım düşmesin, böylece yıldırımdan bir korunma mekanizması geliştirilmiş olsun) . Bu nasıl yapılır? Kızmış bir insanın kızgınlığı nasıl giderilir? Ona okşayıcı tatlı sözlerle,belki verilecek hediyelerle İnsanda kafasında varsaydığı hayali gücü yatistirmak için ona dua etmeye, adaklar sunmaya başlar. Bu şekilde yalnız bir tanrı değil, onun çevresinde dua sistemleri, kurban ve adak yöntemleri oluşan, bunları düzenleyen ruhban sınıfları meydana gelen koca bir din oluşur. Bu çerçevede, anne ve babasından istekte bulunan çocuk gibi, büyümüş bir olgun insanda bu sefer tanridan veya tanrılardan istekte bulunur.
İnsan sanır ki ilk kez böyle bir aydınlanmayla zincirlerinden kurtulan insanoğlu artık bu aydınlığın gösterdiği eleştirel akıl yolundan sapmaz.
Avrupa elestirel akıl diyebileceğimiz yeteneğini iki Anadoluluya borçludur: MÖ 6.yy da iki Miletli,Thales ve Anaksimandros, ilk kez dinsel inançların kendilerine sunduğu dünya ve evren kavramlarının yetersiz olduğunu görerek bu inançları oluşturan fikirlerin yerine daha iyilerinin üretilebileceğini düşünmüşlerdir.
Aklı tahtından indirmeye çalışanlar, insanoğlunu tekrar mağaralara dönmeye, vahşi tabiatın tüm acımasızlığı ile karşı karşıya çaresiz bırakmaya yeltenmektedirler.
Mustafa Kemal boşuna mı Hayatta en gerçek kılavuz bilimdir,fendir. Başka kılavuz aramak aymazlıktır,sapkınlıktır demişti?
Tarihsel nedenlerle gelişmiş olan belirli ilahiyat görüşleri nedeniyle Müslüman sorumluluğu tanrıya atmak, Protestan Hristiyan ise tanrı’nın nimetlerini kullanarak sorumluluğu bizzat yüklenmek egilimdedir.
Kutsal kitaplar, dünyamızın coğrafyasını doğru olarak yansıtmadıkları gibi kâinat hakkındaki hakikati de dile getiremiyorlardı. Bu durumda insana kalan tek yapacak şey kendi aklının kılavuzlugunu kabullenmek oluyordu.
Dolayısıyla: Tarihi deneyimli ve üstün olan yazmalıdır. Hepsinden daha büyük ve yüksek olanı yaşamamış olan, geçmişteki büyük ve yükseği yorumlamayı da bilemez.
Anaksimandros hiçbir gözleme dayanmadan, yalnızca mantıksal çıkarımlarla dünyanın boşlukta durması gerektiğini ortaya atmıştır. Bu bir varsayımdır; ama gözlemle sınanarak reddedilebilecek bir varsayımdır. Varsayımın karakteri ise Anaksimandros’un aşağı veya yukarı gibi kavramların tamamen bağıl kavramlar olduğunu anlamış olduğunu göstermektedir. Anaksimandros’un ifadesinin Tevrat’ta Ketubim’den Eyyub’un kitabının 26. bölümünün 7. beytinde ve içeriği ile önemi arasındaki ilişkinin ifadeyi alıntılayan tarafından anlaşılamamış olduğu belli olan bir şekilde karşımıza çıkması, öneminin ve yarattığı etkinin büyüklüğünün bir kanıtıdır. Anaksimandros’un bu varsayımını Tevrat’a alan kişi, belli ki böyle bir fikri ancak Tanrı’nın üretebileceğini sanmıştır.
İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler dervişler, müritler,
meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-
ı medeniyettir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan
olmak için kafidir.
Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir
donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım
ilim ve akıldır.
Bu sözleri vakti ve modası geçmiş addeden zevat, acaba onların
yerine ne tavsiye etmektedir? Şunları da futbol maçı anlatmaktan
vakit buldukları zaman bir lutfediverseler de aydınlansak.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Hele, düşününüz, bir de annemizin babamızın veya dedemizin
okuduğu gibi, bir jeoloji dersimiz de olaydı liselerimizde. Yalnız
yukarıda anlatılanları değil, depremler ve heyelanlar ülkesi memleketimizde
emniyet içinde yaşamayı da belki öğrenebilirdik. Kuraklık
bizi bu kadar dehşete düşürmez, maliye bakanımız, doğal bir
tabiat hadisesini bizlere takdiri ilahi diye satıp, kendi hükümetinin
yaptıklarını örtbas etmeye teşebbüs edemezdi.
İskenderiye Kütüphanesi’nin bu acıklı sonu, bana dünyamızın
bugün içinde bulunduğu durumu hatırlatmaktadır. Aydınlanmadan
giderek uzaklaşan dünya da kütüphanelerini, üniversitelerini,
araştırma kurumlarını ihmal etmeye başladı; ihmal etmekle kalmadı,
onları faal bir şekilde tahrip yoluna saptı ve aynen çöküşteki
Roma gibi, halk, yazılı ve sözlü medya, vurdumduymaz oldu; bazı
iş adamları, köşe yazarları da bu tahribi planlayan hükümetlere
alkışta ifadesini bulan tam bir gaflet (ve kısa görüşlü çıkar) yarışında.
Thales her şeyin sudan türediğini, dünyamızın da bir disk şeklinde suyun üzerinde yüzdüğünü sanmaktaydı. Suda şiddetli fırtınalar koptukça sallanan karada depremler oluyordu. Anaksimandros bu teoriyi beğenmemişti. Bir kere, diyordu, taş sudan ağırdır, dolayısıyla suyun üstünde yüzemez. Haydi yüzdü diyelim. Su dünyayı tutuyorsa, suyu ne tutuyor? Haydi onu biliyoruz diyelim, suyu tutanı ne tutuyor? Bu şekilde sorularla, Anaksimandros Thales’in fikrinin sonu olmayan bir sorgulamaya neden olacağını görmüştü. Bu aranan cevap olamazdı. Thales, bu eleştiri karşısında arkadaşının dünyayı neyin tuttuğuna inandığını sordu. Hiçbir şey diye cevap verdi Anaksimandros. Dünya boşlukta duruyor olmalı. Niçin? Çünkü oraya veya buraya gitmek için bir nedeni yok!
Bugünün varsayımları yarının gerçekleri, bugünün doğruları
yarının yanlışları olabilir. Bir bilim adamına, bilimin ifadelerinin
doğru olup olmadığını sorduklarında alacakları cevap her zaman,
daha doğrusu bulunana kadar olacaktır veya şimdilik bilmiyoruz
denilecektir. Buna rağmen, bilim yaşamımızın bir parçası
değil, hatta önemli bir parçası da değil, tamamıdır!
Annesine güvenemeyen bir çocuğun yaşamı nasıl zehir olursa, bilgisinden emin olamayan insanın da sürekli uykuları kaçar. Bu nedenle kesin ve emin bilgi vaat eden her öğreti her zaman insanları cezbetmiştir – bu vaat yalan olsa bile!
Bugün dünya nüfusunun önemli bir kesiminin ortadan kalkması insan uygarlığının gelişmesine önemli bir sekte vurmaz. Nasıl ki Kara Ölüm denen vebanın 14. yüzyılda Avrupa nüfusunun neredeyse yarısını ortadan kaldırmış olmasına rağmen, bu büyük ölüm Avrupa’nın entelektüel gelişmesine hemen hiçbir etki yapmamıştır. Ama bir de kütüphanelerimizin, arşivlerimizin, müzelerimizin tamamının ortadan kalktığını bir düşününüz. İnsanlık bir-iki nesil içerisinde mağara devrine geri döner.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Oscar Wilde’ın dediği gibi, deneyim, herkesin hatalarına taktığı addır. Yani yaşam da aslında bilim gibi sürekli bir deneme, yanılma, tekrar deneme tekerlemesidir.
İnsanlar defteri her şeye akılları yetmediği için kullanırlar.
Aptalla tartışma; dışarıdan bakan farkı anlamayabilir.
Bilim metres kabul etmez. Tüm yaşamın bilim olmayacaksa, bilim yapmaya heveslenme.
Gelecek, onu nasıl tasavvur ederseniz öyle tecelli eder.
Osmanlı insanı bilgi ve özgür olmak yerine cehaletle kelepçelenmeyi tercih etmiştir.
İnsanı bağlayan, kul-köle yapan cehalettir.
Bilimin bireysel dinsel inançları korumak gibi bir görevi yoktur. Bilim gerçeği arar.
Tüm gelişmiş toplumların en büyük özellikleri bilgi saklama becerileridir. Tüm ilkel toplumların en temel özelliği bilgi saklayamamalarıdır.
Türkiye son yıllarda Hasan Ali Yücel’in Köy Enstitülerinden yararlanamamış kırsal nüfusunun içinden çıkan bilgisiz ve görgüsüz politikacılar elinde bu karanlık meçhule dogru sürüklenmektedir. Bu gidiş aklın ve bilimin yoluna dönmediği takdirde hepimizi pek karanlık bir gelecek beklemektedir.
Hürriyet fikri, zaten, bilimden doğar.
Cehaletten, ancak esaret çıkar.
İnsanın etik davranışı, karşılıklı anlayış, eğitim ve toplumsal bağlara dayanmalıdır; hiçbir dinsel temel gerekli değildir. İnsan yalnızca ölümden sonra ödül veya ceza korkusuyla dizginlenebiliyorsa, zavallı bir durumda demektir.
Vicdan, tek insanın kendi ruhunda, iyiyi fenadan, fenayı iyiden ayıran kuvvetir; ona kimse karışamaz, karışmamalıdır.
Bilim doğa hakkındaki düşüncelerimizden tutarsızlıkları ayıklamaya uğraşır. Birbiriyle çelişen ifadelerden bir sentez üretmek mümkün değildir.
Akılcı eğitimin amacı toplum ve dünya ile doğrudan ilişki kurabilen ve bu ilişkileri akılcı ve eleştirel bir yaklaşımla değerlendirebilen insan yetişmektedir.
Daimi belirsizlik doğal olarak korkutucudur.
Akıl dışı inanç sistemleriyle savaşmanın tek etkin yolu, çocukları mümkün olduğunca erken yaşta bütün akıl dışı inançlara karşı eğitmektir.
Bilimden öğrendiğimiz en önemli şeylerden biri, bilimin kalıcı ispatlanamazlığı, her fikrin kısa zamanda daha iyisi ile değiştirilebileceği, teorilerimizin bu şekilde gelişmesi ve böylece hayatımızın sonsuza kadar akılcı münakaşalar gelişmekte olmasına dayanıyor.
Cahil kalmayı seçen bir halk aklın egemenliğinden giderek uzaklaşır ve aklın kontrolünü gerektirmeyen ilkel hislere teslim olur.
Okuldan da artık beklenen, bilgi ve onun getirdiği anlayış değil, ekmek kapısıdır.
Türkiye’de doğa bilimlerini ciddi anlamda ilk kez Atatürk ile başlatmak mümkündür. Akılcılık, doğa bilimi kaygısı ve anlayışına yönelik kurumlar onun zamanında kuruldu. Biz ne yazık ki, bu kurumları memura iaşe temin eden yapılara dönüşürdük ve bunlar politikacılarımızın kötü niyetli kullanımına hedef oldu, yaralandı.
Cehalet, en korkunç silahtan daha etkin bir yok edicidir.
Halbuki modern bir ülkede büyümüş olsaydık ve paleontoloji biliminin son otuz yılda kazandığı zaferler bize lisede öğretilseydi! Sokak başlarında zır cahillerin, kaynağı belirsiz paralarla hazırladığı evrim karşıtı zırvalık abideleri olmasaydı. Modern evrim teorisinin beklediği tüm ara türlerin birbiri ardına bulunduğunu, bunlar yüzünden eskiden bildiğimiz balık, çift yaşamlı, sürüngen, kuş ve memeli sınıflarının artık tarih olduğunu öğrenebilecektik, adam gibi bir lise biyoloji eğitimimiz olsaydı. Bilim dünyası nerede, biz nerede kaldık!
Modern bir ülkede büyümüş olsaydık ve paleontoloji biliminin son otuz yılda kazandığı zaferler bize lisede öğretilseydi! Sokak başlarında zır cahillerin, kaynağı belirsiz paralarla hazırladığı evrim karşıtı zırvalık abideleri olmasaydı. Modern evrim teorisinin beklediği tüm ara türlerin birbiri ardına bulunduğunu, bunlar yüzünden eskiden bildiğimiz balık, çift yaşamlı, sürüngen, kuş ve memeli sınıflarının artık tarih olduğunu öğrenebilecektik
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki üniversite(!) mezunu bir iktidar partisi milletvekili bir jeoloji profesörünü arayarak ‘Ama evrim teorisi ispat edilmedi ki. Değil mi?’ diye modern dünyada biraz lise mürekkebi yalamış hiçbir kimsenin sormayacağı kadar deli saçması, zırva, zır cahilâne bir soruyu sorup, sonra kendisinin ciddiye alınmasını bekleyebiliyor. Bu cehalet düzeyiyle yönetilen bir ülkede, işte bu nedenle bilimin insanlara bahşettiği, şaşırma, merak etme, hayran olma, ve haz duyma duyularından tamamen yoksun olarak, iğrenç televizyonlarla pespaye gazetelerin ittifakı neticesi hapsolduğumuz seks, şiddet ve sık sık mahkemelik olan rezil bir futbol üçgeninden çıkamaz bir haldeyiz. Tek ilgimiz cebimize girmesini istediğimiz para ve onu kullanarak ağzımıza bir şeyler tıkmak ve cinsel organımızdan çıkartmak istediklerimiz. Bu sınırlar arasında yaşayana ‘insan’ denebilir mi?
Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka itimada da şayan değildir.

M. Kemal Atatürk

Etik kurallar, zaman ve mekâna göre değişiklik gösterebilecek değer yargılarına göre değişiklik gösterebilirler. Etiğin uygulanmasında en önemli şey, eleştirel aklın mutlaka kullanılması ve bunun, kontrolü gözlem ve/veya mantıkla mümkün olmayan hiçbir varsayıma dayandırılmaması şartıdır.
Eski Yunancada (karakter, davranış, terbiye) kelimesinden gelen etik, yani ahlak, aynı zamanda ahlakın kurallarını inceleyen bilim dalının adı olarak da kullanılır.
Altın kural: Kendine nasıl davranmasını istiyorsan başkalarına öyle davran.
Ama evren gerçekten tümüyle kendine yeterli, sınırsız ve kenarsız ise, ne başı, ne de sonu olacaktır: Yalnızca o olacaktır! O halde bir yaradana ne gerek var?
Büyük filozof ve matematikçi Bertrand Russel, Sokrates’in kötü bir papaz tipini andırdığını, gerçeği aramak yerine, kendi inançlarını empoze etmek için tartıştığını göstermiş, bunun felsefeye yapılabilecek en büyük ihanet olduğunu vurgulamıştır. Kanımca hiçbir felsefeci tarihte Sokrates kadar yanlış anlaşılmamıştır. Eleştirel sorgulamanın babası zannedilen bu Atinalı peygamber özentisi, aslında Russel’ın dediği gibi eleştirel akla Yunan kültürü içinde en büyük ihaneti yapan kişidir.
Eleştirilmek arzusu aslında gerçeğe ulaşabilmek arzusunun bir ifadesidir. Eleştiriden korkmak ise, korkanın esas arzusunun gerçeğe ulaşmak değil, etrafındakilere hükmetmek olduğunu gösterir. Eleştiriden korkanın tek ilgisi etkileyebildiği veya etkileyebileceğini düşündüğü insan topluluğudur. Eleştiriyi arzulayanın ulaşmayı düşlediği hedef ise tüm kâinattır. Bu nedenle eleştiriyi isteyenler bilime dayalı insan uygarlığının da yaratıcıları olmuşlardır. Yunan Mucizesi diye bilinen olay işte bundan ibarettir.
Bir teori tecrübeye dayanılarak sınanabilir, ama insanı tecrübeden bir teori kurmaya götürecek herhangi bir yol yoktur.
Nietzsche’nin önemini görüp de dile getiremediği, aklın küstahlığının dizginlenmesi gereğidir. Nietzsche’nin çok açık seçik olarak gördüğü ve en çarpıcı şekilde dile getirmekten kaçınmadığı ise kendisi de nihayet aklın ürünü olan dinin bunu başaramamış olduğu ve asla da başaramayacağıdır.
Sığ bir kafa, büyük bir bilgin olabilir, büyük bir tarihçi ise asla!
Nietzsche Tanrı’nın ölümünü ilan ederken, aslında dinlerin her insana Tanrılık vaat ettiği gerçeğinin altını çizmektedir. Dinler ne yapar? İnsana -öteki tarafta- sonsuz yaşam ve bitmeyen mutluluk vaat eder. Peki bunlar, hele ölümsüzlük, Tanrı’nın özellikleri değil midir? İnsan insanlığından korktuğu için aslında kendini Tanrılaştırmaya özenmektedir, icat ettiği dinler marifetiyle. Nietzsche bu yalana katlanamaz ve Tanrı’nın ölümünü ilan eder.
Nietzsche gerçekten insan aklına mı karşıdır? Öyle olsa niçin İyonya aydınlanmasını kendisine hedef yapmamıştır da Atina’da, İyonya aydınlanmasının düşmanı Anaksagoras’ın tentitçisi Sokrates’i kendine hedef seçmiştir?
20.yüzyıl büyük ölçüde insanlığın akla isyan ettiği ve bunun sonucunda çok büyük acılar yaşadığı bir yüzyıl olarak hatırlanacaktır.
Kuramları gözlemle sınanacak hayal ürünleri olarak değil de gerçeğin ifadesi olarak görenler, kuram gözlemle çelişse bile ondan kolay kolay vazgeçemiyorlardı. Hele kuramlar üretilmek yerine başkalarından öğrenilmişse. Aynen dini bir akide gibi, kuramı bir büyük hoca dan öğrenen, hele kendi kültüründe eleştirel düşünce geleneği yoksa, ona yapışıp kalır.
Feyerabend bilimi bilim olmayandan ayıramadığı ve ayırmak istemediği için gerçek ve kalıcı toleransin yalnızca bilimde mümkün olmasının nedeninin, bilimin varlığının bu toleransa bağlı olduğundan kaynaklandığını göz ardı etmektedir. Bu nedenle bilim küstah olamaz, bu nedenle bilim dogmatik olamaz, bu nedenle bilim nihải çözümler çerçevesinde eleştiricilerini ortadan kaldırmayı planlayamaz.
Bu nedenle bilim toplumu olabilmek aynı zamanda insanları birbirinden ayıran ve hemen hepsi de çeşitli varsayımlara dayanan milli, dini, kültürel vb. farklılıklarının yarattığı tahammülsüzlüklerden eleştirisel bir akılcılıkla sıyrılmak, sıyrılabilmek demektir.
Bugün dünya nüfusunun önemli bir kesiminin ortadan kalkması insan uygarlığının gelişmesine önemli bir sekte vurmaz. Nasıl ki Kara Ölüm denen vebanın 14. yüzyılda Avrupa nüfusunun neredeyse yarısını ortadan kaldırmış olmasına rağmen, bu büyük ölüm Avrupa’nın entelektüel gelişmesine hemen hiçbir etki yapmamıştır. Ama bir de kütüphanelerimizin, arşivlerimizin, müzelerimizin tamamının ortadan kalktığını bir düşününüz.
En uygar bildiğimiz Avrupa bile Jürgen Habermas veya Paul Feyerabend gibi bilim ve akıl düşmanlarını büyük felsefeci diye alkışlar oldu. İşte İskenderiye Kütüphanesi’nin ve araştırma kurumunun çürümesine izin veren Roma’nın acıklı sonu. Tarih, ders almasını bilene derslerle doludur.
Aydınlanmadan giderek uzaklaşan dünya da kütüphanelerini, ünüversitelerini, araştırma kurumlarını ihmal etmeye başladı. İhmal etmekle kalmadı, onları faal bir şekilde tahrip yoluna saptı ve aynen çöküşteki Roma gibi, halk, yazılı ve süslü medya, vurdumduymaz oldu.
Giderek fakirleşen ve barbar akınları ve göçleri altında giderek çöken Roma, kütüphaneleri ve araştırma kurumlarını ihmal etti. Halk giderek entelektüel faaliyetten uzaklaştı ve sonunda koca Roma barbar kabilelerinin darbeleri altında ve Hıristiyanlığın yalancı cennetinde yok oldu gitti. Avrupa, ortaçağda bir cahiller cehennemi oldu.
14.yüzyıldan hemen sonra Rönesans ile Avrupa’da dinin otoritesinin sallanmasında, büyük, küçük, iyi, kötü, inançlı, inançsız herkesi ayrım yapmadan etkileyen Kara Ölüm karşısında din adamlarının çaresiz olduğunun görülmesi ciddi bir rol oynamıştır.
Yazılı nesir metinlerinin herkesin satıp alıp okuyabileceği kitaplar haline getirilmesi, kanımca insanlık kültür tarihinin en önemli aşamasıdır ve uygarlığın oluşum ve gelişimini mümkün kılmıştır.
Croiset’lerin meşhur Yunan Edebiyatı Tarihi adlı klasik eserlerinde Alfred Croiset’nin bir tezi, nesir yazısının ilk kez eleştirel düşünmeyi yarattığı yönündedir.
Belli bir bilgiyi halka nakletmek amacıyla kitap yayınlamak fikrini ilk kez Peisistratos’un düşünmüş olduğu sanılmakta. Peisistratos’un yayınladığı kitaplar Homeros’un destanlarından ve benzeri edebiyat eserlerinden ibaretti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir