İçeriğe geç

Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı Kitap Alıntıları – Edwin Fuller Torrey

Edwin Fuller Torrey kitaplarından Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı kitap alıntıları sizlerle…

Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı Kitap Alıntıları

&“&”

Kurtçuklarla kucaklaşıp ve toprağa karışmaktansa başka şekillerde, ölümden sonraki bir dünyada bir ruh veya manevi bir varlık olarak varolmayı sürdüreceğimiz ya da bir başka beden veya biçimde yeniden dünyaya geleceğimiz ölüm sonrası yaşamı keşfettik. İnsanlar tarihte ilk kez ölümsüz oldular.
Yakın tarihli genetik ve dilbilimsel araştırmalar, Avrupa’ya tarımı getirenlerin kökleri güneydoğu Türkiye ve Bereketli Hilal’e uzanan insanlar olduğunu ve Avrupa tarımının bağımsız olarak geliştiğine dair bir kanıt bulunamadığını doğrulamıştır.
“Bütün insan faaliyetleri ölüm kaygısı ile çevrilidir ve kaçınılmaz ve zorlu varoluşçu gerçekleri çözümlemek için topluca ve bireysel olarak gösterdiği iz çabalarla renklendirilir
Erich Fromm’un sözleriyle insan “bir anomali, evrenin ucubesidir… doğanın bir parçasıdır, doğadaki fizik yasalarına tabidir ve bunları değiştirme gücünden yoksundur ancak yine de doğayı aşar”
Ölüm endişesi en temel, en evrensel ve kaçınılmaz olan kaygımızdır
Altamira Mağarası, Paleolitik sanatın Sistine Şapeli olarak adlandırılmıştır ve Picasso burayı ziyaret ettiğinde “Bizler hiçbir şey icat etmemişiz!” diye bağırmıştır.
En büyük gizem, yeryüzünün ve galaksilerin bereketi ile tesadüfen dünyaya fırlatılmamız değil, bu hapishanede kendimize dair, hiçliğimizi inkar edecek kadar güçlü imgeler yaratabilmemizdedir.
Altı bin beş yüz yıl önce, ilk yazılı kayıtlar oluştuğunda, tanrıların
sayısı artmıştı. Başlangıçta, tanrıların sorumlulukları yaşamın kutsal yönleri ve ölüm meselelerine odaklanmaktaydı. Bununla birlikte, siyasi liderler kısa sürede tanrıların işe yaradığının farkına vardılar ve onlara adaletin uygulanması ve savaş açma gibi giderek daha fazla seküler görevler verdiler.
Neden, din Hayvanlar Aleminde eşine rastlanmayacak bir şekilde sadece bizim türümüz üzerinde böyle bir üstünlüğe sahiptir? Bu sorunun yanıtı bizlerin yalnızca akıllı, farkındalığa sahip, empatik ve özdüşünümsel oluşumuz değildir; geleceğimizi düşünürken geçmişimizi de bununla bütünleştirmemizi sağlayan otobiyografik bir belleğe sahip olmamızdır. Bu özellik bizi Karen Armstrong’un sözleriyle Homo religiosus [dindar insan] yapmıştır.
Nasıl bir şaheser şu insan! Ne kadar soylu akıldan yana, melekeleri ne
kadar sınırsız-, endamıyla, hareketiyle ne kadar kusursuz ve göz alıcı;
davranışlarında bir melek sanki, kavrayışında nerdeyse bir tanrı:
En güzel yaratığı dünyanın, canlıların üstün örneği!
Oysa, benim için tek bir toz zerresi!
-SHAKESPEARE , HAMLET (Hamlet*)
Ernest Becker, bu çelişkiyi Pulitzer Ödüllü The Denial of Death (Ölümü İnkâr) kitabında dile getirirken, insanları “anüsleri olan tanrılar” olarak nitelendirir. “İnsan tam anlamıyla ikiye bölünmüştür: Kendi dikkat çekici benzersizliğine dair bir farkındalığa sahiptir, böylece yüce bir görkemle doğadan ayrışır ancak yine de körü körüne ve ahmakça toprağın altına girerek çürür ve sonsuza dek yok olur. Bu ikilemle yüzleşmek ve onunla birlikte yaşamak zorunda olmak dehşet vericidir.”
Robin Dunbar “Din, biz insanların maymun kuzenlerimizden niteliksel olarak gerçekten ayrıştığı bir olgudur,” diye belirtir ve şu soruyu sorar: “Neden, din Hayvanlar Âleminde eşine rastlanmayacak bir şekilde sadece bizim türümüz üzerinde böyle bir üstünlüğe sahiptir?” Bu sorunun yanıtı bizlerin yalnızca akıllı, farkındalığa sahip, empatik ve özdüşünümsel oluşumuz değildir; geleceğimizi düşünürken geçmişimizi de bununla bütünleştirmemizi sağlayan otobiyografik bir belleğe sahip olmamızdır. Bu özellik bizi Karen Armstrong’un sözleriyle Homo religiosus [dindar insan] yapmıştır
Tıpkı tanrılar gibi dinî düşünceler de ödünç alınmıştır. Örneğin Yahudi-Hıristiyan dininin, insanın yaratılması, Büyük Tufan ve Babil Kulesi gibi konularla ilgili fikirleri Mezopotamya dininden almış olduğu düşünülmektedir. Benzer şekilde, İsrailliler MÖ 587’den itibaren Babil’de sürgün edilmeleri sırasında güçlü Ahura Mazda ile Zerdüşt diniyle tanışmışlardır. İsrailliler Yahuda’ya döndükten sonra, Eski Ahit’te ilk kez tamamen güçlü, monoteist bir tanrı fikri belirgin hâle geldi. Zerdüştçülükten ödünç alınmış olabilecek diğer fikirler arasında, “dünya ahlaki yozlaşma tehlikesi altında olduğu ve kötülüğün eline düştüğü zamanlarda belli aralıklarla” ortaya çıkacak “saoshyant” ya da kurtarıcı kavramı da bulunur. Son kurtarıcı “her insanın sevaplarıyla günahlarının tartılacağı” kıyamet gününün gelip çattığını haber verecek kişi olacaktır. Zerdüşti inancını takip edenler ayrıca kurtarıcıların üçünün de bakirelerden doğacağına, babalarının da bu dinin kurucusu Zerdüşt olacağına inanırlardı.
Son olarak, yeni dinlerin ortaya çıkışı öncelikle daha eski dinlerden tanrıların ve teolojinin ödünç alınmasıyla gerçekleşir. Örneğin, eski Yunan tanrıları arasında sevgi ve güzellik tanrıçası Afrodit’in “deniz tüccarları tarafından Kıbrıs’tan Yunanistan’a getirildiği” kabul edilir. Buna karşılık Kıbrıslıların da Afrodit’i Asurlulardan ve Fenikelilerden ödünç aldıkları düşünülür. Buralarda Astarte adı verilen Afrodit e Babil’de İştar denmiş, bundan öncesinde ise Mezopotamya’da İnanna olarak isimlendirilmiştir. Benzer şekilde, Afrodit’in âşık olduğu yakışıklı Yunan figürü Adonis, daha önce Fenike’de adına büyük bir tapmak kurulan Biblos’ta önemli bir tanrıydı. Adonis’in bundan önce Tammuz olarak adlandırıldığı Babil’den ve isminin Dumuzi olduğu Mezopotamya’dan ödünç alındığı düşünülmektedir. Tanrıların ödünç alınması fikri yeni değildir. Yunan gezgin ve tarihçi Herodot, 2.400 yıl önce “farklı dinî sistemlerde ve farklı isim ve özelliklere sahip tanrıların aslında çok benzer işlevlere sahip olduklarını” belirterek özellikle “Perslerin Afrodit’e tapınmayı Asur’daki Astarte kültünden ödünç aldığı” savını ortaya atar.
Dördüncüsü, dinlerin sürekli olarak ortaya çıkması ve her birinin başarısının ya da başarısızlığının çoğunlukla taraftarlarının ekonomik, siyasi ya da askerî başarısı tarafından belirlenmiş olmasıdır. Örneğin, Budizm ve Hıristiyanlık, başlangıçta sırasıyla Hindistan imparatoru Asoka ve Roma İmparatoru Konstantin tarafından benimsendikleri için dünya dinleri hâline gelmiştir. Buna karşın, başlangıçta önemli bir dünya dini olmasına rağmen Yunan dini İskender’in MÖ 323’te ölümünden sonra Yunan şehir devletlerinin siyasi olarak onları zayıflatan ve tanrılarını sönükleştiren bitmek bilmeyen iç savaşları yüzünden varlığını sürdüremedi. Sonrasında, havari Paul Yunanlılara Hıristiyanlığı telkin etmeye başladığında, İsa ölüm sorununa Zeus’un sunduğundan çok daha cazip bir çözüm önerecekti.
Üçüncüsü, büyük dinler genellikle halkın siyasal yönetimi ile birlikte gelişim gösterir. Kutsal olanla dünyevi olan el ele gelişir ve çoğu kez birbirinden ayrılamaz. Bu nedenle, Mezopotamya’da tanrılara ait tapınaklar, ekonominin inşa edildiği atölyeleri ve ticareti kontrol etmiştir. Buna ek olarak siyasi liderler kendilerini tanrılarla müttefikleştirmiş ve bazı durumlarda kendilerini yarı tanrı hatta ilah konumuna getirmişlerdir.
İkincisi, aynı dine mensup kişilere psikolojik destek olmanın yanı sıra fiziksel koruma, sosyal hizmetler ve iş bulma ya da ekonomik yardım gibi faydalar da bulunur. Gerçekten de bazı dinlerin psikolojik ve sosyal faydaları o denli belirgin hâle gelebilir ki bu tür yararlar dinlerin kökeni gibi görünebilir. Sosyolojik açıdan bakıldığında, Robert Bellah’ın savunduğu gibi, “dinler varken tanrıların hiç de gerekli olmadığı” bile söylenebilir.
Alman filozof Kari Jaspers bu dönemi “tarihin bir ekseni’ni temsil ettiği için “eksen çağı” olarak tanımlamıştır. Jasper, “Tüm muazzam gelişmeler Çin’de, Hindistan’da ve Batı’da birbirinden bağımsız olarak ve neredeyse aynı anda, bu isimlerin yan yana geldiği birkaç asır içinde gerçekleşmişti,” der.
Günümüzden 2.800 ila 2.200 yıl öncesinde (MÖ 800 – 200) 600 yıllık bir dönem olan “eksen çağı” doğdu. Bu dönemde Konfüçyanizm, Hinduizm, Budizm, Zerdüştlük ve Yahudilik doğdu; sonrasında Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’a yol açtı. Bu dinlerin tümü, şu an hayatta olan insanların yüzde 60’ına manevi destek sağlıyor.
Büyük imparatorluklar büyük tanrılar ve büyük dinler gerektirir.
Aryanlar kuzey Hindistan’a yayıldılar. Burada 3.700 ila 3.100 yıl önce, daha sonraları hem Hinduizmin hem de Budizmin temel taşı hâline gelecek olan Rig
Veda’yı yazdılar. Rig Veda’da birçok tanrı anlatılır; doğurganlık tanrısı olan Indra, ölülerin tanrısı Yama, ateş tanrısı Agni, gök tanrısı Varuna ve sembol olarak svastikaya (gamalı haç) sahip olan güneş tanrısı Surya.
Mısır’da, Yeni Krallık’ta firavunların hegemonyası güneyde Nubia ile kuzeyde Suriye’ye dek uzandı. Bu, Mısır imparatorluğunun doruk noktasıydı. Amenhotep IV dönemindeki 17 yıllık bir süre dışında aynı tanrılara tapılmaya devam edildi. Amenhotep IV adını Akhenaton olarak değiştirdi ve Mısır’ın geleneksel çok tanrılılığının yerine Aten olarak adlandırdığı güneş tanrısı Ra’yı getirerek tek tanrıya ibadeti uygulamaya çalıştı. Bu dönem, sıklıkla dünyanın bilinen ilk tek tanrılı inancına örnek olarak gösterilir.
Mezopotamya’da gördüğümüz gibi, tanrılar ortaya çıktıklarında yönetici sınıf tarafından benimsenerek kendilerine bazı hukuksal, toplumsal, ekonomik ve hatta askerî sorumluluklar verilmişti.
Hayat yolculuğunda tanrıların sembolik ve anıtsal desteğini yanına almak yapayalnız insan için huzur ve güven verici olmuştur. Bu tür destekler, yaşam dramının kaçınılmaz sonuyla ilgili bir şeyler fısıldayan iç sesleri susturur.
Avebury’de tanrıların var olup olmadığını bilmemiz olanaksız, ancak yapının anıtsal ölçekteki büyüklüğü bunun mümkün olduğuna işaret etmektedir. Gökyüzündeki tanrıların aşağıya baktıklarında burayı görecekleri için taş çemberlerin dev bir yüze benzemesi yerinde olabilir.
Harappalılar en çok mühendislikte gösterdikleri hayranlık verici başarıları ile tanınırlar. En büyük şehirleri olan Mohenjo Daro’da, aralarında çömlekçilerin, dokumacıların, tuğla ustalarının, kuyumcuların ve mimarların bulunduğu yaklaşık 40.000 kişi yaşıyordu. Sokaklar ızgara şeklinde, birbirine paralel düzenlenmişti, sular kuyular ve yeraltı boruları ile taşınıyordu. Bazı evlerde “borularla şehiriçi bir kanalizasyon sistemine bağlanan banyolar vardı… İndus Vadisindeki kentsel alanların planlanma düzeyi ilk uygarlıklar arasında eşsizdi”.
Eski Mısır ve Eski Pakistan uygarlıklarının ortak iki noktası vardı. Her
ikisinin de gelişimi Mezopotamya kaynaklı düşüncelerden etkilenmişti.
Ayrıca eski Pakistan yazılarının dili deşifre edilememiş olsa da her ikisi de
yazılı bir dile sahipti.
Antropolog Bruce Trigger’ın kaydettiği gibi, “dinin günlük yaşamdan ayrılmadığı” Mısırlılarda “din” sözcüğü yoktu. Tanrıların tüm güce sahip oldukları kabul edilirdi ve firavun dünyadaki tanrıların temsilcisiydi. Daha sonra firavunların yaşayan tanrılar olduğuna inanıldı ve böylece firavunlara tapılmaya başlandı. Tapınakların bakımından sorumlu olan rahipler, ilahi iradenin tercümanları olarak gitgide önem kazandılar. Bu nedenle, hükümet Mısır hayatına egemen olan dinin unsurlarından sadece biriydi. Sazlıklara (öbür dünyaya) ulaşmak ve sonsuz hayatı tanrılarla paylaşmak her Mısırlının hedefiydi. Giza’daki gibi dev piramitler ve Teb’teki gibi muazzam tapmaklar, mevcut yaşamın ebedi hayat yolunda kısa bir mola olduğuna dair görsel kanıtlardı.
Vücuda daha sonra 70 gün süreyle su çeken bir çözelti olan natron emdirilirdi. Bu sürenin sonunda vücut tamamıyla kuruyarak gevrek ve kırılgan bir hâl alırdı.
Tüm bedenin mumyalanması için kafatasının tabanında bir delik açılarak beyin çıkarılır ve önemsiz olduğu kabul edilerek çöpe atılırdı. Daha sonraki aşamada karın kesilerek akciğerler, karaciğer, mide ve bağırsaklar çıkarılırdı. Bu iç organların hayati önem taşıdığı düşünülüyordu, bu yüzden her biri, o organa bakan belirli bir tanrı ile ilişkili olan dört Kanopus kavanozu içine konulurdu. Daha sonra Kanopus kavanozları vücutla birlikte saklanırdı. Osiris tarafından teraziyle tartılacağı için kalp hiçbir zaman yerinden çıkarılmazdı.
En özenli ve pahalı şekli söz konusu olduğunda, mumyalama süreci üç ay veya daha uzun sürebilmekte ve yalnızca kraliyete mensup ve zengin insanlar için yapılmaktaydı; diğerleri kısmi mumyalamayla yetinmeliydi. Yoksullar için ise mumyalama hiç yapılmazdı.
Kişinin Ka’sı dünyevi şekli ile aynı olduğu için, bu biçimin korunması amacıyla mumyalama önemli bir uygulamaydı.
Mısırlılar insanların ölümden sonra da yaşamaya devam ettiklerine ancak başka şekiller aldıklarına inanıyorlardı. Bu şekillerden biri olan Ka bedenin yaşamda sahip olduğu görünümün aynısına sahipti. Diğer bir şekil olan Ba ise kişinin ruhu ya da manevi kimliğiydi. Ölülerin tanrısı Osiris, ölümden sonra ölen kişinin kalbini teraziye koyar, hakikat, bilgelik, dürüstlük ve kozmik düzen ilkelerine göre tartardı. Kişi iyi bir yaşam sürdüyse kalp hafif olurdu ve teraziler dengede dururdu, böylece Eski Mısır dilinde sazlık adı verilen öbür dünyadaki ebedi yaşam garanti altına alınmış olurdu. Ancak kişinin kalbi günahlarından dolayı ağırlaşmışsa teraziler dengeye gelmez ve kişi sonsuz yaşamdan mahrum bırakılırdı.
Yüzyıllar boyunca, sayısız insan ölümü kendisine en yakın ve en tanıdık şey olarak düşündü. Muazzam sayıda ürün vermiş olan Mısır sanatının ölüm merkezli oluşu, bu konuyu inandırıcı şekilde ortaya koyan olağandışı bir durumdur. Mısırlılar için gerçekliğin kalıcı dünyası, gündelik yaşamını sürdürürken yürüdüğü yolların dünyası değil, ölüme uzanan yoldan şimdi gitmesi gereken dünya idi."
Mısır dininin göze çarpan asıl özelliği ölüm takıntısıydı. Yunan tarihçi Herodot, Mısırlıları şimdiye kadar karşılaştığı en “dindar” insanlar olarak tanımlamış ve bu halkın “sürekli ve ayrıntılı bir şekilde uyguladığı dinî ritüeller” ilgisini çekmişti.
İlk gerçek gemileri Mısırlılar inşa ettiler, ayrıca matematikte ve tıpta ustaydılar.
Dünyanın ilk uygarlığının kesinlikle dinî bir temel üzerine kurulduğu açıktır. George Roux’nun belirttiği gibi, tanrılar ve onlarla ilgili fikirler “kurumlan şekillendirmek, üretilen sanat eserlerini ve edebiyatı renklendirmek kralların en yüce eylemlerinden tebanın günlük meşgalesine dek her türlü etkinliğe nüfuz etmek suretiyle Mezopotamyalıların kamusal ve özel hayatlarında olağanüstü bir rol oynamıştır”.
Mezopotamyalıların ilk tanrıları “kendilerini andıran görünüme, insansı niteliklere, kusurlara ve insanlara özgü tutkulara” sahip olarak görmeleri ilgi çekicidir. Eski Yunan filozofu Ksenofon da insanların tanrılarını insan biçiminde tasavvur ettiklerine dikkat çekerek şunu öngörür: “Atlar ve öküzler tanrılarının resimlerini yapabilselerdi atlar kendi tanrılarını at biçiminde, öküzler de öküz biçiminde resmederdi.” On sekizinci yüzyılda yaşamış olan Baron Montesquieu, daha özlü bir şekilde şöyle der: “Eğer üçgenlerin bir tanrısı olsaydı üç kenarı olurdu.
İlk tanrıların yaşam ve ölümle ilgili temel konularda, yeterli yiyecek arzının sağlanmasına ve ölüm sonrası insanların yazgısına dair sorumluluklarının bulunduğu açıktır. Uygarlık daha karmaşık hâle geldikçe, tanrılar yasaları uygulama ve yetim çocuklar için barınak sağlama gibi siyasi, adli ve sosyal sorumluluklar da kazandılar. Tanrıların tapmağı bir sosyal hizmetler merkezi hâline geldi. Buna ek olarak, tanrılar diğer tanrılarla diğer şehirlerle savaşa girmeyi haklı kılmak için de kullanılmaktaydı. Şehir devletler arasındaki Mezopotamya savaşları, tanrıların arasındaki bilinen ilk yarışma oldu. Tanrıların kısmen dünyevileşmesiyle eşzamanlı olarak, dünyevi otoriteler de (bu durumda krallar) kendileri için bazı ilahi yetkiler üstlendiler. Böylece kutsal ile dünyevi, yani din ile siyaset en başından iç içe geçmiş oldu.
Tüm sokaklar ve yollar cesetle kaplı,
Bir zamanlar dansçılarla dolu açık alanlarda
insanlar yığınlar hâlinde yatıyor.
Ülkenin kanları şimdi tüm çukurları doldurdu,
kalıba akan bir metal gibi:
bedenler eriyor, güneşte kalmış tereyağı gibi.
Tanrılar savaşları başlatan ve “sıkça nefret ve gazap sergileyenler” olarak nitelendirilirdi. Örneğin, “çatık kaşlı” tanrı Enlil “Kiş halkını öldürerek Erek’teki
evlerini toza çevirmişti”.
Mezopotamya toplumu son derece iyi organize olmuş ve “aynı meslek mensupları ileri düzeyde uzmanlaşmış gruplara ayrılmıştı”; örneğin, balıkçılar
tatlı suda ya da deniz suyunda avlanmalarına göre ayrılmıştı, hatta “yılan
büyücüleri bile kendisine ait bir başkam olan bir ‘lonca’ oluşturmuşlardı”
Tapınak ayrıca, yüzde 33 faizle tüccarlara kredi sağlayan bir kamu bankası işlevi de görüyordu. Bir metne göre, “Tacirler, onları bir tür dokunulmaz sermaye olarak yeniden kullanmak üzere kârlarının bir kısmını resmen tapmağa vermekteydiler”.
Bazı tapınaklar ayrıca “aileleri bakamadığında” çocukların sorumluluğunu
üstlenmişti, “toplumdan dışlanmışları, uyum sağlayamayan yetimleri,
gayrimeşru çocukları ve hatta ucubeleri tapınakların kanatları altına alan
uzun soluklu bir geleneği” sürdürüyorlardı.
Guabba’daki bir tapınak, çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 6.000
işçi istihdam etmekteydi.
Dilbilimci ve Mezopotamya uzmanı Samuel Kramer, insanların “kilden yaratıldıklarına ve yalnızca bir tek amaç için dünyaya geldiklerine” inandıklarını yazmıştır. “Bu amaç, ilahi eylemlerini rahatça yerine getirebilmeleri için tanrılara yiyecek, içecek ve kalacakları bir yer sağlamaktır. Kısacası, Mezopotamya’da yaşama tanrılar hâkimdi.”
“Tapınağa hediyeler sunmak, önemli dinî törenlere katılmak,
ölülerle ilgilenmek, dua etmek, kefaret ödemek ve yaşamının neredeyse
her ânına damgasını vuran sayısız kural ve tabuya göre davranmak
her vatandaşın göreviydi,”
İnsan toplulukları gibi birçok tanrının da birbirleri ile akraba olduğu düşünülüyordu
Tanrıların en çarpıcı özelliklerinden biri, sahip oldukları doğaüstü
güçlere ve ölümsüz olmalarına rağmen, “tamamen insan şeklinde”
tasavvur edilmeleriydi. İnsanlar gibi “plan yapıp ve harekete geçiyorlar,
yiyip içiyorlar, evlenip aile kuruyorlar ve ev geçindiriyorlardı, onların da
insana özgü tutkuları ve zayıflıkları vardı”.
“Hiçbir şey kalıcı değildir… Kalıcılık ezelden beri zaten yoktu. Uyuyanlar ve
ölenler, nasıl da benzerler birbirlerine, ikisi de resmedilmiş ölüm gibidir.”
Gılgamış, azmederek tanrıların ölümsüzlük bahşettiği tek insan olan
Utnapiştim’i bulmak için öbür dünyaya gider. Tanrıların Utnapiştim’i ölümsüz
kılmalarının sebebi, onun daha sonraları Nuh’un Incil’deki öyküsüne
ilham olduğu düşünülen Büyük Tufan zamanında bir tekne inşa ederek
insanoğlunu kurtarmış olmasıdır.
Gılgamış yaklaşık 4.700 yıl önce Uruk şehrinin kralıydı. En yakın arkadaşı ve birlikte maceralar yaşadığı Enkidu öldüğünde Gılgamış da bir gün öleceğini fark ederek dehşete kapılır. “Çok sevdiğim kardeşim Enkidu, faniliğinin sonuna geldi ve ölüm onu aramızdan aldı. Solucanlar onu iyice sarıp sarmalayana kadar yedi gün yedi gece ağladım arkasından. Kardeşim yüzünden ölümden korkuyorum… Çok korktuğum ölüm, yüzünü görmeme izin verme… Nasıl sessiz kalabilirim, sevdiğim Enkidu toprak olduğunda ben nasıl huzur bulabilirim? Ben de ölüp toprağa gömüleceğim.”
Mezopotamya’daki ölüm ve öbür dünya ile ilgili kaygıların bir başka
göstergesi Gılgamış Destanı dır. Bu anlatı, günümüze kadar gelebilmiş
Mezopotamya şiirleri arasında en çok bilineni olup, “dünya edebiyatının
en eski klasiği” olarak kabul edilir.
Öbür dünya, bir nehrin karşısına tekneyle geçerek ulaşılan ve kapısında yedi
bekçi bulunan “yeraltındaki devasa, uçsuz bucaksız bir yer” olarak tasavvur
edilmekteydi. Ereşkigal’in lapis lazuliden yapılmış bir tapmakta yaşadığı
ve öbür dünyadaki sakinlerin tümünün çıplak olduğu düşünülüyordu.
Ölenlerin, Güneş tanrısı Utu ve Ay Tanrısı Nanna tarafından yargılandığına
ve bu tanrıların yaşarken nasıl bir yaşam sürdüklerine göre ölülerin
yazgısını belirleyen bir hükme vardıklarına inanılıyordu. Tanrılar, “iyi
anne-babalar, iyi oğullar, iyi komşular, iyi vatandaşlar ve erdemli davranış
sergileyenler” lehine karar veriyordu. Bu tür erdemli davranışlar arasında
“güçsüzlere merhamet gösterme, hayır işleri yapma, tüm günü hizmet ederek geçirme… kötü söz söylememe ve insanlardan her zaman iyi bahsetme” bulunuyordu.
Alkol sözcüğü aslında Mezopotamya kökenli bir sözcüktür.
Tahıl tanrısı olarak Dumuzi “arpada, özellikle de arpadan yapılan birada
bulunan kudret” idi. Dumuzi, “bira yapımından sorumlu özel bir tanrıça”
olan ve ismi “ağzı dolduran” anlamına gelen Ninka’dan yardım alırdı. Bira,
Mezopotamya’da en popüler içkiydi; 5.850 yıl öncesine ait bir kil tabletin
üzerinde tasvir edildiği gibi, genellikle büyük bir bira bardağının etrafında
oturan insanlar tarafından kamışlarla içilerek paylaşılırdı.
“Mezopotamya dininin en erken biçiminin doğurganlık
ve verimlilik tanrılarına ve insanların hayatta kalmasını sağlayan doğadaki
güçlere ibadet etmek” olduğu sonucuna varmıştır. Bu nedenle en eski
Mezopotamya tanrıları arasında güneş tanrısı Utu, ay tanrısı Nanna, rüzgâr
tanrısı Enlil ve su tanrısı Enki bulunuyordu. Burada belirgin iki temel
tema söz konusuydu: yaşam için gerekli yiyecekleri sağlanması amacıyla
dünyanın bereketli bir yer olması ve insanların öldükten sonraki yazgısı.
Böylelikle yaşam ve ölüm temaları, bilinen en eski dinî düşüncelerde birbiriyle
ilişkilendirilmişti.
Mezopotamya halkı tarihte ilk kez saban çeken, çömlekçi tekerleği çeviren,
at arabası süren, yelkenli tekne kullanan, yasalar yapan ve ağırlık ve ölçü
birimlerini standartlaştıran insanlar olarak kabul edilirler. En önemlisi de
onlar hakkında bu kadar çok şey bilmemizi sağlayan bir yazılı dile sahiplerdi.
Tarihte ilk kez, Homo sapı ensin yaptığı ve düşündüğü şeylerin kalıcı
bir kaydı oluşturuluyordu.
Mezopotamya şehirlerinde 35.000 veya daha fazla insan yaşamaktaydı;
5.000 yıl öncesine kadar Uruk’un nüfusunun 50.000 ila 80.000
olduğu ve buranın dünyanın en büyük kenti olduğu tahmin edilmektedir.
Dolayısıyla, yüksek tanrılar ile kalabalık nüfuslar arasında en başından
beri bir ilişki söz konusudur.
Yazılı olarak, yani tartışmasız bir şekilde kayıtlara geçmiş olan ilk tanrı,
Mezopotamya’daki su tanrısı Enki idi. Bunu Mezopotamya’da, günümüzde
Irak’ın güneyinde Eridu’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan ve yaklaşık
6.500 yıl öncesine tarihlenen, Enki’ye adanmış bir tapmak sayesinde biliyoruz.
En büyük gizem, yeryüzünün ve galaksilerin bereketi ile tesadüfen dünyaya fırlatılmamız değil, bu hapishanede kendimize dair, hiçliğimizi inkâr edecek kadar güçlü imgeler yaratabilmemizdir."
-A N D R É MALRAUX,
LA CONDITION HUMAINE (.İNSANLIK DURUMU). 1932
Yan prefrontal korteksin planlama ve mantık işlevleri nöropsikolojik testlerle araştırılabilir. Böyle bir test olan Hanoi Kulesi, kişinin geleceği planlama becerisini test eder. Wisconsin Kart Eşleme Testi ise kişinin koşullar değiştikçe planlarını değiştirebilme becerisini test eder.
Yan prefrontal korteksin başlıca görevleri planlama yapmak, akıl yürütmek, problem çözmek ve zihinsel esnekliği sürdürmektir; bunların tümüne genel olarak beynin yönetici işlevleri denir.
İnsan beynindeki en önemli planlama merkezi olarak kabul edilen bölüm, yan prefrontal kortekstir.
Yazının icadı bir sonraki bölümde anlatılacağı üzere Mezopotamya’da yaklaşık 6.500 yıl önce gerçekleşti. O dönemde tanrılar tam olarak gelişmiş gibi ortaya çıktıklarından dolayı, ilk tanrıların yazının bulunmasından bir süre önce ortaya çıkmış olması muhtemeldir. Ancak bunun ne zaman ve nerede gerçekleştiğini tam olarak belirlemek henüz mümkün değildir.
Swanson, sosyal ve siyasal açıdan daha karmaşık (daha “egemen örgütlere” sahip) olan toplumlar ile “yüksek tanrıların” (“yerin ve göğün hâkimi olan bir tanrının”) varlığı arasında önemli bir ilişki olduğunu bildirmiştir.
Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesiyle mümkün hâle gelen istikrarlı
gıda arzının desteklediği tarım devrimi sırasında gerçekleşen nüfus artışı,
kritik sayıda insanın bir araya gelmesini sağladı. Altı bin yıl önce bir tanrıyı onurlandırmak amacıyla dünyanın ilk tapmağı Mezopotamya’da inşa edildiğinde, dünya nüfusu tahminlere göre yaklaşık 100 milyona, günümüzden 2.000 yıl öncesinde ise 300 milyona yükselmişti.
Papua Yeni Gine’deki dağlık alanlarda yaşayan yerli grupların keşfedilmesi
ile çeşitli kutsal ruhlara sahip olan ancak görünürde yüksek bir
tanrısı bulunmayan bir toplumu gözlemlemek için alışılmadık bir fırsat
yakalandı. Bu engebeli arazilerde yaklaşık 40.000 yıl önce Modern Homo
sapiens yerleşmiş ve aşağı yukarı 10.000 yıl önce de tarım geliştirilmiş olsa
da bu insanlar altın arayan Avustralyalı maceracılarının buralara geldiği
1930’lu yıllara kadar dış dünya tarafından bilinmiyordu.
On dokuzuncu yüzyılda, İngiliz sosyolog Herbert Spencer,
“Tüm tanrılar aslında güçleri ve cesaretleri ile ün yapmış atalar, kabile kurucuları, savaş şefleri veya nam salmış şifacılardı… her dinin kökeninde
atalara ibadet vardır,” diye kaydetmiştir.
2.300 yıl önce, Makedonyalı Yunan filozofu Euhemerus “Tanrılar başlangıçta insan yöneticilerdi, zamanla kendi cemaatleri tarafından gittikçe kutsallaştırıldılar,” demiştir.
10.000 ile 8.500 yıl öncesine tarihlenen en azından 90 adet sıva yapılmış kafatası bulunmuştur. İngiliz arkeolog Jacquetta Hawkes’a göre, “Bazı kafatasları öylesine ince işçilikle modellenmiş ve gerçek yüze benzetilmiştir ki her biri kült obje olduğu kadar birer sanat eseridir”
Kafatasları daha sonra ailenin evinde veya köyde ortak bir alanda sergilenirdi.
Fransız arkeolog Jacques Cauvin, “Kafatasları aslında evin zeminine
duvar boyunca dizilirdi. Kırmızı kilden topaklar eve getirilip, kafatasları
yuvarlanmasın diye destek olarak kullanılırdı. Böylece kafatasları herkesin
görebileceği şekilde sergilenirdi… Kafataslarının sanat eseri gibi düzenlenmesi
yeni bir şeydi,” diye belirtir.
Modern Homo sapiens işlediği tarlaların yanma yerleştikçe, geniş aileler
birbirlerine yakın evler inşa ettiler. Böyle aile kümeleri 11.000 ila 10.000 yıl
önce yavaş yavaş köy hâline geldi ve o zamana dek Jericho gibi bir köy yaklaşık 2.000 kişilik bir nüfusa sahip oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir