İçeriğe geç

Ben Bir Ağacım Kitap Alıntıları – Orhan Pamuk

Orhan Pamuk kitaplarından Ben Bir Ağacım kitap alıntıları sizlerle…

Ben Bir Ağacım Kitap Alıntıları

&“&”

“Okulda ilk öğrendiğim şey bazılarının aptal olduğu, ikinci öğrendiğim şey ise bazılarının daha da aptal olduğuydu.”
“Yalnızlığımın asıl sebebi ise hangi hikâyenin parçası olduğumu benim de bilememem.”
“Korkutucu olan ne mezarlıktaki acıklı taşlardı, ne yapayalnız serviler, ne de ıssız gecedeki kurt ulumaları. Dünyayı korkulacak kadar şaşırtıcı yapan şey, âlemin sanki bir hikâye anlatmaya kalkmasıydı.”
“Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum.”
“Gözyaşları içindeki bir erkek niye telâşlandırır bizi? Ağlayan bir kadını, günlük hayatımızın bir parçası olarak görebilir, içtenlik ve sevgiyle benimseriz onu. Ağlayan bir erkek ise bir çaresizlik duygusuyla doldurur içimizi.”
“Kızımın gerekçesi, aynı zamanda başka pek çok Türk kadınının da gerekçesidir.”
Ağabeyimin yanımda olması, tehlikelerle benden önce onun yüzleşeceği gibi belli belirsiz bir inanç korurdu beni.
Ben bir ağacın kendisi değil,manası olmak istiyorum.
Ağlayan bir erkek çaresizlik duygusuyla doludur.
Ağlayan bir erkek ise çaresizlik duygusu ile doldurur içimizi.
“Birazdan, birazdan uyuyacak, karanlığın içinde hepsini, hepsini unutacaksınız.
Hepsini unutacaksınız: Sizden üstün olanların acımasız gücünü, söylenmiş o düşüncesizce sözleri, budalalıkları, yetiştiremediğiniz işleri, anlayışsızlığı, ihaneti, haksızlığı, aldırışsızlığı, sizi suçlayanları ve suçlayacak olanları, parasızlığınızı, hızla geçen zamanı, hiç geçmeyen zamanı, kavuşamadıklarınızı, yalnızlığınızı, utancınızı, yenilgilerinizi, zavallılığınızı, acıklı halinizi, felâketleri, felâketlerin hepsini, hepsini birazdan unutacaksınız.”
“Bütün cihandan kaçıp, denizler aşıp, kuşlar, meyvelerle dolu bir adada huzur bulan iki sevgilinin mutluluğuna eşlik etmek isterdim!”
Boğaz’ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi? Sanmıyorum. Bayram şenliğine çıkmış çocukların keyfi ve heyecanıyla birbirimizi öldürdüğümüz bugünlerde hangimiz bir şey okuyup dünyadan haberdar oluyor ki? Köşe yazarlarımızı bile, dirsekleştiğimiz vapur iskelelerinde, kucak kucağa yuvarlandığımız otobüs sahanlıklarında, harflerin tir tir titrediği dolmuş koltuklarında yarım yamalak okuyoruz. Ben haberi bir Fransız jeoloji dergisinde okudum.
Karadeniz ısınıyor, Akdeniz soğuyormuş. Bu yüzden esneyerek yayılan deniz sahanlıklarının dibindeki muazzam mağaralara deniz suları boşalmaya, aynı tektonik kıpırdanmalar sonucu da Cebelitarık, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının tabanı yukarı çıkmaya başlamış. Boğaz kıyısında konuştuğumuz son balıkçılardan biri, eskiden demirlemek için bir minare boyu zincir attığı sularda şimdi teknesinin karaya oturduğunu söyleyerek sordu: Başbakanımız bu konuyla ilgilenmiyor mu hiç?
Bilmiyorum. Bildiğim, giderek artan bir hızla ilerlediği açıklanan bu gelişmenin yakın gelecekteki sonuçlarıdır. Besbelli, kısa bir zaman sonra, bir zamanlar ‘Boğaz’ dediğimiz o cennet yer, kara bir çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler gibi parladığı bir zifiri bataklığa dönüşecek. Sıcak bir yaz sonunda ise, bu bataklığın, küçük bir kasabayı sulayan alçakgönüllü bir derenin tabanı gibi yer yer kuruyup çamurlaşacağını, hatta binlerce geniş borudan şelâleler gibi gürül gürül akan lâğımların suladığı yamaçlarda otların ve papatyaların yeşereceğini tahmin etmek zor değil. Kız Kulesi’nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni bir hayat başlayacak.
Ama aslında, insanın artık hiçbir zaman hikâyenin aslı hangisidir, hayatın aslı hangisidir anlayamayacağını anlattım. Çünkü, aslında, her şeyi unuttuğumu, her şeyi unuttuğumu, her şeyi unuttuğumu anlattım. Çünkü aslında yaşlı, mutsuz, huysuz ve yalnız olduğumu ve ölmek istediğimi anlattım.
“Oğlum, çok öfkelisin, ama bu türban meselesinin böyle siyasi bir hale gelmesinin altında Türkiye’yi ikiye bölüp zayıf düşürmek isteyen dış güçlerin olduğu hiç aklına gelmedi mi?”
Milli Eğitim Bakanlığımızın ders kitapları da aynı mantıkla yazılmıştır. Türkiye beş bölgeden oluşur. İneğin işkembesi dört kısımdan yapılmıştır. 1538 Preveze Deniz Muharebesi iki aşamaya ayrılır. Dünyada beş kıta ve 1699 Karlofça anlaşmasında yedi madde vardır. Osmanlı Devleti ve fetihleri beş nedenden bir duraklama devrine girmiştir. Türk alfabesinde yirmi dokuz harf, suyun içinde de iki eleman vardır.
Okula gitmek istemiyorum, diyorum. Sonra sabah oluyor ve okula götürüyorlar beni. Hiç gülemiyorum, önüme bakıyorum, ağlamak istiyorum. Sırtımda askerler gibi koca bir çanta, yokuş yukarı çıkıyorum, gözüm yokuşu çıkan
küçük ayaklarımda. Her şey çok ağır, sırtımdaki torba, midemdeki sıcak süt. Ağlamak istiyorum.
Okula giriyorum. Bahçe kapısı demir ve kara, kapanıyor. Anne bak ben içeride kaldım, ağlıyorum.
Sonra sınıfa gidip oturuyorum. Dışarıdaki bulut olmak istiyorum.
Kalem, defter, silgi; kahrolsun hepsi!
Herkes mi? Herkes gitsin o zaman. Ben evde kalsam ne olur? Zaten dün gitmiştim. Yarın gitmeyeyim, öbür gün giderim.
Evde yatağımda olsaydım. Ya da odada. Kendi başıma. Şu okulda olmasaydım da nerede olursam olsaydım.
Okula gitmeyeceğim, hastayım. Görmüyor musunuz, okul deyince midem bulanıyor, karnım ağrıyor, o sütü bile içemiyorum.
Süt içmeyeceğim, hiçbir şey yemeyeceğim, okula da gitmeyeceğim. Çok üzülüyorum. Kimse beni sevmiyor. Okulda o iki çocuk var. Ellerini açıp benim yolumu kesiyorlar.
Ruhumun karanlık bir yanına seslenen, beni oyalayan, kendi varlığım ve unutmak istediğim yalnızlığımı daha çok hissettiren bu “yok olma” anları, aile felaketleri, kavgalar yüzünden çok az gözyaşı döktüm.
Çoğu zaman bu kavgalar sofrada başlardı. Daha sonraki yıllarda babamın aldığı araba (1959 model Opel Record) kavgaların başlaması için daha da elverişli oldu, çünkü hızla giden bir arabadan inmek, sofradan kalkmanın tersine, kavgacıların kolayca yapamayacağı bir şeydir. Bazan günlerce planlanmış araba yolculuklarının ya da Boğaz’a gittiğimiz basit pazar gezintilerinin daha ilk dakikalarında kavga patlak verince ağabeyimle bahse girerdik: Acaba babam ilk köprüden sonra mı, yoksa ilk benzinciden sonra mı sıkı bir frenle arabaya bir U dönüşü yaptırıp, götürdüğü yükünü aldığı iskeleye öfkeyle gerisin geriye boşaltan kaptan gibi bizi eve götürüp bırakacak, kendisi de arabasıyla bir başka yere gidecekti.
Yatağınıza girdiniz. Tanıdığınız eşyalar arasında kendi kokunuz ve anılarınızla dolu çarşaflar, battaniyeler arasına yerleştiniz, başınız yastığınızın tanıdık yumuşaklığını buldu, yana döndünüz, bacaklarınızı karnınıza çekerken boynunuzu öne eğdiniz, yastığın serin yüzü yanağınızı serinletti: Birazdan, birazdan uyuyacak, karanlığın içinde hepsini, hepsini unutacaksınız.
Hepsini unutacaksınız: Sizden üstün olanların acımasız gücünü, söylenmiş o düşüncesizce sözleri, budalalıkları, yetiştiremediğiniz işleri, anlayışsızlığı, ihaneti, haksızlığı, aldırışsızlığı, sizi suçlayanları ve suçlayacak olanları, parasızlığınızı, hızla geçen zamanı, hiç geçmeyen zamanı, kavuşamadıklarınızı, yalnızlığınızı, utancınızı, yenilgilerinizi, zavallılığınızı, acıklı halinizi, felâketleri, felâketlerin hepsini, hepsini birazdan unutacaksınız.
Uyuyamıyor musunuz?

[Kara Kitap’tan. Celâl Salik anlatıyor.]

Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum.
Bu yüzden ben de bilmiyorum hangi sahifeden düştüğümü. Sizden ricam bana bakıp bunu söylemeniz: Acaba Leyla’yı çadırında çoban kılığında ziyaret eden Mecnun’a gölge mi olacaktım? Umutsuz inançsızın ruhundaki karanlığı anlatayım diye gecenin içine mi karışacaktım? Bütün cihandan kaçıp, denizler aşıp, kuşlar, meyvelerle dolu bir adada huzur bulan iki sevgilinin mutluluğuna eşlik etmek isterdim! Diyar-ı Hind’i fethederken başına güneş geçip günlerce burnu kanaya kanaya ölen İskender’in son anlarına gölge olmak isterdim. Yoksa oğluna aşk ve hayat nasihatları veren babanın gücünü ve yaşını ima etmeye mi yarayacaktım? Hangi hikâyeye mana ve zarafet katacaktım?
Ben bir ağacım, çok yalnızım. Yağmur yağdıkça ağlıyorum. Allah rızası için kulak verin şu anlatacaklarıma. Kahvelerinizi için, uykunuz kaçsın, gözleriniz açılsın, bana cin gibi bakın da size niye bu kadar yalnız olduğumu anlatayım.
1. Üstat meddahın arkasında bir ağaç resmi olsun diye aharsız kaba kâğıda alelacele resmedildiğimi söylüyorlardır. Doğru. Şimdi yanımda ne başka narin ağaçlar, ne yedi yapraklı bozkır otları, ne kimi zaman Şeytan’a ve insana benzeyen lüle lüle karanlık kayalar, ne de gökte kıvrım kıvrım Çin bulutları var. Bir yer, bir gök, bir ben, bir de ufuk çizgisi. Ama hikâyem daha karışık.
2. Bir ağaç olarak illaki bir kitabın parçası olmam şart değil. Ama bir ağaç resmi olarak herhangi bir kitabın sayfası değilim diye huzurum kaçıyor. Bir kitapta bir şey göstermiyorsam putataparlar ve kâfirler gibi resmimin duvara asılıp bana secde edilip tapılacağı geliyor aklıma. Erzurumi
Hocacılar duymasın, bundan gizlice övünüyorum ve sonra utançla çok korkuyorum.
3. Yalnızlığımın asıl sebebi ise hangi hikâyenin parçası olduğumu benim de bilmemem. Bir hikâyenin parçası olacaktım, ama bir yaprak gibi düştüm oradan. Onu anlatayım:
Ama çocukluğumuzun bir de toplumsal yanı vardır. Aile hatıraları, anne-baba kavgaları, ayrılıklar, yediğimiz dayaklar, okulda yaşadıklarımız, okula olan sevgimiz ve nefretimiz yaşadığımız toplumun ve ülkenin yapısı hakkında da en ince ipuçlarını verir bize.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Bir ağacı konuşturmak, bir celladı anlamak, âşık bir padişahın kıskançlığını görmek daha kolaydı eskiden.
uykusuzluk gecelerinde, tıpkı benim gibi, anıları ihtiyardan öyle bir kaçıyormuş ki, bir türlü geçmeyen zamanın ve gecenin ortasında, kimliksiz, kişiliksiz, kokusuz, renksiz bir dünyada, o zamanlarda yabancı dergilerden çeviri yazılarda sözü çok edilen Ay’ın öteki yüzünde" yapayalnız olduğunu sanıyormuş adam.
Hafızamızın, biz yaşlandıkça fazla yük taşımak istemeyen huysuz bir yük hayvanı gibi attığı ağırlıklar en sevmediği yükler midir, en ağırları mı, yoksa en kolay düşenler mi?
“İyi bir eğitim, zenginle fakirin farkını ortadan kaldırır!”
Okulda ilk öğrendiğim şey bazılarının aptal olduğu, ikinci öğrendiğim şey ise bazılarının daha da aptal olduğuydu.
Okulda ilk öğrendiğim şey bazılarının aptal olduğu, ikinci öğrendiğim şey ise bazılarının daha da aptal olduğuydu.
Dışarıdaki bulut olmak istiyorum.
Okulda ilk öğrendiğim şey bazılarının aptal olduğu, ikinci öğrendiğim şey ise bazılarının daha da aptal olduğuydu.
Her şeyin her şeyi tekrar ettiği ve bu yüzden yaşlanıp ölmek olmasa insanın zaman diye bir şeyin varolduğunu hiç fark edemediği ve alemin de zaman hiç yokmuş gibi hep aynı hikayeler ve resimlerle resmedildiği hem eski hem yeni bir zamanda…
Bayram şenliğine çıkmış çocukların keyfi ve heyecanıyla birbirimizi öldürdüğümüz bugünlerde hangimiz bir şey okuyup dünyadan haberdar oluyor ki ?
Bugün ne yaptığınızı ve yarın ne yapacağınızı değil,sizi uykunun unutuşuna kavuşturan o tatlı anları düşünün.
Canım, güzelim, kederlim,felaketler zamanı gelip çattı,gel bana,nerede olursan ol gel,ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhanede,ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında,ister dağınık mavi bir yatak odasında,nerede olursan ol,vakit tamam, gel bana;yaklaşan korkunç felaketi unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.
İstekler hiç anlaşılmayan bir şekilde bir veba gibi yayılırdı.
Ama aslında,insanın artık hiçbir zaman hikayenin aslı hangisidir,hayatın aslı hangisidir anlamayacağını anlattım.Çünkü aslında,her şeyi unuttuğumu,her şeyi unuttuğumu,her şeyi unuttuğumu anlattım.Çünkü aslında yaşlı,mutsuz,huysuz ve yalnız olduğumu ve ölmek istediğimi anlattım.
Hep başka şeyleri anlatmayı düşledim.
Yıllar sonra rastladığınız eski bir arkadaşınız,yanındaki karısı ya da ahbabına,kendi geçmişini ilginç gösterebilmek için,sizi çok ilginç buluyormuş ortak ne anılarınız,ne sırlarınız varmış gibi yaparak sizi şaşırtır ya,o da öyle yaptı bana,ama ben şaşırmadım.Yalnızca hayali anıları daha da ilginç kılan o role,benim onun geçmişte bıraktığı sefil ve acıklı hayata hala devam ettiğim oyununa girmedim.
Sanki olmam gereken kişi peşimdeydi.
Şehrin bir yerinde bir yerde,benimle öpüşmek isteyen bir kadın beni bekliyormuş gibi bir sabırsızlık ve telaş vardı üzerimde.
Bir keresinde bütün gövdemi,bütün ruhumu sonuna kadar kaplayan bir öpüşme isteğine kapılmıştım.
İstanbul’un en güzel köşelerindeki küçük odalarda tül perdeler arasından süzülen güneş ışığının gövdelerimize nasıl vurduğunu ben unuttum.Gişedeki soluk Rum kızına aşık olarak deliren bilet karaborsacısının,hangi sinemanın kapısında çalıştığını unuttum,Gazeteniz için rüyalarınızı yorumlarken,benimle aynı rüyaları gören sevgili okuyucularımın adlarını ve onlara mektupla yolladığım esrarı çoktan unuttum.
Hafızamızın,biz yaşlandıkça fazla yük taşımak istemeyen huysuz bir yük hayvanı gibi attığı ağırlıklar en sevmediği yükler midir?en ağırları mı,yoksa en kolay düşenler mi?
Bana kalırsa,akıllı bir koca,karısına selam söyleyen bütün erkeklerin selamını unutmalıdır.
Defalarca çiğneyeceği önemli bir hayat kuralını da Mevlüt o günlerde öğrendi.Kıskançlık acısı çekmek istemiyorsa herkesin beğendiği güzel kadınlarla ilgilenmemeliydi.
Müdürün,okululun ve Türkiye’nin geleceği konusunda kalbini kıran şey bin sekiz yüz öğrencinin istiklal Marşı’nı hep birlikte ve aynı anda söyleyememesiydi.Herkesin kendi köşesinde tek başına İstiklal Marşı’nı kendi bildiği gibi söylemesi,hatta bazı dejenere yozların"hiç söylememesi müdürü çileden çıkarırdı.Bazen okul bahçesinin bir köşesindeki öğrenciler marşı bitirdiklerinde öteki köşedekiler yarısına gelmemiş olur,marşın hep birlikte ,"tek bir yumruk"gibi söylenmesini isteyen müdür,yağmur kar aldırmaz,marşı bin sekiz yüz öğrenciye yeniden yeniden söyletir,bazı öğrenciler de bozgunculuktan ve inattan ahnegi bozar,bu da gülüşmelere ve üşüyen vatansever öğrencilerle alaycı ve umutsuz bozguncular arasında kavgalara yol açardı.
Okula gitmek istemiyorum, diyorum.Sonra sabah oluyor ve okula götürüyorlar beni.Hiç gülemiyorum,önüme bakıyorum,ağlamak istiyorum.Sırtımda askerler gibi koca bir çanta,yokuş yukarı çıkıyorum,gözüm yokuşu çıkan küçük ayaklarımda.Her şey çok ağır,sırtımdaki torba,midemdeki sıcak süt.Ağlamak istiyorum.Okula giriyorum.bahçe kapısı demir ve kara,kapanıyor.Anne bak ben içerde kaldım.Ağlıyorum.Sonra sınıfa gidip oturuyorum.
Dışarıdaki bulut olmak istiyorum.
Okul denen yerin aslında temel soruları cevaplamadığını,yalnızca onları hayatın gerçeği olarak benimsememize yardım ettiğini çıkarmıştım.
Bazı öğretmenler tahtaya çektikleri öğrencinin bilgisini sınamaktan çok cehaletini sergileyip aşağılamaktan ne kadar hoşlanırsa,bazı öğrenciler de durumu idare edip kurtarmaktan çok,aşağılanmaktan daha çok hoşlanır gibi davranırlardı.
Osmanlı okullarında atılan dayaklar,hocanın oturduğu yerden öğrenciye indirdiği uzun değnek,Ahmet rasim’in(1865-1932) Falaka,Gecelerim adlı çocukluk ve okul anılarındaki falaka,daha sonraki yılların ders kitaplarında Cumhuriyet ve Atatürk öncesinde kalmış kötülükler gibi sunulurdu bize.Ama zengin Nişantaşı’ndaki paralı özel Işık lisesi’de bile,modernleşme denen yeniliklerin bir kısmının güçsüzlere uygulanan baskının yenileşmesi demek olduğunu,artık falaka ya da değnek yerine,kenarlarına ince ve sert bir mika parçası geçirilmiş Fransız malı cetveller kullanan,Osmanlı’dan kalma ihtiyar ve aksi hocalar sezerlerdi sanırım.
Her ödev kontrolünde birkaç kişinin ödevini yapmadığı halde,yapmış da,şimdi defterin sayfaları arasında bir türlü bulamıyormuş pozuna öğretmen bunu hiç yutmadığı halde,neden başvurduğunu,hiç anlayamazdım.Bir anlık telaştan ve korkaklıktan,şimdi bulamıyorum öğretmenim"demek cezayı yalnızca bir kaç saniye geciktirir,ama tokadın ya da kulak çekmenin şiddetini daha da artırırdı.
Bütün sınıf dersi değil cezalandırılan öğrencinin tek ayak üzerinde ne kadar durabileceğini izlediği için uygulanmazdı.Tek ayak üzerinde durmasa da,köşeye sürülen haydutlar,çöp tenekesine tükürmek,öğretmene çaktırmadan sınıfa kaş-göz işareti yapmak gibi bende hayranlıktan çok kıskançlık ve öfke uyandıran şeyler yapardı.
Türkçe dersinde bir şeyler okurken,satır bitince,bir alttaki satırdan değil de iki alttaki satırdan okumaya devam eden ve bütün dikkatine rağmen sınıfın güldüğü yanlışını bir türlü düzeltemeyen o kederli çocuk vardı mesela.
Kalkan parmakları görünce öğretmenin sorusunu işitmememe rağmen telaşla bende parmağımı kaldırır ve doğru cevabı bildiğimden çok emin bir pozla beklerdim.Öteki öğrencilerin cevaplarından öğretmenin sorusunun henüz ne olduğunu çıkaramadığım o ilk anlarda bile,hayaller içindeki aklımda cevabı çok iyi bildiğime ilişkin boş bir utanç belirirdi.
Pencereden gördüğüm bulutu bir tilkinin burnuna,kafasına,sonra bir köpeğe benzetirdim.Artık köpek şekil değiştirmesin,bulut köpek olarak yoluna devam etsin isterdim,ama biraz sonra bulut babaannemin hiç açılmayan vitrinindeki ayaklı gümüş şekerliklerden birine dönüşürdü.
Ağabeyimin yanımda olması,tehlikelerle benden önce onun yüzleşeceği gibi belli belirsiz bir inanç korurdu beni.
Kayıp olduğu ya da çalındığı çok daha sonra anlaşılan bir bisiklet ya da artık okula gelmeyen bir sınıf arkadaşı gibi yokluğunu iyice ve acıyla fark ettiğimizde bu yokluğa çoktan alışmış olduğumuzu da hissederdik.
Bazen babam uzak bir yerlere giderdi.
Handan Sultanın cücelerini düşünün.1.Ahmet’in annesi çok sevdiği bu dostlarını mutlu edebilmek için onlara Üsküdar’da bir cüceler evi yaptırmış,yıllarca burada yaşayan bu dostları daha sonra gene Sultan’dan aldıkları bir destekle kendilerini bilinmeyen bir ülkeye,haritada bile yerini bulamadıkları bir cennete götürecek bir kalyon yapıp,suya indirip İstanbul’dan uzaklaşmışlardı.Yolculuk sabahı dostlarından ayrılan Handan Sultan’ın kederiyle,ona kalyondan mendil sallayan cücelerin hüznünü,sanki siz de birazdan İstanbul’dan,çok sevdiklerinizden ayrılıyormuşsunuz gibi düşünün.
Bugün ne yaptığınızı ve yarın ne yapacağınızı değil,sizi uykunun unutuşuna kavuşturan o tatlı anları düşünün.
Ben bir ağacın kendisi değil,manası olmak istiyorum.
Bir büyük üstad Frenk nakkaşı ile başka büyük bir nakkaş ustası bir frenk çayırında yürürler ve ustalık ve sanat üzerine konuşurlarmış.karşılarına bir orman çıkmış.Daha usta olanı,ötekine şöyle demiş,Yeni usullerle resmetmek öyle bir hüner gerektirir ki,"demiş,"Bu ormandaki ağaçlardan birini resmettin mi,resme bakan meraklı buraya gelip,isterse o ağacı diğerlerinden ayırt edip bulur."
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir