İçeriğe geç

Benim de Söyleyeceklerim Var! Kitap Alıntıları – Umut Sarıkaya

Umut Sarıkaya kitaplarından Benim de Söyleyeceklerim Var! kitap alıntıları sizlerle…

Benim de Söyleyeceklerim Var! Kitap Alıntıları

Şehre usul usul yağmur yağıyordu ve ben ağlıyordum. Ve bir tek şey biliyordum. Şehrin izbe sokaklarında, minik bir kedicik yağmur altında ıslanıyordu, tıpkı benim gibi, tıpkı şiir gibi
Otur iki dakka bi şey konuşucam senle” dedim. “Bak oğlum sende bi nefrettir, bir asiliktir almış başını gidiyor. Sende topluma saygı yok, anaya babaya saygı yok, ideal yok, amaç yok Eeee ne kaldı geriye? Bu mudur yani punk felsefesi, bu mudur metalika ?! Bak yarın bir gün evleneceksin, annen şimdi çeker senin kahrını ama elin kızı iki dakka çekmez seni, kapıya koyar” diye bütün duygu ve düşüncelerimi bir bir anlattım.
Bir müddet sessizlikten sonra “Biliyo musun Umut, bütün insanlardan nefret ediyorum” dedi. Dedim: “He.” Dedi: “Fuck the system.” Dedim: “Rahat ol, ben geniş görüşlü adamımdır. Yer yer bana da geliyor öyle sıkıntı
O an anladım ki o bir cnbc-e, ben ise Flaş TV’ydim. O “Ustalara Saygı Kuşağı”, ben “Türkü Bacı” programıydım
Kedi asildir” dedi, onayladım; “Kedi karakterlidir” dedi, katıldım; “Kedi özgürlüğüne düşkündür” dedi, “Bravo” dedim.
Bi şeye kafanı takmazsan böyle b.kunu yemiş tavuk gibi düşünüp durmazsın.
Seninle muhatap olan yok, terbiyesizlik etme!
Benim alnım ak, sırtım pek. Git kime sorarsan sor beni. Bir tek sevmeyen göremezsin
Takip edilmek değil, birisinin benden bir beklentisi olması, onu düşünmemi beklemesi beni rahatsız ediyordu.
Denize bakarken bir ara dalmışım, “Ulan hayatta Ankara’da yaşayamam, o ne kupkuru şehir, memur kenti” diye içimden geçirdim.
Burda bahsettiğim “özür dilemek” apayrı anlamlar içeriyor. Bir nevi savunma mekanizmasından, yanlış olan bir şeyi düzeltmek yerine onu “özür dilemek” aracılığıyla legal hale getirmekten, bir kurnazlık, bir sinsilik abidesi sözcükten bahsediyorum ben.
“ Gözlüklerini artık takmıyor musun ?” diye sordu bana. Dışarıya bakarak “Hayır” dedim. “E görebiliyor musun peki böyle ?” diye arsız gibi sordu. “Yeterince çirkinlik gördüm, bundan sonra görmesem de olur. Hem ben bazıları gibi mutluluğu uzaklarda aramıyorum, yakınımdakiler yetiyor bana” diye koydum lafı. Semih güldü “Lensleri var” diye yavşakça ispiyonladı beni. Bi müddet sustum ve sonra devam ettim, “Evet görüyorum, uzaklarda bi yerde bi kız çocuğu görüyorum. ‘Geleceğimi düşünmeliyim’ diyor, çocuğu o kafede adisyonla baş başa bırakıp gidiyor, bir zamanlar masum olan bir kız görüyorum ‘Artık büyüdüm’ diyor” dedim. “Belki kız halen masumdur, belki de o çocuk hiçbir zaman onu anlamamıştır” dedi.
“Bir insan kendine karşı bile tamamen açık ve çıplak olamazken, başkasına karşı nasıl olur?”
Aslında takip edilmek değil, birisinin benden bir beklentisi olması, onu düşünmemi beklemesi beni rahatsız ediyordu. Zaten hep böyle olmuyor muydu ki; ben ne kadar kurtulmaya çalışsam da, ne kadar aradığım huzuru yalnızlıkta bulduğumu anlatsam da birileri mutlaka benden bir şeyler bekliyor, bir şeyler istiyor ya da istemeye yelteniyordu.
Gözlüklerini artık takmıyor musun? diye sordu bana. Dışarıya bakarak Hayır dedim. E görebiliyor musun peki böyle? diye arsız gibi sordu. Yeterince çirkinlik gördüm, bundan sonra görmesem de olur. Hem ben bazıları gibi mutluluğu uzaklarda aramıyorum, yakınımdakiler yetiyor bana diye koydum lafı. Semih güldü Lensleri var diye yavşakça ispiyonladı beni.
Sence ben nasıl biriyim? Sen mesela bana baktığında ne görüyorsun? Benim hakkımda ne düşünüyorsun?.
Ben diğer insanlar gibi yaşamımı, hayata bakış açımı Jim Momson, John Lennon ya da Dostoyevski’yle özdeşleştirmiyor, kendimi onlar gibi göremiyordum. Ben ne yazık ki köşedeki sokaktaki, BİM marketiydim.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Şehrin izbe sokaklarında, minik bir kedicik yağmur altında ıslanıyordu, tıpkı benim gibi, tıpkı şiir gibi
Aaa sen okumayı çok seversin, bak sana bi kitap vereyim, roman kahramanını kendimle çok özdeşleştirdim diyerek Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabını hediye etti. Teşekkür edip, kitabı alarak eve gittim. Okan’a atamadığım yumrukları, tekmeleri kitaba savurdum, yumruk içinde bıraktım kitabı. Bir ay sonra aradı sordu. Evet lan, romandaki kahraman aynı sen, hatta tıpkısının aynısı diye cevapladım.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bir insan kendine karşı bile tamamen açık ve çıplak olamazken, başkasına karşı nasıl olur? gibisinden bir cümle okudum. Ne bileyim ben dedim. Hiçbir şey anlamadım.
Benim alnım ak, sırtım pek. Git kime sorarsan sor beni. Bir tek sevmeyen göremezsin..
Birisinin benden bir beklentisi olması, onu düşünmemi beklemesi beni rahatsız ediyordu.
Denize bakarken bir ara dalmışım, Ulan hayatta Ankara’da yaşayamam, o ne kupkuru şehir, memur kenti diye içimden geçirdim.
Böyle düşünen bir kadını kim niye ve nasıl bu hale getirmişti?.. Aylaklığa Övgü kitabından çok etkilendiğini söyleyen bir kadın, şimdi benden set üstü ocak taksidine girmemi istiyorsa ben yakarım o kitabı aga! Neyse, fazla fevrî davranmadan konuyu anlamazlıktan geldim, geçiştirdim.
içime kapanıp bir süre hayatı sorguladım o koşullarda. Kimdi bu insanlar? Ne arıyordum bunların içinde?
Daha küçük bir çocukken ben, bir ilişkinin iki kişiyle yaşandığını ve tabiî ki ilişkiyi sürdürenin de bitirenin de bu iki kişinin duygu ve düşünceleri olduğunu sanırdım. Yanlışmış, aldanmışım Misal, siz genç ve sağlıklı bir birey olarak hayatınıza bir kişinin girmesini istiyorsunuz di mi, imkânsız! O bir kişiyle beraber istemediğiniz, hiç görmediğiniz, belki de hiç sevmeyeceğiniz bi on kişi daha giriyor hayatınıza. Sadece sevgilinize ve onun sorunlarına karşı duyarlılık, hissiyat göstermeniz yetmez. Onun en yakın arkadaşının, en yakın arkadaşının sevgilisinin, ablasının, ablasının nişanlısının, ev arkadaşının, ev arkadaşının eski sevgilisinin sorunlarına, dertlerine de aynı duyarlılıkla eğilmeniz, hatta çözüm arayışına girmeniz gerekiyor. Aksi takdirde o ilişki yürümüyor, tıkanıyor dostlarım.
Zira o an anladım ki o bir cnbc-e, ben ise Flaş TV’ydim. O “Ustalara Saygı Kuşağı”, ben “Türkü Bacı” programıydım. O anda ilişkiyi kafamda bitirip çökeleğimi, bulgurumu alıp eve geldim.
Sabah çıkarken elim çatlamasın diye bizim hanımın kremini sürdüm. Nutricina el kremi, Norveçli balıkçıların da tercihiymiş” dedi. Bunun üzerine bir iki saat Norveçli balıkçılar üzerine tartıştık ve en sonunda “Allah düşmanımı Norveç’te balıkçı etmesin” sonucunu çıkardık bu tartışmadan.
İnsan tarihin nesnesi değil öznesidir;değişir, değiştirir.
Bir insan kendine karşı bile tamamen açık ve çıplak olamazken, başkasına karşı nasıl olur?
“Kâğıt mendiller ” diyerek cebimden bi tomar çıkardım ve sevdiceğime gösterdim “İşte bize dayatılan hayat da tıpkı bunlara benziyor. Kullan, işini görsün ve at, unut onu, sonra yenisini alırsın. Bireyin topluma yabancılaşmasının ilk adımı olan tüketim toplumunu çok güzel özetliyor bu mendiller. Ben var ya, bu tüketim toplumu hadisesinin orta yerine sıçayım sevgilim. Dev şirketler insanları sürekli tüketime sevk ediyor. Ve bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok. İnsanlar yiye yiye dana gibi g.tlerle gezer oldu. Ha şişmanladın mı? Kolay, aynı firma sana light, diet ürünler sunar. Markaları da insanlaştırdı pezevenkler. Daha doğrusu insanlaştırmadılar da bize öyle sundular. Korur, baştan çıkarır, yolda bırakmaz, güven verir, kıskandırır. Sanki ürün, ürün değil bizim mahalledeki Sebahattin Abi, öyle mükemmel bir insan evladı sanki.
Ben diğer insanlar gibi yaşamımı, hayata bakış açımı Jim Morrison, John Lennon ya da Dostoyevski’yle özdeşleştirmiyor, kendimi onlar gibi göremiyordum. Ben ne yazık ki köşedeki sokaktaki, BİM marketiydim. Sattığı ürünleri bir reyona koymak yerine kolile­re istiflemesiyle; dağınık, özensiz ama samimi yapı­sıyla tıpkı bana benziyordu. Asla bir Migros ya da Bauhaus olamayacaktı ya da belki de olmak istemi­yordu (tam bilemiyorum). Migroslardaki gibi müzik yayını yaparak müşterisinin gaza gelip daha çok alışveriş yapmasını sağlayacak kadar kurnaz değil­di. Olması gerektiği gibi sessiz, durağan ve ucuzdu.
Gözlüklerini artık takmıyor musun? diye sordu bana. Dışarıya bakarak Hayır dedim. E görebili­yor musun peki böyle ? diye arsız gibi sordu. Yete­rince çirkinlik gördüm, bundan sonra görmesem de olur. Hem ben bazıları gibi mutluluğu uzaklarda aramıyorum, yakınımdakiler yetiyor bana diye koy­dum lafı. Semih güldü Lensleri var diye yavşakça ispiyonladı beni.
Hayatımın terimleri,
“olmamak”, “inanmamak”, “edememek”, “diyememek” gibi
hep olumsuz terimler.
Bilirsin benim insanoğlundan bıkma,
usanma huyum var.
Kimse neye güveneceğini tam bilmiyor. însan
evlatları olarak, o kadar çaresiz bırakıldık ki sınırlı alanlar
yaratıp içinde sevdiğimiz kişilerle çok yaşamaya çalışmaktan
başka bir çaremiz yok.
Ben diğer insanlar gibi yaşamımı, hayata bakış açımı Jim Momson, John Lennon ya da Dostoyevski’yle özdeşleştirmiyor, kendimi onlar gibi göremiyordum. Ben ne yazık ki köşedeki sokaktaki, BİM marketiydim.
Gözlüklerini artık takmıyor musun? diye sordu bana. Dışarıya bakarak Hayır dedim. E görebiliyor musun peki böyle? diye arsız gibi sordu. Yeterince çirkinlik gördüm, bundan sonra görmesem de olur. Hem ben bazıları gibi mutluluğu uzaklarda aramıyorum, yakınımdakiler yetiyor bana diye koydum lafi. Semih güldü Lensleri var diye yavşakça ispiyonladı beni.
Kendi kendime Yav Umutum, elâlemin derdi tasası derken biz kendimizi ihmal etmişiz be!.. Günlük yaşamın koşturmacası arasında yaşamın zevklerini es geçmişiz, hayhuy derken bir ömrü harcamışız da haberimiz olmamış dedim.
Şehrin izbe sokaklarında, minik bir kedicik yağmur altında ıslanıyordu, tıpkı benim gibi, tıpkı şiir gibi
Çay koyup Kurtlar Vadisi”ni izleyeceğiz. Evet belki biten bir ilişkinin ardından yüreğim yaralı ama en azından kafam rahat
Kitapla, konserle, müzikle, sinemayla yoğrulmuş dolu dolu kırk beş gün geçirmiştik. Gündüzleri çeşitli etkinliklere gidiyor, akşamları ise birer kadeh şarap eşliğinde sinemadan, tiyatrodan, okuduğumuz kitaplardan bahsediyorduk.
Bir evde gündüz ışık yanıyorsa o evde mutsuzluk vardır.
Biliyo musun Umut, bütün insanlardan nefret ediyorum” dedi. Dedim: He. Dedi: Fuck the system. Dedim: Rahat ol, ben geniş görüşlü adamımdır.”
İnsanın kendi kendine rezil olması ne kadar kötü. Hatta birinin görmesinden daha da kötü.
“Bu kadar yabani olmayın insana kardeşim. Biraz girişken ol, ne bileyim bi dost canlısı insan ol. Hiçbir şey demeden yüzüme baktı, sonra elindeki kitabını okumaya devam etti.
Ben sadece yakınındaki, kendinden daha güçsüz kişileri ezen, dışarıda ise kuzu gibi olan adi korkak bir şerefsizim diye abartılı bir günah çıkarmak istedim.
Gerçekten çok korkunçtu. Ben artık nasıl can havliyle koşmuşsam o bozkır ikliminden çıkıp daha ılıman bir iklim süren İstanbul’un Zeytinburnu semtine kadar koşmuşum.
Aaa sen okumayı çok seversin, bak sana bi kitap vereyim, roman kahramanını kendimle çok özdeşleştirdim diyerek Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabını hediye etti. Teşekkür edip, kitabı alarak eve gittim. Okan’a atamadığım yumrukları, tekmeleri kitaba savurdum, yumruk içinde bıraktım kitabı. Bir ay sonra aradı sordu. Evet lan, romandaki kahraman aynı sen, hatta tıpkısının aynısı diye cevapladım.
Haklıydı. Evet belki vizyonum yoktu ama kocaman, sevgi dolu bir kalbim vardı. Ve şimdi kırılmıştı.
“Ulan oğlum ben senin gibi naylon aşklar yaşamıyorum tamam mı. Delikanlı gibi seviyorum. Şimdi sen kim oluyorsun da o küçücük yüreğinle beni anlamaya çalışıyorsun?
Bir insan kendine karşı bile tamamen açık ve çıplak olamazken, başkasına karşı nasıl olur? gibisinden bir cümle okudum. Ne bileyim ben dedim. Hiçbir şey anlamadım.
”Benim alnım ak, sırtım pek. Git kime sorarsan sor beni. Bir tek sevmeyen göremezsin”
Dizginleyemediğim gözyaşlarım hepten koyuverdim ve köpeğin boynuna sarılarak hıçkıra hıçkıra ağladım.
Denize bakarken bir ara dalmışım, Ulan hayatta Ankara’da yaşayamam, o ne kupkuru şehir, memur kenti diye içimden geçirdim.
Akşam yemeğini yedikten sonra Bu ne? O ne ki şimdi? Tövbe estağfurullah! diye gün boyunca dur durak bilmeden yaşadığım yabancılaşma, birden tiksintiye dönüştü. Bırakın insanları, kullandığım elektronik eşyalar bile üzerime geliyor, beni cenderesi altına alıyordu. Gittikçe makineleştiğimi, robotsallaştığımı hissediyordum.
Aylaklığa Övgü kitabından çok etkilendiğini söyleyen bir kadın, şimdi benden set üstü ocak taksidine girmemi istiyorsa ben yakarım o kitabı aga!
İçime kapanıp bir süre hayatı sorguladım o koşullarda. Kimdi bu insanlar? Ne arıyordum bunların içinde?
You know fucking zorluk!
İşsizlik gerçekten zor zanaattır. Sıkıntıda, dertte ilk göze
batan insan, işsizdir. İşsiz kalmanın mağrurluğu ve çevrenin
işsiz kalana anlayışı, işsizliğin süresi uzadıkça azalır.
“Yalnızın dudakları sigara öper, elleri buram buram otuzbir”
“Yalnız hiçbir şeyin sonunu getiremez Her şeyin ortasını yaşar Yalnız orta malıdır, herkes onu kullanmalıdır”
“Yalnızın hayatını kalabalıklar yaşar. Yalnız ölünce nüfus eksilmez”
“İki kere yalnız, iki yalnız eder”
Zira o an anladım ki o bir cnbc-e, ben ise Flaş TV’ydim. O “Ustalara Saygı Kuşağı”, ben “Türkü Bacı” programıydım. O anda ilişkiyi kafamda bitirip çökeleğimi, bulgurumu alıp eve geldim. 
Yarım saat sonra kahvelerimizi içerken el ele dışarıdaki yağmuru izliyorduk. Yağmura baktı ve “Yazık ! Belki de şehrin izbe sokaklarında, minik bir kedicik yağmur altında ıslanıyordur” dedi. Sevgi dolu gibi bir bakışla yüzüne baktım ve ekledim: “Yağsın .mına koyim, yağsın. Barajlar dolar, yazın kuraklık olmaz.”
böyle ateşli nöbetler geçirdiğim bir akşam dayımgiller bize geldi, hep beraber yemeğe oturduk. Önümdeki lokmayı yemiyor sadece çatalımla oynuyordum. Annem neyim olduğumu sordu. “Bi şeyim yok anne. Sadece aç değilim, müsaade ederseniz odama çekilmek istiyorum” dedim. Durumu olgunlukla karşılayıp izin verdiler. Holde kendime ait bir odamın olmadığını fark edip masaya döndüğümde ise dayım benim tabağı ekmekle sıyırıyordu. O günden sonra dayıma karşı hep nötr durdum.
“Bak usta, insan tarihin nesnesi değil öznesidir; değişir, değiştirir
“Abi ellerine n’aptn, gadın eli gibi olmuş” dedim. “Sabah çıkarken elim çatlamasın diye bizim hanımın kremini sürdüm. Nutricina el kremi, Norveçli balıkçıların da tercihiymiş” dedi. Bunun üzerine bir iki saat Norveçli balıkçılar üzerine tartıştık ve en sonunda “Allah düşmanımı Norveç’te balıkçı etmesin” sonucunu çıkardık bu tartışmadan.
Sabah kalkıp doğruca hani seninle saatlerce oturduğumuz, Beşiktaş’taki iskelenin yanındaki o parka gittim. Bir banka oturup ilk defa tek başıma denizi seyrettim. Tek başıma poğaça yedim. Dalgalı denizi seyrederken sürekli seni, geçen mutlu günlerimizi, nasıl olup da bu görkemli ilişkiyi bitirdiğimizi, nerede yanlış yaptığımı düşündüm. Denize bakarken bir ara dalmışım, “Ulan hayatta Ankara’da yaşayamam, o ne kupkuru şehir, memur kenti” diye içimden geçirdim. Ama sonra hemen vazgeçip tekrar seni ve geçmiş günleri düşündüm.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir