İçeriğe geç

Bekir Berk Kitap Alıntıları – İhsan Atasoy

İhsan Atasoy kitaplarından Bekir Berk kitap alıntıları sizlerle…

Bekir Berk Kitap Alıntıları

Herhalde sen, bu devrin Ebu Cehilleriyle savaşmakla vazifelisin”
Dışarı çıkarken paltosunu tutmak istedim. Kendimiz yapabileceğimiz işlerde birbirimize yardım etmeyelim. Dedi
Sadece yemeğe başladığında değil her lokmayı alırken besmele çekiyordu. Niçin böyle yapıyor diye sordum. Geçmiş nimetlerin şükrünü kaza ediyor diye cevap verdiler
İz Bırakan Şahsiyet
Mustafa Çalışan
TARİHE İZ BIRAKAN abide şahsiyetler vardır. “Bu kubbede hoş bir seda bırakma”nın yakın geçmişteki en güzel örneğini, Av. Bekir Berk’in şahsında gördük.
Bu aziz insanı ilk defa Cidde Radyosunda 1970’li yıllarda Risale-i Nur sohbetleri yaptığı zaman tanımıştım. O ne güzel ses ve ne etkileyici bir okuyuştu. Dinleyenleri âdeta büyülüyordu.
1980’de henüz hayata yeni atıldığım dönemde kimden ve nasıl olduğunu bilemediğim bir zarf aldım. İçinde 35 #215;50 cm ebadında çeşitli Mekke ve Medine fotoğrafları vardı. Bir anlam verememiştim. Posterlerin arkasına baktığımda kendi el yazısıyla bir mesaj vardı:
“Aziz Kardeşim Mustafa Çalışan,
“Beytullah, sizi de bekliyor!
“Bekir Berk”
O güne kadar kendisiyle hiç tanışmamıştım. Bu yüzden çok şaşırmıştım. Fakat hizmetle ilgili herkesi bu kabil şeylerle onore ve motive etmek, onun âdetiydi. O zamanlar hacca gidebilme hayalim bile yoktu. Duasının bereketiyle l994’te o mübarek topraklara gitmek nasip oldu!
1989 Ekim’i ortalarıydı. Kutsal topraklarda 16 yıl yaşayan efsane avukat Bekir Berk, İstanbul’a dönüyordu. Yeşilköy Hava Limanını dolduran sevenleri arasında tekerlekli sandalyeyle göründü. Evet, o tarihî şahsiyeti, tebessüm eden o hasta hâliyle bile çok farklı bir şahsiyet olarak algıladım. Gerçek bir mümin, bir dava adamı, yaşayan bir hizmet abidesi olarak karşıladık.

Bekir Berk’e Göre Muhabbet
Daha sonraları İstanbul Fatih’teki evinde ziyaretlerim sırasında, hasta olmasına rağmen onun hep pozitif enerjisine şahit oldum. Bir muhabbet abidesiydi âdeta. Bir gün kendilerine “Muhabbet nedir, nasıl olmalıdır?” diye bir soru yönelttim. O buğulu ve büyüleyici ses tonuyla verdiği cevap, mahkeme müdafaalarındaki çağlayanlar gibi üslûbuyla hâlâ kulaklarımda çınlar:
“Ben muhabbet deyince, bir annenin evlâdına beslediği duyguyu anlarım.
“Ben muhabbet deyince, bir babanın evlâtlarına gösterdiği alâkayı anlarım.
“Ben muhabbet deyince, tavuğun civcivleri üzerine kanat germesini anlarım. Ben kurtların, aslanların yavrularını şefkatle beslemelerini, dişleriyle enselerinden yakalayıp şefkatle yuvalarına götürmelerini hatırlarım.
“Ben muhabbet deyince, yuvalarında kuşların yeni doğan yavrularının ağzına yem vermelerini hatırlarım.
“Ben muhabbet deyince, her şeyden önce İki Cihan Güneşinin (a.s.m.) ashabına gösterdiği sevgiyi hatırlarım.
“Ben muhabbet deyince, velilerin, mücedditlerin, mehdilerin cemaatlerini dalâletten, Cehenneme düşmekten kurtarmak için sarf ettikleri hizmeti hatırlarım.
“Muhabbet, garazsız, Allah için sevmektir.
“Muhabbet, Allah için müdafaa etmektir.
“Muhabbet, Allah için yardım etmektir. Gariplere, yetimlere, kuvvetten kesilmiş ihtiyarlara, eli ayağı tutmayanlara gösterilen alâka olarak bilirim muhabbeti.
“Ben muhabbet deyince, hepsinin üstünde ve başında Cenab-ı Hakkın, bu kadar kusurlara, isyanlara, deccallara, tağutlara ve onlara tâbi olanlara rağmen bu kâinatı, tövbeye gelirler diye hâlâ helâk etmemesinin hikmetini anlarım.”

Hep Verici Olmak İsterdi
Son günlerinde Prof. Dr. Mim Kemal Öke’yle birlikte, hayatını belgesel olarak hazırladık. Çok enteresandır; çekimler bitti, Bekir Ağabeyin de bu dünyadaki rolü bitti. Yine çok enteresandır; filmin son sahnesi, onun cenaze merasimiyle noktalandı.
O, İslâm’a hizmet edenleri, gönül dostlarını hiç unutmazdı. Vefakârdı, kadirşinastı ve âlicenaptı. Hediye vermeyi çok severdi. Hep verici olmak isterdi. Bu konuda bir hatıramı kaydetmek isterim:
Merhum Prof. Dr. Ayhan Songar ve eşi Dr. Reyhan Songar, kadim dostlarıydı. Cidde yıllarında da sık sık görüşürlerdi. Bekir Berk, İstanbul’a geldiğinde bu dostluk devam etti.
Bir ramazan bayramı, Bekir Ağabeyin riyasetinde Ayhan Hocanın Yeşilköy’deki evine gittik. Ayhan ve Reyhan Songar, Hicaz’da Bekir Berk’in kendilerine hediye ettiği gözlük ve kılıfını hâlâ hatıra olarak sakladıklarını, bize göstererek anlattılar.
Kaderin cilvesi; l6 Haziran 1992’de bu kadim iki dost, Fatih Camii avlusunda bu fâni dünyada son kez beraber oldular!
Fethullah Hocaefendi, cenaze namazını kıldırdıktan sonra Ayhan Songar Hoca kısa, ama çok anlamlı bir konuşma yaptı. Dedi ki:
“Hoca, ‘Bekir Berk merhuma hakkınızı helâl edin.’ diyor. Bizim onda hakkımız yok ki; asıl onun hepimiz üzerinde hakkı var! Sen hakkını bize helâl et Bekir Berk!”
O, mazlumların avukatıydı. O, “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez.” ilkesini kendine rehber etmişti. Bunun için “hiçbir ayırım yapmadan tüm Müslümanları kucaklayan ve hakkın müdafaasını yapan zat” olarak Türk milletinin kalbinde farklı bir yer işgal etmişti.
Ben, heyecanı, dinamizmi, coşkuyu, sevgiyi, insanlığı, İslâmlığı, asaleti, vakarı, dirayeti, idealizmi, kaliteyi, titizliği, estetiği, güzelliği, tevazuu, otoriteyi, ciddiyeti tüm detaylarıyla şahsında mezceden kimlik ve kişilik sahibi olmanın numunesini onda gördüm, onda tanıdım.
Ruhu şad, makamı Cennet olsun

Ali Ulvi Kurucu’nun ifadesiyle onun her anı:
Kar kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz.
Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.
mısralarındaki gibiydi.
Hayalim, bir şeritli yol gibi. Elbistan yolları, Malatya, Elâzığ, Tunceli, Erzincan
Erzincan’da bir kuş var,
Kanadında gümüş var.
dese de şarkılar, orada Refet Kavukçu ve arkadaşlarından başka kim var?
Mektubunuzdan şehit Şahin Beyin köprübaşındaki şahlanışını seyreder gibiyim.
Mektubunuzda:
Artar cihatla şavkımız,
Fahr-i Resul Sultanımız.
Şer’i bize ihsan-ı hak,
Uğrunda aksın kanımız ahdi gürler gibidir.
Mektubunuzda Necmi’ler, Apay’larla beraber hep marş okuyoruz:
Şu kopan fırtına, Türk ordusudur ya Rabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi!
(Bana böyle bir ölüm veya hayat nasip et ya Rabbi!)
Ve yollarda beraberiz:
Yürekler kabarık, gözlerde damla,
Sen böyle yürürken tuğla, sancakla,
İslâm zaferleri geliyor akla.
Acz ve fakrını idrak eden bir kişi olarak, gözyaşlarıyla, duayla, niyazla yıkanmak istiyorum
Ruhum ve kalbim bahara garkoldu.
İçimde kuşlar ötüşüyor. Sular şırıldıyor, yapraklar hışırdıyor. Kuzular çimenlerde, çiçekler arasında meleşerek zıplıyor.
Sahilde dalgalar, kumsaldaki çakıllarla oynaşıyor. Martılarla balıklar sanki kovalamaca oynuyor.
Yamaçlardan bir çobanın kaval sesleri, bir âşığın türküsü yükseliyor. “Oy Mehmed’im Mehmed’im.” sesi dalga dalga dağılıyor. Rüzgâr, ağaçların saçlarını tarıyor, çimenlerin yüzünü okşuyor. Ve ben, hayalimin atına atlamış, uçuyorum!
Zaman zaman vatan hasreti ve eski dostlarına olan özlemi ağır basar, gurbet, bir yara gibi hassas ruhunu kanatırdı.
“İstihdam”a o kadar inanmıştı ki “İstihdam ediliyoruz.” cümlesi, hayatının parolası olmuştu.
Kar kış demez, irkilmez üzülmez, acı duymaz.
Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.
Tarık bin Ziyad, İspanya’yı fethedince, nefsine şöyle hitap etmişti:
“Ey Tarık! Aşılmaz dağları aştın, geçilmez deryaları geçtin. Nice şehirleri fethettin. Önünde düşman sarayları, ayaklarının altında düşman kelleleri var. Bunlara bakıp gururlanma! Sen, arkana bak. Geldiğin, arkana bıraktığın çölleri unutma. Seni buralara çıkaran Rabbine şükret.”
Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez.
Bekir Berk’e Göre Muhabbet
Daha sonraları İstanbul Fatih’teki evinde ziyaretlerim sırasında, hasta olmasına rağmen onun hep pozitif enerjisine şahit oldum. Bir muhabbet abidesiydi âdeta. Bir gün kendilerine “Muhabbet nedir, nasıl olmalıdır?” diye bir soru yönelttim. O buğulu ve büyüleyici ses tonuyla verdiği cevap, mahkeme müdafaalarındaki çağlayanlar gibi üslûbuyla hâlâ kulaklarımda çınlar:
“Ben muhabbet deyince, bir annenin evlâdına beslediği duyguyu anlarım.
“Ben muhabbet deyince, bir babanın evlâtlarına gösterdiği alâkayı anlarım.
“Ben muhabbet deyince, tavuğun civcivleri üzerine kanat germesini anlarım. Ben kurtların, aslanların yavrularını şefkatle beslemelerini, dişleriyle enselerinden yakalayıp şefkatle yuvalarına götürmelerini hatırlarım.
“Ben muhabbet deyince, yuvalarında kuşların yeni doğan yavrularının ağzına yem vermelerini hatırlarım.
“Ben muhabbet deyince, her şeyden önce İki Cihan Güneşinin (a.s.m.) ashabına gösterdiği sevgiyi hatırlarım.
“Ben muhabbet deyince, velilerin, mücedditlerin, mehdilerin cemaatlerini dalâletten, Cehenneme düşmekten kurtarmak için sarf ettikleri hizmeti hatırlarım.
“Muhabbet, garazsız, Allah için sevmektir.
“Muhabbet, Allah için müdafaa etmektir.
“Muhabbet, Allah için yardım etmektir. Gariplere, yetimlere, kuvvetten kesilmiş ihtiyarlara, eli ayağı tutmayanlara gösterilen alâka olarak bilirim muhabbeti.
“Ben muhabbet deyince, hepsinin üstünde ve başında Cenab-ı Hakkın, bu kadar kusurlara, isyanlara, deccallara, tağutlara ve onlara tâbi olanlara rağmen bu kâinatı, tövbeye gelirler diye hâlâ helâk etmemesinin hikmetini anlarım.”
İmzalı Boş Kâğıtlar
Üstad Bediüzzaman, Emirdağ’da boş kâğıtları imzalayıp bazı davalarda kullanması için kendine vekâlet verdi. Bu, vekâletin çok ötesinde bir güven anlamını taşıyordu.
1959 yılında İstanbul’a kendisine vekâlet vermek üzere geldiğini kamuoyuna açıklayan Bediüzzaman’ın ziyareti, basında büyük yankı uyandırdı. Bazı solcu gazeteler, Üstad hakkında hakarete varan yazılar yayınladılar. Bunun üzerine harekete geçen Bekir Berk, bu yazıların hakaret içerdiğini belirterek, müvekkilinin kanunî hakkını takip etmek için savcılığa başvurdu. Savcılık, yazılarda hakaret unsuru görmeyip takipsizlik kararı verdi. Ancak Av. Bekir Berk, meselenin peşini bırakmadı. Uzun ve gerekçeli bir itirazda bulundu. Dinde sahtekârlıkla suçlanan müvekkili hakkında savcının takipsizlik kararı vermeye hakkı olmadığını, suçlular hakkında dava açmamasının çeşitli bakımlardan yolsuz ve kanunsuz olduğunu, hukuk otoritelerinden yaptığı nakillerle ortaya koydu. Bir hukuk dersi niteliğinde olan ve onun müdafaa taktik ve tarzını ortaya koyan bu itirazdan bir bölümünü alıyoruz:
“Müvekkilimin itibarını sarsan isnat sebebiyle, dava açmak için muvafakatını bildirmesi üzerine müddeiumumî takipsizlik kararı veremeyip, basın mahkemesinde dava açmaya mecburdur. Hakikat böyle olduğu hâlde aksine hareketle takipsizlik kararı verilmiş olması, çok açık bir yolsuzluk teşkil etmektedir. Malûm olduğu üzere müddeiumumîler, adliye vekillerinin emirleri üzerine dava açmakla mükellef olduğu hâlde, davayı açtıktan sonra şikâyetin kuvveti derecesinde mütalâa istiklâlinin icaplarını yerine getirir ve tahkikatın seyrine ve neticelerine göre tam bir serbestlikle hareket eder. Bunun içindir ki Fransızlar ‘Yazı esir ise de söz serbesttir.’ demişlerdir.
“Evet, muvafakat verildiği takdirde müddeiumumî, yukardaki misalde olduğu gibi dava açmak mecburiyetindedir. Ve aksine hareket, kanun gerekçesinin, meclis komisyonu müzakerelerinin ve ceza hukuku ve ceza hukuku mütehassıslarının da manasını açıkladığı kanun ruhuna tamamen aykırıdır. Eğer mütalâa hürriyetini aleyhimizde istimal edecek idiyseler, bunu yukardaki misalde olduğu üzere iş, mahkemeye intikal ettikten sonra ortaya koyabilirlerdi. Ve o zaman davanın taraflarından olmaları sebebiyle bu noktadan kendilerine taanda da bulunmazdık. Kanun, kanunsuz olarak aleyhimize tefsir edilerek, takipsizlik kararıyla itibarımıza vaki tecavüzün hesabını kendileri gibi bîtaraf olacak hâkimlerin huzurunda sormamıza ve adilâne kararı istihsal etmemize bu şekilde mâni olmaları yolsuzdur. Ve bu sebepten kaldırılması gerekir.”
Savunduğu Davadan Mahkûmiyet
Güçlü avukat, her girdiği mahkemede yaptığı son derece hukukî, mantıkî ve zaman zaman da hissî müdafaalarından hep beraat kararları çıkarıyordu. Davaya engel olmak isteyenler, bu güçlü avukatı hukuk yoluyla durduramayacaklarını anlayınca, başka yolları denemek, davanın bir numaralı savunucusunu devre dışı bırakmak istediler. Bu maksatla hakkında gıyabî tutuklama kararı çıkarıldı. 12 Mart l971 İhtilâlinden sonra Balıkesir’de kaldığı evde bir sabah namazı esnasında arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. Sıkıyönetim mahkemesi tarafından muhakeme edilmek üzere İzmir Narlıdere Ceza Evine konuldu. Burada birinci derecede hedef, Bekir Berk’ti. Zira davanın bu güçlü savunucusunu mahkûm edip maznunları savunmasız bırakmak hedefleniyordu.

Annenin Mektubu
Bekir Berk’i yetiştiren anne, oğlunun tutuklanıp ceza evine konmasını haber alınca üzülmedi; tersine, namazda yakalandığını duyduğundan dolayı sevindi. Bunu, ona yazdığı bir mektupla dile getirdi. “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır.” derler. Bekir Berk’in arkasında da annesi Fatma Hanım vardı. Ona inandığı davada fedakârlık, cesaret ve iman aşılayan bir anne portresi çizen bu ilginç mektup aynen şöyle:
“Sevgili oğlum Bekir!
“Gözlerinden öper, Allah’tan uzun ömür ihsan etmesini dilerim.
“On gün kadar senin durumunu çocuklar söylemediler. Fethi’den mektup alınca hadiseye vâkıf oldum. Namaz kılarken götürmüşler diye duyunca bilsen ne kadar sevindim! Zira ben seni bu ruhla büyütmüştüm. Allah’ın ipine yapışan necat bulur evlâdım. Demek kaderde bunlar da varmış. Ne yapalım? Allah elbette her şeyi iyi edecek. Belki hakikatleri senden öğrenecekler var. Bunlar birer vesiledir. Sütüm sana helâl olsun! Yolun da açık olsun. Eğer müsaaden olursa ziyaretine geleceğim. Telefonla haber sal.
“Çok şükür rahatsız değilim. Seni de merak etmiyorum. Çünkü ben seni Allah’a vermişim, Ona havale etmişim. Mareşal Çakmak hadisesinde nasıl metin idiysen, şimdi de ondan yüz derece metin olmanı istiyorum.
“Davan haktır ve Allah, doğruların yardımcısıdır.
“Ben hepinize dua ediyorum. Elemin zeval-i lezzet olduğunu unutma.
“Tekrar selâm ile gözlerinden öperim.
“Annen Fatma Berk
“9 Ekim 1971.”

Polis Beni Arıyor
Bir gün İstanbul’da yazıhanesinde otururken bir telefon çaldı. Ahizeyi kaldırıp konuşmaya başladı.
“Kaç kişi?”, “Ne zaman olmuş?”, “Şimdi durum ne?” gibi sorularından, yeni bir tutuklama haberi olduğu anlaşılıyordu.
Konuşma bitince yüzüme manalı manalı baktı.
“Ne olmuş ağabey?” dedim.
“Şu odaya gel, seninle özel konuşacağım.” dedi.
Benimle ilgili bir husus olduğunu anlamıştım.
“Heyecanlanmayacaksın ama!” dedi.
“Hayrola, ne var?”
“Karadeniz Ereğli’de polis, baskın yapmış. On iki kişiyi içeri almışlar. Ev senin üzerine kayıtlı olduğundan seni arıyorlarmış!”
“Ağabey, hiç önemli değil. Bana ne yapmam gerektiğini söyle.”
“Yaşşşa be! İşte böyle olmalısın. Şimdi git oraya, olayla ilgili bilgileri topla, bana getir.”
Gittim. Sendika başkanı bir dostum vardı. Onun emniyetle yakın irtibatı bulunuyordu. Durumu ona anlattım. Komiseri yanına çağırdı. Operasyonu yapan komiser geldi. Hoşbeşten sonra, beni sadece dostum diye komisere takdim etti. İsmimi söylemedi. Komiserle konuşmaya başladım:
“Komiserim, Nurcular yakalanmış galiba, nasıl oldu?” dedim.
“Sorma yahu kardeşim! İçeri girdik, 100 tane çay bardağı, yedi kat yatak, beş-altı tane takunya ve yasak kitaplar!”
“Sadece bunlar mı?”
“Daha ne olacak? Bu kadar bardak, bu kadar yatak!”
“Evet, büyük suç!”
* * *
Hemen gidip evdeki bardakları 10 adede, yatakları üçe, takunyaları da iki çifte indirdim. Değişik kitaplar alıp kütüphaneye yerleştirdim. İstanbul’a geldim ve durumu Bekir Ağabeye rapor ettim.
Ardından Ereğli’ye dönüp savcıya ifade verdim. Komiserin tutanaktaki iddialarını reddettim. Evin bana ait olduğunu, fabrikadan arkadaşlarla zaman zaman çay içip sohbet ettiğimizi, ama iddia edildiği gibi 100 bardak, yedi yatak ve sadece Risale-i Nur’lar olmadığını, eve tekrar bakılması gerektiğini söyledim. Sorgu hâkimi, yaptırdığı kontrolle, ifadelerimin doğruluğunu onayladı. Komiser ne kadar “Hayır, öyle değildi.” dediyse de dinlettiremedi!
İnsan isterse, çarenin bittiği yerde çare üretebileceğini ondan öğrendim.
Bekir Beyin Bir Hatırası
Bekir Ağabey, Üstaddan çok hatıralar anlatırdı. Bunlardan biri, bir gün Barla’da bir talebesinin bileğinden tutarak, “Senin buran bana lâzım.” demesidir. Çünkü o talebenin el yazısı, çok güzel ve aynı zamanda çok sür’atli idi.
Cenab-ı Hak, her insanı ayrı bir âlem olarak yaratmıştır. O âlemde bütün âlemlerden farklı bir hâl var. Bu, esma-i İlâhînin farklı tecellisinin bir ifadesidir.
Hz. Üstad, bütün insanlarda bulunan kabiliyetleri teşhis ederek umumî hizmete sevk etmiştir. Tıpkı kelimeyi teşkil eden harfleri yerine yerleştirmek gibi
Bir defasında Malatya’da mahkeme vardı. Bekir Ağabey de Elâziz’den gelecekti. Biz mahkeme salonunda bekliyorduk. Hüseyin Bozok Ağabey, hâkime, “Duruşmayı sonraya alsanız; Bekir Bey yolda.” diye ricada bulundu. Hâkim gülerek:
“Ya! Bekir Berk gelecek, konuşacak, siz de dinleyeceksiniz, değil mi?” demiş ve mahkemeyi sona almıştı.
Mahkeme Yoksa Hız da Yok
Mersinli Abdünnur Ağabeyin şoförlüğünde Bekir Ağabeyi birlikte bazı mahkemelere götürmüştük. Nedense arabanın hep arkasında otururdu. Eğer mahkemeye yetişme durumu yoksa hız yaptırmazdı. Şoför biraz hız yapacak olsa, her defasında şu tekerlemeyi söylerdi:
“Dışındaki malımız, içindeki canımız; evde var bekleyenimiz. Canım kardeşim, sür’at yapma!”
Helâl sana Bekir Bey; bir destan ömür, bir masal hayat yaşadın.
Yeni yazıhanende bir Türkiye haritası vardı, şehirlere renkli raptiyeler koymuştun. Beraatlere yeşil, devam edenlere sarı, yeni açılan davalara kırmızı raptiye. Şimdi buralarda hep çiçek açtı; papatya tarlası, gelincik bahçesi, gül seraları gibi. Mis kokuyor, üstelik renk renk!
Türkiye, bıraktığından çok farklı artık.
Ümitvar olmakta haklıymışsın!
Eşim ve kızım ile birlikte son ziyaretimizde, vefatından 15 gün kadar önce bana, içinde çok sayıda mektubun olduğu bir zarf verdi ve “Bunları artık senin saklaman lâzım.” dedi. Bu konuda başka bir şey konuşmadık. Hastahaneden çıktığımızda zarfa baktım: Annemle 1950’li yıllardan kalan karşılıklı mektupları! İstanbul’dan Cidde’ye kadar 40 yılda saklanan bu emanetleri hiçbir zaman okumadım.
Eski eşi annem Saliha Ovacık kendisinden dört ay önce 1992 yılının Ocak ayı sonunda bir Kadir Gecesi ruhunu teslim ettiğinde, rahatsızlığını düşünerek ve eski hassasiyetleri açmamak için kendisine bu durumu bildirmemiştim. Daha sonra Cemal Uşşak Beyin kendisine haber vermesi üzerine beni aradı ve çok uzun bir konuşmayla ve birçok hayır duasıyla, haber aldığı gecede sabaha kadar kendisi için dualar ettiğini belirtti.
Kadife Eldiven İçinde Çelik Yumruk
Hukukta esas olan, davanın haklı zeminini vurgulamak ve karşısında bulunanları temerrüde düşürerek haksız isnat ve suçlamaların boşlukta kalmasını sağlamaktır. Bu savunma kültürünü âdeta hiçbir yerden öğrenmeden ve öğretilmeden kendi iç tabiatının, fıtratının tamamlayıcı bir parçası olarak özümsemiş olan Av. Bekir Berk, duruşmaların ve savunmasının başında, hukukun ve aklın insanları birleştirebileceği ortak fikir zeminlerinde açıklamalar yapar, gönülden gelen insanî bir sesin haykırışını, kürsünün gerisindekilere iletme çabası içine girerdi. Fakat bu sesin gerekli yankıyı bulmadığını hissettiği an, artık hedefine, yani haksız ve dayanaksız isnatlara karşı savunma kürsüsünde bir aslan gibi hedefine yönelen; bakışları, ses tonu, yüz şekli, el ve kol hareketleri ile artık karşısında durmanın imkânsız olduğu bir avukatı görmeniz mümkündü!
Bunu erken yapılmış stajımda birkaç kez gözlediğimde, yıllar sonra bana, babamı izlemek amacıyla duruşma salonunda yer kapmak için yarıştıklarını anlatan meslektaş ağabeylerimin bu çabalarının nedenini daha iyi anlıyorum.
Rakipleri de Onu Takdir Ediyordu
Onun bir meslektaşı olarak ben de aynı adliye koridorlarında 25 yıl adliye havasını teneffüs ettim. 1950’li, 1960’lı yılları yaşayan birçok avukat ve hâkim meslektaşımla karşılaştım. Avukatlarla bekleme odalarındaki sohbetlerde ve hâkimlerle duruşma sonrasında ya da keşif aralarında aramızda geçen diyaloglarda, “Berk” soyadı belirtilerek, öncelikle bir yakınlığım olup olmadığı sorulur ve oğlu olduğumu öğrendiklerinde ise “Biz stajyerliğimizde ya da avukatlığımızın ilk yıllarında, ilimizde ya da ilçemizde bir duruşmaya Av. Bekir Berk’in geldiğini duyduğumuzda toplanıp gider, duruşmada onu dinlerdik. O zaman, bir rüzgâr gibi yayılan bu meslekî şöhretin nedenini daha iyi anlardık!” şeklinde konuşurlardı.
Buna benzer birçok ayrıntı içeren hatıraların defalarca bana tekrarlandığını ve böyle bir babanın meslektaşı olan oğlu olmanın, bunu bilen meslektaşlar arasında bana büyük bir saygınlıkla bakılmasına yol açtığını hissetmemek mümkün değildi.
Özellikle belirtmek isterim ki ortak dünya görüşlerine sahip insanlar, davada ve meslekte üstad saydıkları kişiler için elbette övgü dolu düşünceleri dile getirebilirler.
Ancak benim karşılaştığım şahıslar, belirtilen yıllarda Av. Bekir Berk’in savunduğu davanın karşısında yer almış kişilerdi!
Bunlar içinde partilerinin il ya da ilçe başkanlığı yapmış yahut Çağdaş Hukukçular gibi bir dernekte yöneticilik görevlerinde bulunmuş meslektaşlardı. Davasına gerçekten inanan ve onu gereği gibi savunan insanların, karşılarındaki çevrelerde de saygı ve hayranlık uyandırdığını belirtmek isterim!
Abdülbaki Gölpınarlı ile yakın teşrik-i mesaisi olan ve Balıkesir’deki verem savaş, kanser savaş gibi dispanserlerin tesislerini yaptıran, bu nedenle hayırseverliğiyle ünlü Vecihi Ersun ve ablası, anneannemin yeğenleriydi.
Babam ve annem ile birlikte ailece gece ziyaretlerine gittiğimiz bu ailenin evindeki salonda, Fatih Sultan Mehmed’in Bellini tarafından yapılmış olan tablosunun bir sureti büyük bir çerçeve içinde asılıydı. Ben babamın sürekli olarak bana Fatih Sultan Mehmed’i tanıttığını ve “Bu kimdir?” sorusuna “Fatih Sultan Mehmed Han!” cevabını verdiğimde nasıl sevindiğini hatırlıyorum!
Kızması ve küsmesi hep dava adına olurdu. Şahsî kırgınlıklarını hemen unuturdu. Ama davası adına olanları unutmaz ve affetmezdi.
Van’da Tutuklandık
1967’de kiraladığımız bir minibüsle Van’da Üstadımız için okutulan mevlide gittik. Mevlüt, Erek Dağı eteğindeki Çorovanis köyünde idi. Mevlidin bitiminde Av. Gültekin Sarıgül, Rahmi Erdem, Selâhattin Akyıl, Erol Kuralkan, Müştak Zernekli, Mustafa Ateşmen ve Müslim Selçuk, emniyet tarafından ifadeye çağrıldılar. Müslim Selçuk Ağabeyin üzerinde bir teyp kaseti çıkmıştı. İçinde Kur’an ve risalelerden pasajlar vardı. O yaşlı olduğu için “Kaset benimdir.” deyip, onun yerine ben içeri girdim. Hapiste tam 205 gün kaldık!
Tahliyeden sonra duruşmalarımız iki yıl daha devam etti. Hemen hemen her ay duruşmamız olurdu. Bekir Ağabey, her duruşmaya mutlaka gelir, bize şevk ve teselli verirdi.
Bir defasında bir takke getirdi. Birimize hediye etmek istiyordu. “Bunu hanginize vereyim?” dedi. Biz de “Av. Gültekin Beye ver; çünkü o, imamımızdır.” dedik.
Mahkememizin sonlarına yakın bir duruşmada savcı, İslâm’a, Kur’an’a ve Üstada hakaret dolu ifadeler sarf etti. Hakkın müdafii Bekir Ağabey yerinde duramadı. Bir ok gibi ayağa fırladı:
“Sayın savcı!” dedi, “Sen kimin ağzıyla konuşuyorsun? Lenin’in ağzıyla mı, ,Mahkememizin sonlarına yakın bir duruşmada savcı, İslâm’a, Kur’an’a ve Üstada hakaret dolu ifadeler sarf etti. Hakkın müdafii Bekir Ağabey yerinde duramadı. Bir ok gibi ayağa fırladı:
“Sayın savcı!” dedi, “Sen kimin ağzıyla konuşuyorsun? Lenin’in ağzıyla mı, Mao’nun ağzıyla mı? Sen galiba burasının İslâm diyarı olduğunu unuttun!” Çok ağır bir konuşma idi. Savcı dayanamayıp mahkeme salonunu terk etti.
Hapiste Hüzün
Hapishanede iken Erol Kuralkan’ın ağabeyi Hamit Kuralkan’ın vefat haberini aldık. Kardeşi Erol, koğuşta üzüntüden yere yığıldı. Bizlerin de ona sarılıp ağlaşmamız çok hüzünlü olmuştu. Van ileri gelenleri, o gün ağır ceza reisine rica ettiler. Erol Bey tahliye edildi. Ondan 13 gün sonra da biz tahliye olduk.
1972 Muhtırasından sonra seri tutuklamalar başladı. Bu arada ben, 11 arkadaşla tutuklandım. Bekir Ağabey ikinci günü geldi. Hapishanenin görüşme yerine bizi çağırdılar. Ona vekâlet verecektik. Dar bir koridordan geçip demir parmaklıkların önüne gidiyorduk.
O sırada iri yarı bir mahkûm, “Ne oluyor burada?” diye bağırdı. Biz de:
“Avukatımıza vekâlet vereceğiz.” dedik.
Adam açtı ağzını yumdu gözünü:
“Bütün avukatların da sizin de ”
“Hop, yavaş ol! Bu avukat, para pul için gelen bir avukat değil; sırf Allah rızası için geliyor. Öyle konuşamazsın!”
Adam daha da küstahlaştı.
“Avukatın iyisi olmaz!” diye tekrar sövmeye başladı.
Ben Allah ne verdiyse adama giriştim! Ortalık karıştı. Diğer mahkûmlar korkudan küçük dillerini yuttular.
Meğer adam, İstanbul kabadayılarından “Pazarlı Nizam”mış! Ben de “Av. Bekir Berk’e lâf söyletmem! O İstanbul kabadayısı ise biz de İslâm fedaisiyiz! Allah’tan başka kimseden korkmayız!” dedim.
Bekir Ağabey, kahramanlıktan hoşlanırdı. Yanına vardığımda “Aslanım benim, ellerin dert görmesin!” diye iltifatta bulundu.
Takip Altındaydık
Bir defasında yolumuz Isparta’nın Uluborlu ilçesine düşmüştü. Akşam bir evde Av. Hüsamettin Akmumcu, Bekir Ağabey, Mersinli Abdünnur, ben ve ev sahibi meyve yerken jandarma evi bastı ve bizi karakola götürdüler. Eski bir daktiloyla saatlerce ifadelerimiz alındı. Bu sırada Av. Hüsamettin Beyin itibarlı bir dostu vardı. Karakolda olduğumuzu haber almış. Adam orada oldukça nüfuzlu biriydi. Bir kooperatifin de başkanıydı. Hemen karakola geldi. Üstelik sarhoştu. “Siz,” dedi, “nasıl olur da benim misafirlerimi içeri alırsınız?” Jandarmalara sille tokat girişti. Bizi karakoldan çıkarıp evine götürdü. “İşimiz var, izin ver gidelim.”diye ne kadar yalvardıysak fayda etmedi! Adam, “Sizi yedirmeden içirmeden salmam!” diye tutturdu. “Karnımız tok.” dedikse de dinlemedi. Karakoldan kurtulmuştuk, ama bu adamdan kurtulamıyorduk! Mecburen ikinci kez yemek zorunda kaldık.
Ayrıldıktan sonra kasabayı terk ederken arkamızdan bir cipin daha bizi takip ettiğini gördük.
O günler böyleydi. Polislerle jandarmalarla kovalamaca oynuyorduk!
Bana göre onun başarısının sırrı ihlâsındaydı. Üstad, “Bütün kuvvetinizi ihlâsta hakta bilmelisiniz.” demiyor mu? Hedefi daima ileri idi onun. Öleceğini bilse geri dönmezdi. Ona öyle bir ruh verilmişti.
Allah rahmet eylesin.
Rus Hududunda Namaz
1968’de Van’daki mahkememize girdikten sonra İshak Övet’in kaptanlığında Iğdır’daki bir mahkemeye gitmiştik. Gece Erzurum’a dönecektik. Bekir Ağabey ani bir kararla Rus hudut karakolundan geçmemizi istedi. Bizi karakolun önünde durdurdu. Askerlere selâm verdi. Türk ve Rus askerleri, karşı karşıya nöbet tutuyorlardı. Askerlere önce kıbleyi sordu. Orada iki rekât namaz kılmamızı söyledi.
Namazdan sonra ben, Nazım Gökçek ve İshak Övet’le birlikte yaptığı duaya “âmin” dedik. Komünizmin yıkılması, esaret altında olan Müslüman vatandaşlarımızın hürriyetlerine kavuşması için dua etti ve hep birlikte “âmin” dedik. Gece karanlığında sanki dağ ve taşın da bizimle “âmin” dediğini hissettik!
Yine o yıllarda Bekir Ağabey, bir grup kardeşle Trabzon’a gelmiş, oradan da bize uğramışlardı. Arsin Merkez Camiinde kıldığımız namazdan sonra Rize’ye hareket ettik. Cami cemaatinden Halk Partili bir komşumuz, jandarma komutanlığına şikâyet etmiş; “Bahattin Gürsoy’a gelen misafirler, din devleti kuracaklar!” diye.
Bunun üzerine Jandarma gelip evimizi kuşatma altına almış. Nereye gittiğimizi sorduklarında ağabeyim, ters istikameti işaretleyerek, Trabzon tarafını göstermiş. O gün bizi yakalayamadılar. Bir gün sonra döndüğümüzde evi tekrar sarıp bizi karakola götürdüler. Serde Karadenizlilik de var! Karakol komutanına çok sert çıkmıştım:
“Sen ne hakla baskın yapıp misafirlerimizle bizi buraya getiriyorsun? Bu zat, Türkiye’nin en tanınmış avukatlarından Bekir Berk’tir. Bu yaptığını senin yanına komayacağım!”
İlçenin ileri gelenlerindendik. Komutan, özür dileyip bizi serbest bırakmak zorunda kaldı.
Müslim Selçuk ve arkadaşlarının mahkemesi vardı. Bekir Ağabey yine Trabzon’a gelmişti. Trabzon siyasî şube başkomiseri Mustafa Bey, Bekir Ağabeyin dayısının oğluymuş. Bekir Ağabeyin geldiğini haber alınca gelip kendisiyle görüştü. Ayrılırken, “Yolculuk buradan nereye Bekir Bey?” diye sordu. Bekir Ağabey de yakını olduğu için güzergâhını söylemekten çekinmedi. “Erzurum’a gideceğiz.” dedi.
Akşam saatlerinde Erzurum’a doğru yola çıktık. Gümüşhane’ye yakın gece yarısı yolumuz jandarmalar tarafından kesildi. Bizi karakola aldılar. Kimliklerimizi alıp tutanak tutmaya başladılar. Bekir Ağabey, jandarma komutanına hitaben:
“Ben Av. Bekir Berk, yardımcım Bahattin Gürsoy, Arabayı Trabzon’dan kiraladık, Erzurum’daki duruşmaya gidiyoruz. Bizi eşkıya mı sandınız da yolumuzu kestiniz?” dedi. Jandarma komutanı, Bekir Ağabeyden etkilendi ve özür diledi:
“Ne yapayım Bekir Bey, Trabzon’dan başkomiser Mustafa Bey arayıp bana talimat verdi!” dedi. Mustafa Bey, Bekir Ağabeyin sadece yakını değildi. Aynı zamanda İstanbul’da Polis Kolejinde okurken Bekir Ağabeyin annesinin iyiliğini görmüş, yanında kalmıştı. Yapılan bunca iyiliklere karşı bir yakının bu derece nankörlük etmesi, Bekir Ağabeyi çok üzmüştü. Daha sonra bu olayı annesine anlatmış, annesi de ona beddua etmiş. Çok geçmeden o komiser vefat etmiş!
Hapiste Hüzün
Hapishanede iken Erol Kuralkan’ın ağabeyi Hamit Kuralkan’ın vefat haberini aldık. Kardeşi Erol, koğuşta üzüntüden yere yığıldı. Bizlerin de ona sarılıp ağlaşmamız çok hüzünlü olmuştu. Van ileri gelenleri, o gün ağır ceza reisine rica ettiler. Erol Bey tahliye edildi. Ondan 13 gün sonra da biz tahliye olduk.
1972 Muhtırasından sonra seri tutuklamalar başladı. Bu arada ben, 11 arkadaşla tutuklandım. Bekir Ağabey ikinci günü geldi. Hapishanenin görüşme yerine bizi çağırdılar. Ona vekâlet verecektik. Dar bir koridordan geçip demir parmaklıkların önüne gidiyorduk.
O sırada iri yarı bir mahkûm, “Ne oluyor burada?” diye bağırdı. Biz de:
“Avukatımıza vekâlet vereceğiz.” dedik.
Adam açtı ağzını yumdu gözünü:
“Bütün avukatların da sizin de ”
“Hop, yavaş ol! Bu avukat, para pul için gelen bir avukat değil; sırf Allah rızası için geliyor. Öyle konuşamazsın!”
Adam daha da küstahlaştı.
“Avukatın iyisi olmaz!” diye tekrar sövmeye başladı.
Ben Allah ne verdiyse adama giriştim! Ortalık karıştı. Diğer mahkûmlar korkudan küçük dillerini yuttular.
Meğer adam, İstanbul kabadayılarından “Pazarlı Nizam”mış! Ben de “Av. Bekir Berk’e lâf söyletmem! O İstanbul kabadayısı ise biz de İslâm fedaisiyiz! Allah’tan başka kimseden korkmayız!” dedim.
Bekir Ağabey, kahramanlıktan hoşlanırdı. Yanına vardığımda “Aslanım benim, ellerin dert görmesin!” diye iltifatta bulundu.
Kâbe’nin Yolları
1973 yılında o, Türkiye’den ayrılıp Suudî Arabistan’a gitti. Aynı yıl ben de hacca gittim. Orada 35 gün boyunca Mekke ve Medine’de hep beraber olduk.
Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da, Kâbe’de tekbirlerle telbiyelerle çok feyizli bir hac yaptık. Merhum Hafız İsmail Kalper’in okuduğu:
Kâbe’nin yolları bölük bölüktür.
Benim yüreğim delik deliktir.
ilâhisi, bizi gözyaşlarına boğmuştu!
Rahatsızlanıp Türkiye’ye döndükten sonra iki buçuk yıl yaşadı. Bütün Anadolu’yu gezdi, dava arkadaşlarıyla bir bir vedalaştı.
Sungur Ağabeyin, Trabzon’u bir ziyareti sırasında Bekir Ağabeyden bir hatıra anlatmıştı. Bunun üzerine cemaate dönüp dedi ki:
“Bekir Beyin Üstadımızı ziyaretleri sırasında ben de vardım. Üstad omuzuna vurarak, ‘Nur’un en büyük kahramanı, Nur’un en büyük kahramanı!’ diye iltifatta bulunmuştu.”
“Nur’un en büyük kahramanı,” şimdi ebedler tarafında Peygamber Efendimiz, Üstadımız ve bütün sevdikleriyle beraber bulunuyor.
Rabbim, sonsuz rahmet ve mağfiret eylesin. Âmin.
Bekir Bey için otobüs olmuş, taksi olmuş, kamyon olmuş, hatta traktör olmuş fark etmezdi. O hedefine vaktinde gitsin de neyle giderse gitsin. Gerekirse sürünerek gitmeyi göze alan bir azim ve irade sahibiydi. Yolda ölürüm, diye kefenini hep yanında taşıdı. Rahmetli Süleyman Arı’nın evinde bu kefeni Kırkıncı Hocayla birlikte hazırlamıştık. Onu hayatı boyunca hep çantasında gezdirdi. Bilmiyorum, son yolculuğuna o kefeniyle mi çıktı?
Bir gün yine Tosya tarafına gidiyoruz. Yolda mola verdik. Bekir Ağabey, ormana doğru yöneldi. Bir köpek havlayarak üzerine saldırdı. O hâlde kim olsa korkar. Gerisin geri kaçtı. Bunu fırsat bilerek kendisine takıldım:
“Yahu ağabey, bu ne hâl? Bir yanda en cebbar zalimlere meydan okuyorsun, öte yanda bir köpekten korkuyorsun!” dedim. Gülümsedi:
“İşte asıl Bekir Berk budur.” dedi, “Bir köpekten dahi korkan adam. Öteki ben değilim, Üstadın vekilidir.”
O heybetli insan, 45 kiloya kadar düşmüş, âdeta ruh hâline gelmişti. Öldü ölecek diye bekliyorduk. Zaten İngiltere’den dönerken doktorların ifadesine göre 40 günlük ömrü kalmıştı.
Şahit olduğum çok enteresan bir şey oldu. Hastahane odasında 10-15 kişi ziyaret edip odadan çıkmış, yanında ben ve Necmettin Şahiner ile İsmail Yazıcı kalmıştık. Ellerini açtı ve yattığı yerden ağlayarak şöyle dua etti:
“Ey Everest Tepesindeki çiçeğe rengini veren Rabbim! Ey okyanusun derinliklerindeki balığın rızkını veren Allah’ım! Bana iki sene daha müsaade ver. Kardeşlerimle buluşup kucaklaşayım, hasret gidereyim. Ondan sonra ruhumu al.”
Gerçekten bu dua kabul olmuş ki bundan sonra tam iki yıl daha yaşadı. Bu sırada bütün Türkiye’yi, hatta Avrupa’daki kardeşleri ziyaret etti, hasret giderdi ve sonra ruhunu Rahman’a teslim etti.
Gözleri Yaşardı
Çorum’da bir davadan sonra Amasya’ya geçtik. O zaman ortaokul talebesi olan Halit Yolcu isimli bir genci kurtarmaya gitmiştik. Bazı makamlara yazdığı mektup lâikliğe aykırı bulunmuş ve hapse konulmuştu. Çocuğun annesi babası fakir, perişan, korkudan ziyaretine bile gidemiyorlardı.
Duruşma beraatle neticelendi. Hemen hapishaneye gittik. Çocuk kısa pantolonlu, lâstik ayakkabılı. Günlerdir su yüzü görmemiş perişan bir hâlde idi. Onun bu hâlini görünce Bekir Ağabeyin gözleri doldu. Hemen birisine ayakkabı aldırttı. Anne babasına götürdük.
O annenin oğluna sarılıp ağlaması ve Bekir Ağabeye duaları hâlâ gözümün önündedir! Bekir Ağabey, o zaman küçük Halit’e, “Sen mutlaka okuyup büyük adam olmalısın, bunlardan öcünü ancak böyle almalısın!” diye nasihatta bulundu.
Gerçekten Halit, bu nasihati tuttu. Okudu, öğretmen oldu. Yıllar sonra yolum Amasya’ya uğradığında, sevilen ve başarılı bir eğitimci olarak etrafını gençlerin sardığını gördüm. Çok mutlu oldum ve Bekir Ağabeyin yıllar önce kendisine yaptığı nasihati hatırladım!
Egesel’i kızdırmıstı Egesel ki eliyle masayı tutup yüksek sesle: “Neye güveniyorsun Bekir Bey!” diye açıkça tehdit etti.
Bekir Ağabey, tehdide pabuç bırakacak adam mıydı? Hemen, “Ver şunu!” deyip hızla çantayı elimden kaptı. Başka bir evrak çıkarıp gösterecek sandım. Bir de baktım ki sürekli çantasında taşıdığı kefenini çıkarıp masanın ortasına fırlatıverdi. Adamların gözleri fal taşı gibi açıldı. Ardından gür bir sesle:
“İşte buna güveniyorum!” dedi
Bir komutanın cepheye en yakın yerde konaklamak istemesi gibi, o da mahkemenin en yakınında konaklamak istiyordu. Mahkemenin uzağında rahat edemiyordu. Ve hepsinden önemlisi, işini önemsiyor ve asla şansa bırakmıyordu.
Tevkifimizin üzerinden tam 4.5 ay geçmişti. İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine çağırıldık. İlk duruşmada görevsizlik kararı verildi. Fakat tevkifimizi kaldırmadılar. Demek, daha yapacağımız hizmet vardı! Bizi Maltepe Askerî Ceza Evine gönderdiler.
Maltepe Askerî Ceza Evinde, meşhur anarşist Mahir Çayan ve ekibi ile beraber kaldık.
Son derece cesur olmasına rağmen, yersiz cesaret gösterip tedbiri elden bırakmazdı. Davası aleyhine istismara konu olabilecek söz ve hareketlerden sakınır ve sakındırırdı. Etrafından eksik olmayan sivil kılıklı ajanlara karşı hiç açık vermezdi.
Seyahatimiz sırasında Akşehir Gölünün kenarından geçip Konya’ya doğru yol alıyorduk. Ben bir ara üst perdeden, din iman düşmanlarının, 27 Mayıs’çıların aleyhinde konuşmaya başlamıştım. Kulağıma eğilerek:
“Arkada oturan adamın kim olduğunu biliyor musun?” dedi.
“Bilmiyorum.” dedim.
“Ben de bilmiyorum!” dedi.
Böylece, beni dikkatli ve tedbirli olmaya nazikane davet ediyordu.
Şevk adamıydı. İnsanları minibüslere doldurur, mahkemelere götürür, marşlar okutur, gittiği yere heyecan katardı.
Davasında samimiydi. Samimiyet karşı tarafa tesir ediyor, düşman da olsa takdir duygusunu çekiyordu.
İzzetliydi, kendini ezdirmezdi. Hakaret edene, hak ettiği cevabı anında verirdi. Kararlı ve sert bir ifadeyle haddini bildirirdi. Ayrıca hâkimler üzerinde manevî bir ağırlığı vardı. Karşı tarafı, etkisi altına alırdı; aleyhtekini, lehine çevirirdi.
Bütün içtihatları, hatta yurt dışındakileri bile takip ederdi. Boş kaldığı zaman Sahaflar’a gider, kitapçıları gezerdi.
İnandığı zaman her şeyini ortaya koyardı. Davasına âdeta kilitlenir, yani “fena fi’d-dava” olurdu. Bana “Gerçek dava adamı kimdir?” deseler, onu gösteririm!
Teri gül kokanın, yüzü kan ter içinde.
Ayaklarında, kollarında kan var. Ellerini açmış yalvarıyorsun: “Ya Rab! Bunları affet. Bunlar ne yaptığını bilmezler.”
Burası Taif mi, yoksa başka bir belde mi Taha?
“Ağabey, acıktım!” dedim.
“Ne biçim askersin!” dedi.
“Valla 20 yıldır askerim, ama senin gibi komutan görmedim!” dedim.
“Seni, güzel konuşman ve yazman için değil, kavga için götürüyorum! Var mısın?” dedi.
“Varım!” dedim, “Ben, 100 metreden 25 kuruşu vuran adamım. Askerim ve tatbikatlarda binlerce mermi kullandım.”
O BÜYÜK DAVA ADAMININ bekâ âlemine intikalinden beri bu çalışmayı, gönlümde kudsî bir emanet gibi taşıdım. Sevgili Can Alpgüvenç’in hatırlatması ve yayın evi müdürümüz Selahattin Arslan Beyin teşvikleriyle kendimi bu çalışmanın içinde buldum. Bekir Berk gibi, “himmeti milleti olan bir ferd”i yazmak kolay değil. Çok yönlü zengin bir şahsiyeti anlatacak en güzel şey, hizmetlerinin canlı hatıralarından başkası olamazdı.
Bekir Berk, iman davasının boğulmak, Kur’an nurunun söndürülmek istendiği bir dönemde, bir şimşek gibi mücadele meydanına atıldı. Fıtratındaki cesaret, şecaat, heyecan ve şevki ateşleyen “Mana Sultanı”na gönül verdi. Onun teveccüh ve iltifatına mazhar olduktan sonra, rampaya konulmuş bir füze gibi hep gayesine doğru uçtu. Dur durak demeden, yorulmak usanmak bilmeden, korkuya boyun eğmeden, aşkla şevkle coştu taştı. Davası uğrunda eşsiz bir gayret ve fedakârlık örneği sergiledi. Bilgi, beceri, cesaret, nezaket, hitabet gibi şahsiyetini oluşturan tüm kabiliyetlerini sonuna kadar kullandı. Kudsî dava uğrunda mazlum ve mağdur olan müminleri kurtarıp, hak ve hürriyetlerine kavuşturdu. Tarihin bir benzerini kaydetmediği eşsiz bir mücadelenin mimarı oldu. Hayatıyla bir destan yazdı.
Ona karşı tüm inananların şükran ve dua borcu var. Merhum Ayhan Songar bu gerçeği, son yolculuğuna çıktığı sırada, tabutu başında dile getirdi: “Bizim onun üzerinde değil, onun bizim üzerimizde hakkı var. Hakkını helâl et Bekir Bey!” dedi.
Bu çalışmanın, ona olan borcumuzu ödeme yolunda atılmış bir adım olmasını diliyorum.
İsimlerin karakter üzerindeki etkisi, inkâr edilmez bir gerçektir. Av. Bekir Berk’i yakından tanıyan ve onun destansı hayatını bilenler, isim ve soyadının “şimşek” anlamı ile karakterinin ne derece özdeşleştiğini anlamakta güçlük çekmezler.
Evet o, bu dünyaya tıpkı bir şimşek gibi çaktı. Zalimlerin tepesine yıldırımlar yağdırdı, kalplerine korku saldı. Mazlumlara koruyucu melek gibi kol kanat gerdi, ümit ve teselli kaynağı oldu.
Bekir Berk, imana, İslâm’a, vatana, millete, kısaca mukaddes değerlere karşı olanların korkulu rüyası, hasm-ı canı oldu. Zalimlere, zorbalara, hak tanımaz hukuk bilmezlere ise gök gürültüsü ve şimşek olup yıldırımlar yağdırdı.
Bekir Berk, mazlumlara, mağdurlara, ezilmişlere, inancı uğrunda horlanmışlara, hukuku çiğnenmişlere şefkat ve himayet kanatlarını açtı, onlara kalkan oldu.
Bekir Berk, ümitti, şevkti, bir “muhabbet fedaisi”ydi. Cesaret ve şecaat abidesiydi. Davasıyla yaşayan, davasıyla bütünleşen, davası uğrunda ölümü küçümseyen bir himmet sahibiydi.
Bekir Berk, bir bayrak şahsiyetti. Önderdi ve hep önde giderdi. Bir hak arama, hakkı tutup kaldırma şampiyonuydu. Zulme ve haksızlığa baş eğmeyen, daima dik duran, bükülmez bir irade ve sönmez azim timsali idi.
Bekir Berk, yürümezdi, koşardı. Akıncı ruhuna sahipti. Mahkemeler cihat meydanıydı. Kılıçtan keskin sözü, büyüleyici hitabeti vardı. Mahkemelere, cepheden cepheye koşar gibi koştu. Pek çok kişiyi de peşinden koşturdu. Şevk-i mutlakın ideal bir numunesi idi. Ehl-i imanı akıncı cetlerimizin mehter marşlarıyla coşturdu. Himmeti, onu tek başına bir millet yaptı.
Onda, bir dava adamında aranacak çok şey vardı.
Davasının öncüsü bir zatın ardından “Büyük Adam”ı yazdı. Bu yazıda aynı zamanda kendisini de tavsif ediyordu. Büyük adam için şunları söylüyordu:
“Büyük adam, davası büyük olan adamdır.
“Büyük adam, himmeti büyük olan adamdır.
“Büyük adam, hedefi büyük olan adamdır.
“Büyük adam, nefs-i emmaresini yenmiş adamdır.
“Büyük adam, dünyaya, menfaate, şöhrete, mala, paraya, makama ve nefsine esir olmayan adamdır.
“Büyük adam, meşru lezzetleri bile davası uğrunda terk eden adamdır.
“Büyük adam, şeytanına ‘eynel mefer’ dedirten adamdır.
“Büyük adam, darağaçlarına, zindanlara, kurşunlara, tehditlere ve tehlikelerin her türlüsüne meydan okuyan, pabuç bırakmayan adamdır.
“Büyük adam, şehitlik makam ve rütbesinin üstünde makam ve rütbe tanımayan adamdır.
“Büyük adam, büyüklük davası olmayan adamdır.
“Ve nihayet, büyük adam, bütün küçüklüklerden sıyrılmasını bilmiş ve bütün büyüklükleri şahsında cem etmiş adamdır.”
Dava adamı olmak isteyen herkesin Bekir Berk’te göreceği, duyacağı, alacağı, öğreneceği, hayatına mâl edeceği çok şey vardır. Dava adamını öğrenmek ve dava adamı olmak isteyenler, sıra dışı bu adamı mutlaka tanımalıdırlar.
“Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.” hükmünce, onu en güzel tanıtan, yaşadığı hayattan alınan örneklerdir. İşte bu çalışma, onunla beraber hizmete koşmuş, onu yakından tanımış dava arkadaşlarının hatıralarından oluşmaktadır. Böylece yeni nesillere ideal bir dava adamı portresi yadigâr bırakmayı arzuladım.
Hayatını davasına adamış bir insana, böyle bir çalışmayla rahmet duasına vesile olmayı ise ifası gecikmiş bir şükran borcu bildim.
Üstadın dediği gibi, “dünya hayatını güzelleştiren esbaptan biri, dünya aynasında temessül ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir. Onlara olan hayalî ve manevî muhabbetleriyle, dünya muhabbeti tatlı olur.”
O büyük dava adamının hayatını, hizmet hatıralarıyla ortaya koyarak, okuyucularımın hayatlarını bir nebze de olsa tatlandırmış ve anlamlandırmışsam ne mutlu bana.
Şu anda dostları ve sevdikleriyle bulunduğu “meydan-ı tayeran-ı ervah”taki ruhuna Allah’tan bol bol rahmet, bizlere de onun eşsiz himmet, gayret, aşk ve şevkini vermesini niyaz ediyorum.
Bu eser uzun süren çabalar sonucunda ortaya çıktı. Nesil Yayınları ekibi, bu hizmet adamına hürmeten, bu çalışma için âdeta seferber oldu. Başta günlerini, haftalarını harcayan, kitabı hamur gibi yoğurup şekillendiren editörümüz İsmail Fatih Ceylan’a; kitabın mizanpajını yaparak rahat okunmasını sağlayan Ömer Faruk Paksu’ya; kitabın son okumasını yapan, tashihte titiz kardeşimiz Orhan Güler’e ve güzel kapaklara imza atan grafikerimiz Mesut Sarı’ya en içten teşekkürlerimi sunuyorum.
İhsan ATASOY
Atakent, 2004
BEKİR BERK (1926-1992), hukuk tarihimizin sembol isimlerinden birisidir. Savunma hukukunda ortaya koyduğu eser ve çabalarla tarihî bir “hizmet”te bulunmuştur. İnsan haklarını savunmada uluslar arası alanda adı saygıyla anılmayı hak etmiş değerli bir hukukçu idi.
İnançlarını yaşamaktan başka amacı olmayan insanlar, 20. asır Türkiye’sinin büyük bir kısmında hukuk adına haksız baskılara maruz kaldılar. Bazı ceza hükümlerinin lâiklik açısından baskıcı şartlara göre anlam kazanması, “Türkiye’nin hukuk ayıbı” olarak tarihe geçmiştir. “Lâikliğe aykırı hareket” suçlamasıyla vatandaşın ev veya iş yerine yapılan baskınlarda bulunan tek suç âleti, “kitap”tan başka bir şey değildi. Bekir Berk, bu haksız suçlamaya uğramış “Maznunların Avukatı” idi.
Bekir Berk, hukuk adına hukukun tepelendiği bir ortamda avukatlık yaptı. Onun mahkemelerde yaptığı savunmalar, yargının hukuka ve inançlara saygılı olmasını temine yönelik veciz birer tebliğ ve davet niteliğindeydi. “Hakkın Zaferi İçin” yola çıkan Av. Bekir Berk, kitlelerin din ve vicdan hürriyeti ile düşünce ve ifade hürriyetinin korunmasını, meslek hayatının gayesi yaptı. Anadolu’nun her yerinde açılmış davaları, gece gündüz, kış yaz demeden insanüstü bir gayretle koşuşturarak takip eden Bekir Berk, adalete olan inancını kaybetmemiş adil hakimlerin kararlarından oluşan 750 beraat kararını 1971 yılında “Nurculuk Davası” kitabında topladı. Elinizdeki kitap, bu kararların alındığı yaklaşık 25 yıllık süre içinde Bekir Berk’le davaları birlikte yaşayanların acı tatlı hatıralarının ibretli örneklerinden sadece bir demettir. Hatıralar ibretli, düşündürücü, tebessüm ettirici ve hüzünlü özellikleriyle Türkiye’nin bir döneminin tanıklık belgeleridir.
Risale-i Nur hizmeti, “Türkiye’nin Müslüman kimliğiyle çağını yakalaması, çağımız insanının da İslâm’a kavuşması” amaçlı bir iman ve irşad hizmetidir. Bu eser, merhum Bekir Berk’le Anadolu sathında bu hizmete omuz vermiş himmet sahiplerinin acı tatlı anekdotlarını içeriyor. Düşünce hayatımızı, sosyal ve siyasî tarihimizi yazacak tarihçilere otantik bir kaynak inancıyla bu çalışmayı yayınlıyoruz.

Av. Mustafa TUNCEL
1 Haziran 2004

İlk Dava
Bir müddet sonra Tahsin Tola’dan, hayatının akışını değiştirecek bir telefon aldı.
Tahsin Tola, Bediüzzaman’ın talebelerinden ve Bekir Berk’in arkadaşlarındandı. O zaman Demokrat Parti milletvekili idi. Ankara’da yakalanan Nur talebelerinin davasını alması için Bekir Berk’e ricada bulunuyordu.
Bekir Berk her zamankinden fazla heyecan duydu. Çünkü Bediüzzaman’ın o muhteşem hayatını okuduktan sonra eserlerini de tetkike başlamıştır. Tahsin Beyin “Davayı alabilir misin?” şeklindeki rica yollu talebine:
“Şimdi olmadı Tahsin Abi!” dedi, “‘Davayı alabilir misin?’ ne demek? ‘Ankara’ya gel. Bu davayı al.’ diyeceksin! İnançları için zindana atılan insanları savunmayacaksam bu cübbeyi neden giydim?”
Ankara’ya gitti. Parmaklıkların ardındaki Nur talebeleriyle görüştü. Kendini başka dünyanın insanlarıyla karşılaşmış gibi hissediyordu. Aradığı örnek insanlar bunlardı işte. Zindana girmiş olmalarına rağmen yüzleri nur, gözleri pırıl pırıldı ve dudaklarında dünyaya metelik vermeyen tebessüm vardı. Onları tanıdığına çok sevinmiş, çok heyecanlanmıştı.
“Arkadaşlar!” dedi, “Sizi bir an önce hapisten çıkarmaya mı çalışayım, yoksa inandığınız davayı mı savunayım?”
“Bizler burada 10 sene yatmaya razıyız. Siz Risale-i Nur’un ulvî davasını müdafaa edin Bekir Bey.”
Bu cevap, Bekir Berk’i can evinden vurmuştu. Bu cevap, onlara olan hayranlığını bir kat daha artırdı. Demek onlar, nefislerini kurtarmanın telâşında olmayan gerçek dava adamlarıydı.
O günkü şartlar altında bu insanları savunmak kolay değildi. Bu yüzden pek çok avukat, onları savunmaya cesaret edemiyordu. Sonunda mazlumlar Bekir Berk’e, Bekir Berk de onlara kavuşmuştu.
Ankara davası için Türkiye’nin dört bir yanından insanlar aktı ve avukatın muhteşem savunmasıyla, hükûmetin ve medyanın, polisin ve jandarmanın ağır baskısında olan mazlumlar beraat ettiler.
Üstadı Ziyaret
Bunun üzerine Üstadın kendisini görmek istediğini söylediler. “Aman efendim,” dedi Bekir Berk, “onunla görüşmeye henüz hazır değilim. Kitaplarının tamamını bitirsem de huzuruna öyle çıksam?”
Bediüzzaman, Bekir Berk’i bekliyordu. Bir otomobile atlayıp Isparta’ya gittiler. Virane bir ahşap evde karyolada yatan Üstadın yanına girdiler. Üstadın elini öptüğünde dudaklarının kavrulduğunu hissetti. Karyolanın yanına Bekir Berk’in oturması için bir sandalye koymuşlardı. Ne de olsa ünlü bir avukattı. Ama diğer talebeleri yerde otururken, sandalyede Üstadın hizasında oturmayı edebe uygun bulmadı. Sandalyeyi kenara itip o da diz çöktü.
“Kardeşim!” dedi Bediüzzaman, ”Seni bana Allah gönderdi! Seni, 40 sene hizmet etmiş talebem gibi kabul ediyorum. Yaptığın müdafaalar için sana 500 banknot vermem gerekirdi. Ama mükâfatını dünyada vermek istemiyor, ahirete bırakıyorum. Biz kendi ihtiyarımızla hareket etmiyor, istihdam olunuyoruz.”
“İstihdam olunuyoruz.” cümlesi, Bekir Berk’in zihnine kazındı. Bu cümle, hayatı boyu ona rehber olacaktı.
Mahkemelerde bülbül gibi konuşan Bekir Berk’in âdeta dili tutulmuştu. Üstadın sorularına cevap verirken kekeliyordu. Hele “Seni bana Allah gönderdi!” sözü, bütün benliğini felce uğratmıştı. Çocukluğunda gördüğü rüya, hayalinin önüne geldi. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) zırhını giyip kâfirlerle savaşması, annesinin bu rüyayı müjdeyle yorumlaması, “Sen de günümüzün Ebu Cehil’leriyle mücadele edeceksin.” deyişi, Ankara’daki mazlumların savunması için davet alması ve şimdi de o Büyük Üstadın huzurunda oluşu Bütün bunlar birbiri ardına sıralanınca kendinden geçecek gibi oluyordu.
Üstadın son zamanlarında bir gece yarısı gazetelere bakarken bir yazı gözüne ilişti. Başlığı “Bediüzzaman yeise düşmüştür.” şeklindeydi. Bu başlık Bekir Berk’i yerinden fırlattı. “Bediüzzaman asla yeise düşmez!” diye haykırdı. Sehpaların altında bile kükreyen Bediüzzaman’ın yeise düştüğünü iddia etmek, ona büyük bir bühtandı. Hemen yazı makinesinin başına geçti ve “Bediüzzaman yeise düşmemiştir!” başlığını taşıyan bir yazı yazdı.
Ertesi sabah yazıyı Hüradam gazetesinin sahibi Sinan Omur’a gönderdi, o da yayınladı.
Bediüzzaman yazıyı okuyunca, “Maşaallah, bin barekallah!” diye memnuniyetini belirtti.
Rüya ile Gelen Tebrik
Bekir Berk, bir akşam vakti yorgunluğunu gidermek üzere dalıp gittiği sırada kendini tatlı bir rüyanın içinde buldu.
Rüyada Üstadın elini öpmüş, Üstad da alnına bir öpücük kondurmuştu. Bu tatlı rüyadan, çalan telefon sesiyle uyandı. Telefona uzandığında şaşkına döndü. Çünkü öbür uçta Sungur Ağabey vardır.
“Buyurun! Ben, Av. Bekir Berk.”
“Ben Mustafa Sungur. Isparta’dan arıyorum. Üstadın yanından az önce ayrıldım. Hüradam’daki yazınızı okudu. Çok beğendi, size selâm ediyor.”
Bekir Berk’in sesi titredi:
“Aleyküm selâm, lütuf buyurmuşlar.”
Üstadın tebrik ve takdirlerine vesile olan bu yazıyı, “Zafer Bizimdir” isimli eserinden aynen alıyoruz:
Bediüzzaman Yeise Düşmemiştir
Geçen sayınızda muhterem müvekkilimle ilgili olarak neşrettiğiniz bir haberde, Bediüzzaman Said Nursî’nin kendisine yapılan ithamlar karşısında büyük bir yeise kapıldığından bahsedilmektedir. Bu ifade, herhâlde bir sürçülisan neticesi olsa gerek.
Gerçek iman sahibi, yeise kapılmaz. Moskof silâhları ve kumandanları, divan-ı harb-i örfîye giderken arasından geçirildiği darağaçları ve küfr-ü mutlakın kaba kuvvet mümessilleri ve onların aşağılık uşakları karşısında bile fütur getirmeyen ve zulümleri karşısında ise:
“Ben, Malikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Onun izin ve rızasıyla geldin ise merhaba, safa geldin. Musibet şerr-i mahz olmadığı gibi, saadetten dahi felâket çıkar. Dünya ile ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Riyakâr bir şöhret-i kazibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet. Kaldı ki ecelim, o Halık-ı Zülcelâlin elindedir. Kimin haddi var ki vakti gelmeden ona ilişsin? Zaten izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz. Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i Nuriye ve imaniyeden vazgeçmem ve geçemem.
“Bana ıstırap veren, yalnız İslâmın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını emen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim yegâne ıstırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmetleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa.” diyen muhterem müvekkilimin yeise kapılacağını zannetmek, büyük bir hatadır. Bu sebeple haberinizi tashihe lüzum görmüş bulunuyorum.
Av. Bekir Berk, Hür Adam, 2 Şubat 1960.
“Abdurrahman Gibisin”
Bediüzzaman kendisine vekâletini verince, Bekir Berk kendini başka dünyalarda buldu. Çünkü Üstad, ilk kez birisine vekâlet veriyordu. Bu, büyük bir mazhariyetti.
Bediüzzaman, İstanbul’a son gelişinde basına, “Avukatıma vekâlet vermek için geldim.” diye açıklama yapmıştı. Kaldığı Piyer Loti Otelinde, gazetecilerin akınına uğramıştı. Dışarda mahşerî bir kalabalık vardı. Üstadı görmek için halk toplanmıştı. Talebeleri, Üstadı bu kalabalıktan nasıl çıkaracaklarını düşünüyorlardı. Yıllardır gençliğin önderliğini yapmış ve toplumsal olayları yönetmiş olan Bekir Berk, duruma el koydu:
“Buradan çıkılması gerektiğine göre çıkılacak! Ben Üstadın sağında yer alacağım, Mehmet Emin Birinci solunda. Mehmet Fırıncı, sen de arkamızda bulunacaksın. Zübeyir Gündüzalp Abi önde Üstada yol açacak. Biz Üstadı koruyacağız. Diğer kardeşler de kalabalıkla aramızda etten bir duvar örüp bizi koruyacaklar. Tevekkeltü alallah.”
Bediüzzaman, Bekir Berk’in sözlerini duyunca tebessüm ederek “Barekallah, bir kumandan gibisin. Tıpkı Abdurrahman’ım gibisin.” diye iltifatta bulundu.
Abdurrahman, bir evlât gibi bağrına bastığı sevgili yeğeni, ilk talebesiydi. Ankara’da ondan ayrılmış, daha sonra Barla’da sürgünde iken, ölüm haberini almıştı.
Üstadın konuşmasını dinledikten sonra Bekir Berk’in yüreğinde güller açtı. Çünkü Üstadın en büyük iltifatlarından birine daha muhatap olmuştu. Bu iltifatlar onun hızına hız kattı. Türkiye’nin bir ucundan öbür ucuna, bir köyünden başka bir köyüne, nerede mağdur ve mazlum Nur talebesi varsa onun imdadına koştu. Zaman ve mekân engeli, hayat şartlarının ağırlığı, gayretinin önünde eridi, kayboldu. Gerekirse dağlardan yürüdü, gideceği yere ulaştı. Onun lügatinde “olmaz” ve “imkânsızlık” kelimeleri yoktu. “Bana neden olmayacağını değil, nasıl olacağını söyleyin!” derdi. Hiç kimse onun temposuyla baş edemezdi. Ama o herkesi zorluyordu.
Artık Bekir Berk’in bütün dünyası, davalarıydı. Hiçbir şey durduramıyordu onu, hiç kimse korkutamıyordu. Her türlü şartta “Önce hizmet.” diyor, zorluk dinlemiyor, imkânsızlık tanımıyordu.
Bekir Berk, dirençli, coşkulu, heyecanlı, otoriter ve bir o kadar cesur bir avukattı. Mehter marşları ile “Hak Yol İslâm Yazacağız” marşlarını Türkiye çapında yaygınlaştıran oydu. Marşlarla hayat buluyor, herkese
şevk veriyordu.
Korkusuz avukatın mahkemesi tıklım tıklım doluyor, her mahkeme sonrası ortalık marşlarla inliyordu. Her mahkeme bir olay hâline geliyordu.
Kalabalıklar artmaya başlamış, zulüm ve baskı arttıkça inançlıların sayısı da artmıştı. Bu insanların kendilerini bulacak yayın organlarına ihtiyaç vardı. Bekir Berk bunu, kendini bildiğinden beri söylüyordu. Bu yüzden “İttihad” ve “Yeni Asya” gazetelerinin kuruluşlarında önayak oldu. Bu gazetelerde başyazılar yazdı. Her yazısı gündem oluşturdu. İnananların yüreklerine su serpti. Bazılarının kulaklarına su kaçırttı, huzurlarını bozdu. Hem yaman avukatlığı ve avukatlığındaki üslûbuyla yaptığı yazarlık, iman hareketini söndürmek isteyenler için tahammül edilemez bir şeydi.
İmzalı Boş Kâğıtlar
Üstad Bediüzzaman, Emirdağ’da boş kâğıtları imzalayıp bazı davalarda kullanması için kendine vekâlet verdi. Bu, vekâletin çok ötesinde bir güven anlamını taşıyordu.
1959 yılında İstanbul’a kendisine vekâlet vermek üzere geldiğini kamuoyuna açıklayan Bediüzzaman’ın ziyareti, basında büyük yankı uyandırdı. Bazı solcu gazeteler, Üstad hakkında hakarete varan yazılar yayınladılar. Bunun üzerine harekete geçen Bekir Berk, bu yazıların hakaret içerdiğini belirterek, müvekkilinin kanunî hakkını takip etmek için savcılığa başvurdu. Savcılık, yazılarda hakaret unsuru görmeyip takipsizlik kararı verdi. Ancak Av. Bekir Berk, meselenin peşini bırakmadı. Uzun ve gerekçeli bir itirazda bulundu. Dinde sahtekârlıkla suçlanan müvekkili hakkında savcının takipsizlik kararı vermeye hakkı olmadığını, suçlular hakkında dava açmamasının çeşitli bakımlardan yolsuz ve kanunsuz olduğunu, hukuk otoritelerinden yaptığı nakillerle ortaya koydu. Bir hukuk dersi niteliğinde olan ve onun müdafaa taktik ve tarzını ortaya koyan bu itirazdan bir bölümünü alıyoruz:
“Müvekkilimin itibarını sarsan isnat sebebiyle, dava açmak için muvafakatını bildirmesi üzerine müddeiumumî takipsizlik kararı veremeyip, basın mahkemesinde dava açmaya mecburdur. Hakikat böyle olduğu hâlde aksine hareketle takipsizlik kararı verilmiş olması, çok açık bir yolsuzluk teşkil etmektedir. Malûm olduğu üzere müddeiumumîler, adliye vekillerinin emirleri üzerine dava açmakla mükellef olduğu hâlde, davayı açtıktan sonra şikâyetin kuvveti derecesinde mütalâa istiklâlinin icaplarını yerine getirir ve tahkikatın seyrine ve neticelerine göre tam bir serbestlikle hareket eder. Bunun içindir ki Fransızlar ‘Yazı esir ise de söz serbesttir.’ demişlerdir.
“Evet, muvafakat verildiği takdirde müddeiumumî, yukardaki misalde olduğu gibi dava açmak mecburiyetindedir. Ve aksine hareket, kanun gerekçesinin, meclis komisyonu müzakerelerinin ve ceza hukuku ve ceza hukuku mütehassıslarının da manasını açıkladığı kanun ruhuna tamamen aykırıdır. Eğer mütalâa hürriyetini aleyhimizde istimal edecek idiyseler, bunu yukardaki misalde olduğu üzere iş, mahkemeye intikal ettikten sonra ortaya koyabilirlerdi. Ve o zaman davanın taraflarından olmaları sebebiyle bu noktadan kendilerine taanda da bulunmazdık. Kanun, kanunsuz olarak aleyhimize tefsir edilerek, takipsizlik kararıyla itibarımıza vaki tecavüzün hesabını kendileri gibi bîtaraf olacak hâkimlerin huzurunda sormamıza ve adilâne kararı istihsal etmemize bu şekilde mâni olmaları yolsuzdur. Ve bu sebepten kaldırılması gerekir.”
Savunduğu Davadan Mahkûmiyet
Güçlü avukat, her girdiği mahkemede yaptığı son derece hukukî, mantıkî ve zaman zaman da hissî müdafaalarından hep beraat kararları çıkarıyordu. Davaya engel olmak isteyenler, bu güçlü avukatı hukuk yoluyla durduramayacaklarını anlayınca, başka yolları denemek, davanın bir numaralı savunucusunu devre dışı bırakmak istediler. Bu maksatla hakkında gıyabî tutuklama kararı çıkarıldı. 12 Mart l971 İhtilâlinden sonra Balıkesir’de kaldığı evde bir sabah namazı esnasında arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. Sıkıyönetim mahkemesi tarafından muhakeme edilmek üzere İzmir Narlıdere Ceza Evine konuldu. Burada birinci derecede hedef, Bekir Berk’ti. Zira davanın bu güçlü savunucusunu mahkûm edip maznunları savunmasız bırakmak hedefleniyordu.

Annenin Mektubu
Bekir Berk’i yetiştiren anne, oğlunun tutuklanıp ceza evine konmasını haber alınca üzülmedi; tersine, namazda yakalandığını duyduğundan dolayı sevindi. Bunu, ona yazdığı bir mektupla dile getirdi. “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır.” derler. Bekir Berk’in arkasında da annesi Fatma Hanım vardı. Ona inandığı davada fedakârlık, cesaret ve iman aşılayan bir anne portresi çizen bu ilginç mektup aynen şöyle:
“Sevgili oğlum Bekir!
“Gözlerinden öper, Allah’tan uzun ömür ihsan etmesini dilerim.
“On gün kadar senin durumunu çocuklar söylemediler. Fethi’den mektup alınca hadiseye vâkıf oldum. Namaz kılarken götürmüşler diye duyunca bilsen ne kadar sevindim! Zira ben seni bu ruhla büyütmüştüm. Allah’ın ipine yapışan necat bulur evlâdım. Demek kaderde bunlar da varmış. Ne yapalım? Allah elbette her şeyi iyi edecek. Belki hakikatleri senden öğrenecekler var. Bunlar birer vesiledir. Sütüm sana helâl olsun! Yolun da açık olsun. Eğer müsaaden olursa ziyaretine geleceğim. Telefonla haber sal.
“Çok şükür rahatsız değilim. Seni de merak etmiyorum. Çünkü ben seni Allah’a vermişim, Ona havale etmişim. Mareşal Çakmak hadisesinde nasıl metin idiysen, şimdi de ondan yüz derece metin olmanı istiyorum.
“Davan haktır ve Allah, doğruların yardımcısıdır.
“Ben hepinize dua ediyorum. Elemin zeval-i lezzet olduğunu unutma.
“Tekrar selâm ile gözlerinden öperim.
“Annen Fatma Berk
“9 Ekim 1971.”

Ve Ebed Yolculuğu
1989’da hastalanıp kanser teşhisiyle İngiltere’de tedavi gördükten sonra Türkiye’ye döndü. Mahşerî bir kalabalıkla karşılandı. Tedavi sonrası oldukça zayıflamış bir hâlde idi. Hastahanede bir süre daha yattı. Daha sonra iyileşti ve iki yıl boyunca eski dost ve ahbaplarını gezip ziyaret etti. Geçmiş hatıralarını tazeledi.
Ölümünden iki ay önce dostları, hayatını belgesel yapmak istediklerini söyleyince “Kardeşim! Ben, Van Kalesinden düşerken ‘Eyvah davam!’ diyen bir Üstadın talebesiyim; hizmete vesile olacaksa elbette!” dedi. Hayatı filme alındı. Ama o kendini değil, Üstadını ve davasını anlattı. Çekimlerin bittiği 14 Nisan’ın ertesi günü hastahaneye yattı. 14 Haziran l992’de ise Hakkın rahmetine kavuştu.
16 Haziran’da Fatih Camii avlusu, mahşerî bir kalabalığa sahne oldu. Adını duyan herkes oradaydı. İmamın “Hakkınızı helâl ediyor musunuz?” sözlerine karşılık, “Helâl olsun!” sesleri yeri göğü çınlattı.
Cenaze yüz binlerin elleri üzerinde Eyüp Sultan Kabristanına getirilip defnedildi. Mekânı Cennet olsun!
Güneş Gibi Bir Şahsiyetti
Mehmet Fırıncı
BEKİR AĞABEYİ anlatmamı istediğinizde bir anda hiçbir şey hatırlamaz oldum! Hani gün ortasında “Güneşi göster.” deseniz nasıl mümkün olmazsa, Bekir Ağabey gibi parlak bir şahsiyeti anlatmak da hele benim gibi çok yakınında bulunan biri için güç bir şey.
Fakat ilk anda aklıma gelen, şu:
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) doğduğu dakikada “Ümmetim, ümmetim!” diye niyaz etmesindeki sır var ya, işte Bekir Ağabey bana göre o sırra mazhardı. Hiçbir dakikasını kaçırmadan, ümmetin meselelerini her an düşünen bir şahsiyetti. “Ümmetim!” sırrını teferrüs ve tevarüs etmişti. Yani o sırrın sırrına ermişti.
Hizmetin kendi alanına taallûk eden meselelerinde o kadar dikkat ve hassasiyet gösterirdi ki kanunlar muvacehesinde bundan daha haklı dava olmadığını anlatmak için âdeta çırpınırdı. Ona gölge düşürmek isteyenlerin bütün iddialarını çürütmek için didinirdi.

163’ün Kalkması
163. maddenin kaldırılması sırasında Suudî Arabistan’da idi. Rahmetli Özal, kendisine 163. madde konusunda görüşlerini sormuştu. Bu konuda takip edilmesi gereken yolu maddeler hâlinde yazıp bildirmişti. En başta bu maddenin tümüyle kaldırılmasını teklif etmişti. Eğer bu olmazsa, en azından maddenin, fikir ve inanç hürriyetine müdahale edilmeyecek şekle getirilmesini, sadece maddî eylemlere münhasır bırakılmasını istemişti. Özal, bu tavsiyelerden ilkine uymuş, 163. maddeyi tamamen kaldırmıştı.
Binin üzerinde mahkeme ve her birinin pek çok tekrarlanan duruşmalarına bizzat gitmeyi kendine vazife bilmişti. Şimdi düşünüyorum da bu kadar kısa zamana bu kadar çok şey nasıl sığdırmış, doğrusu hayret ediyorum!

Ankara Davası ve Tanışmamız
Ankara davasına rahmetli Tahsin Tola kendisini davet edince, bu davayı seve seve almıştı. Daha sonra Tahsin Ağabey, bize telefon ederek, ziyaretine gidip tanışmamızı söyledi. Birinci Ağabey Hakkı Yavuztürk ve Üzeyir Şenler’le, randevu alıp, Cağaloğlu’ndaki yazıhanesine gittik. İlk defa orada tanıştık. Çok kibar, nazik bir beyefendi edasıyla bizi karşıladı. “İnşaallah bu davayı kazanacağız.” dedi.
Daha sonra ikinci müdafaa celsesine İstanbul’dan Ceylân Ağabeyle beraber gittik. O gün, Ankara’nın en lüks otellerinden biri olan Çankırı Caddesindeki Turan Otelinde iki oda tuttuk. Bir oda ikimize, bir oda da Bekir Ağabeye. Tabiî o zaman yeni tanışmışız, ne de olsa aramızda bir mesafe var. Çok meşhurdu, sıradan bir avukat değildi. Her gün gazetelerde beyanatları çıkıyordu. Hava alanından alıp otele getirdik. Müdafaalarını otelde tamamladı. Sonra mahkemeye girildi. Orada ilk olmasına rağmen çok şahane bir müdafaa yaptı.
Mahkemeden sonra gece Tahsin Beyin evinde toplandık. Avukatlar ve maznunlarla birlikte toplu olarak bir de fotoğraf çektirmiştik.

Üstadın İltifatı
Sonra Üstadın arabasıyla Emirdağ’a gittik. Bekir Ağabey oradan Ceylân Ağabeyle birlikte Isparta’ya gittiler. O ilk karşılamada Üstad kendisine çok iltifat etmiş, “Seni bana Allah gönderdi.” demişti.
En son Ankara görüşmesinde ise:
“Seni Nur’un en büyük kahramanı ilân ediyorum!” demişti. Ankara’dan ayrılıp giderken, Bekir Ağabey eğilerek el sallamış. Üstad Hazretleri tekrar taksiyi durdurmuş, kendisine, “Seninle üç beraberliğimiz var: Biri, Nur’un avukatısın. Diğeri, Nur talebesisin. Bir diğeri var, ama onu şimdi söylemeyeceğim.” demiş.

Baş Döndürücü Bir Hız
Zaten fıtraten hareketli ve cevval olan Bekir Ağabey, Üstaddan aldığı hızla yerinde duramaz hâle gelmişti. Bazen İstanbul’dan çıkar, Anadolu’yu dolaşır, 20 günde, hatta bir ayda döndüğü olurdu. Yorgun argın hâliyle gelir, yatsıyı kılmadan yatmadığı gibi, her defasında sünnetiyle ve arkasındaki tüm tesbihatıyla kılardı
Birinci Ağabeyle genelde yazıhanede bulunur, davaları takip eder ve müdafaaların hazırlanışında yardım ederdik. Özellikle Risale-i Nur’lardan konuyla alâkalı yerleri bulup kendisine verdiğimizde sevinçten uçar, bizi alkışlar ve hemen o paragrafı yerine yerleştirirdi.
Çoğu kez geceler boyu çalışırdık. Bizim uykumuz gelirdi, ama onun asla gelmezdi. Bazen Birinci Ağabey, yorgunluk bastırınca, fark ettirmeden ayrılırdı. Çalışmaya daldığından, kapının çıt sesini duyunca, “Eyvah, yine Birinci’yi kaçırdık!” derdi.
Müdafaaları yazarken mutlaka istişare eder, bundan manevî bir güç aldığını söylerdi.
Bazıları bize, “Siz Bekir Beyin uşağı gibi her dediğini yapıyorsunuz!” derdi.
Ben de “Kardeşim! Ben onun yaptığını yapabiliyor muyum? Yapabilsem, zaten ona ihtiyaç duymam. Eğer Allah bu kadar büyük bir dava adamını bize ihsan etmişse, elini ayağını öper, yine ona hizmet ederim.” derdim. Kaldı ki o, asla şahsına hizmet edilmesini istemezdi.
Bir gün yazıhaneye gittik; baktık, peynir ekmek yiyor! Zaten 60’tan sonraki o ihtilâl yılları çok sıkışıktı. Lokantada yiyecek imkânımız yoktu. Bir defa kaç kişiden para topladık da zorla bir bilet alıp kendisini mahkemeye gönderebildik!

Hakarete Anında Cevap
Ahmet Ceylân isimli bir kardeşimizi tevkif etmişlerdi. O zaman Yıldız Mimarlık Mühendislik Akademisinde okuyordu. Balmumcu’da mahkemesi olacaktı. Duruşmasına gidiyorduk. Trafik kapalıydı. Bekir Ağabey, arabanın içinde daktilosuyla müdafaasını yazmaya devam ediyordu.
Mahkemeye tam vaktinde yetiştik. Duruşma başladı. Savcı:
“İşte bunlar, komünistler kadar tehlikelidir!” diye bize hakaret etti.
Bekir Ağabey hemen ayağa fırladı:
“Bu savcı böyle söylemekle komünizmin hizmetinde olduğunu göstermek istiyor!”
Hava birden elektriklendi. Bir olay olmasın diye ağır ceza reisi, telefona uzanıp güvenlik görevlilerini çağırdı. Çünkü salonda 60 kişi kadar dinleyici vardı.
O gün mahkemeden tahliye kararı çıkınca, savcı süt dökmüş kediye döndü.
Davaya hakaret edildiği yerde hiç tahammülü yoktu. “Mahkemede miyim, avukatlığıma bir zarar gelir mi?” diye düşünmezdi. Hakarete anında, en sert biçimde cevap verirdi.
On dört senenin bitmez tükenmez bir macerası bu. Neyi nasıl anlatayım? Müthiş bir maraton, müthiş bir şevk. Tıpkı sahabeler gibi, taarruz edenlere karşı celâli, müminlere karşı cemali vardı. Gazetelerde din, iman ve insan hakları aleyhinde bir yazı, bir beyanat görse, “Başkası cevap versin.” demez, kendisini görevli bilir, hemen kaleme sarılır, cevap yazardı.

Piyer Loti Gecesi
1959 yılının sonu, yani 1960 yılının yılbaşı gecesiydi. Üstad Hazretleri İstanbul’a gelmiş, Piyer Loti Otelinin üst katına yerleşmişti. Nasıl olduğunu bilemedik, birden otelin içinde dışında çok büyük bir kalabalık toplandı. Büyük bir izdiham oldu. Bunun üzerine Üstad:
“Siz nümayiş mi tertiplediniz?” diye bize kızdı. Oysa biz kimseye haber vermemiştik. Ama haber, kulaktan kulağa yayılmış ve insanlar otelin içini dışını hıncahınç doldurmuşlardı.
Üstad, divanın üstünde bağdaş kurmuş hâlde saatlerce konuştu. “Bizim vazifemiz, müsbet harekettir. Menfî harekete asla izin vermiyorum.” diye tekrar tekrar söylüyordu. Biz 15 kişi kadar yerde oturuyorduk. Bir ara birdenbire celâllendi, “Kat’iyen istemiyorum!” dedi, divanın üzerinde yay gibi ağaya fırladı. Bir müddet öylece ayakta konuştu. Düşünebiliyor musunuz? Vefatına üç ay kala, o yaşlı hâlinde böyle çevik bir hareketle ayağa fırlaması, doğrusu bizi çok şaşırtmıştı. Hâlâ o sahne gözlerimin önünden gitmez.
Daha sonra Üstadın bu hâlini anlatırken Bekir Ağabey, “Sustalı çakı gibi!” benzetmesini yapardı. Üstad bu hareketiyle bize, “Kuvvet var, fakat kullanmak yok.”
demek istiyordu.
Oradan gece yazıhaneye gittik. Bekir Ağabeyin de bir divanı vardı. Üzerine geçip bağdaş kurdu. Kaç defa Üstad gibi ayağa kalkmayı denedi, fakat bir türlü yapamadı. Üstelik o zaman kendisi 35 yaşlarında idi. İmkânı yok, yapamadı. O gece çok gülmüştük!
Üstad Hazretleri, İstanbul’dan dönünce, aleyhteki gazetelerden birinde “Bediüzzaman, İstanbul’dan yeise düşerek ayrıldı.” diye bir haber çıktı. Bunu bazıları yanlış olarak “‘Hüradam’da çıktı.” diye anlatıyorlar. Doğru olan, “Hüradam”da çıkan, o gazetenin haberi ve Bekir Ağabeyin o gazetedeki yazıya verdiği cevaptır. Yazısının başlığı da “Bediüzzaman yeise düşmemiştir.” şeklindeydi.
Üstad ertesi gün yazıyı okuyunca çok memnun olmuş ve Sungur Ağabeye telefon açtırarak kendisini tebrik etmişti.

İzzet-i Nefsini Feda Etti
Nur talebeleri tarafından mahkemelerde zaman zaman kendine yapılan bazı yanlış hareketler de oluyordu. Onu avukatlıktan azletmek isteyenler olmuştu. Nefsime soruyorum. Ben olsam “Ne hâliniz varsa görün.” der bırakırdım. Ama o, Risale-i Nur’un davası diye hiç izzet-i nefis meselesi yapmadı. Kendisini azletmek isteyenlerin de mahkemelerine girdi ve beraat aldı.
Allah sonsuz rahmet eylesin!

Büyük Adam
Mehmet Kırkıncı
BEKİR BEY, ilk defa 1958 yılında bazı ağabeylerin Ankara’da yakalanıp tevkif edilmeleri üzerine sahneye çıktı. Bekir Bey, o mahkemede çok güzel bir müdafaa yapmış ve hepsi beraat etmişti.
Üstad Hazretleri kendisine hem Ankara’da, hem de İstanbul’da vekâletname verdi. Daha sonra o harika savunmanın metni elimize geçti. Şöyle başlıyordu:
“Yüksek mahkemenin muhterem hâkimleri!
“Müvekkillerimiz, vicdan ve toplanma hürriyetinin korunması hakkındaki kanuna muhalefet ettikleri iddiasıyla, yüksek mahkemenize sevk edilmiş bulunmaktadırlar.
“Bu dava, bidayeten iddia edildiği gibi, dinin istismarı davası değildir. Ve aynı zamanda bu dava, karşınızda maznun sandalyesinde oturan bu 10 kişinin davası da değildir. Haddizatında, onların şahsında bir iman boğulmak istenmekte, bir kitaba karşı savaş açılmış bulunmaktadır. Bu savaş, iki zihniyetin mücadelesi, bu şahıslar onun vesilesi, bu salon o muharebenin meydanıdır. Ve bu savaşın silâhı kılıç değil, kalemdir. Hedefi beden değil, vicdandır.
“Muhterem hâkimler!
“Bugün dünya iki kampa ayrılmıştır, iki cephe hâlinde saf bağlamıştır. İmansızlar ile Allah’a bağlananlar, kitapsızlarla kitaplılar, maddenin esirleriyle ruhun âşıkları, şeytanın uşaklarıyla, hakkın müdafileri, zulmün emirberleriyle adaletin talipleri karşı karşıyadır.”
Bekir Bey, yaptığı uzun savunmasının sonunu şu cümlelerle bağlıyordu:
“Muhterem hâkimler!
“Yukarıda arz ettiğim esbaba binaen, yüksek mahkemenizden, imanın, ahlâkın, ilmin ve faziletin hizmetinde ve emrinde olan maznunları beraat ettirmenizi, Prusya Kralı Frederik’in karşısına dikilerek ‘Berlin’de hâkimler var.’ dedirten hâkimlere bizi gıpta ettirmemenizi, meslek olarak hâkimliği seçtiği takdirde oğluma, sizleri örnek gösterme imkânını bana bahşetmenizi Ve nihayet, ‘Adalet mülkün temelidir.’ hakikatinin ışığı altında, mülkün temeline kuvvet verici olduğunuzu, bir kere daha ispat etmenizi bilvekâle arz ve talep ederim.
“Av. Bekir Berk, 9 Eylül 1958.”
Biz bu savunmayı okuyunca Bekir Beyi görmek için içimizde büyük bir iştiyak uyandı. Aynı yıl Ağrı’ya Nazım Akkurt’un mahkemesine giderken, Erzurum’a uğradı. Bir gece misafirimiz oldu. 1958’den sonra avukatlığa devam ettiği sürece birçok beraberliğimiz oldu. Ben İstanbul’a gittiğimde, beni bazen Çemberlitaş’taki yazıhanesinde misafir ederdi. Birlikte Risale-i Nur’dan birçok yeri okuduk. Hususan İşaratü’l-İ’caz’a özel bir merakı vardı. İşaratü’l-İ’caz’ı birlikte mütalâa ettik.
Beraber geçirdiğimiz zamanlarda Nur’ları tanımasını bana şöyle anlatmıştı:
“Ben eskiden beri milliyetperver bir insandım. 1945’te Tan hadisesinde milliyetçi gençliğin içindeydim. Sonraki yıllarda solcuların aldattığı Mareşal Fevzi Çakmak’ı bir konuşmayla ikaz edip uyardım. Milliyetçiler Birliği ve Türk Kültür Ocağı Başkanlıkları yaptım. Komünizme Karşı Mücadele dergisini çıkardım ve yönettim. Osmanlı padişahlarını, özellikle Fatih Sultan Mehmet’i, Yavuz Sultan Selim’i, Kanunî Sultan Süleyman’ı çok severdim. Fakat bu, kuru kuruya bir sevgiydi. Bu vatanın ve milletin, ancak kendi fikrimizle kurtulacağını zannederdim. Meğer bizim fikir zannettiğimiz şeyler, arzu ve hayalmiş! Milliyetperverliği, hamiyetperverliği, atalarımızı sevmeyi Nur talebelerini tanıdıktan sonra anladım.
“Bir gün Nur talebelerinin yargılanacağını duydum. Bir Müslüman ülkesinde din ve vicdan hürriyetlerine bu derece baskı yapılması beni çok üzdü ve hamiyet duygularımı galeyana getirdi. Onları savunmaya karar verdim ve kendileriyle görüşmeye gittim. Onları Ankara Hapishanesinde ziyaret ettim. Zübeyir Ağabey., Tahiri Ağabey ve diğer ağabeylerle görüştüm. Mahkemede neler yapacaklarını, nasıl ifade vermeleri gerektiğini anlattım. Sonunda:
“‘Siz benim dediklerimi yaparsanız sizi bu hapisten kurtarırım. Ben sizi mi kurtarmaya çalışayım, yoksa davanızı mı savunayım?’ diye sorduğumda, bana:
“‘Biz önemli değiliz. Sen davamızı mahkûmiyetten kurtar, o yeter! Davamızın beraat etmesi uğruna biz hapiste kalmaya razıyız.’ dediler. O zaman fedakârlığın, âlicenaplığın ne demek olduğunu anladım. Ve onlar gibi olmaya karar verdim. Yani Nurculuğum orada başladı.”
Bekir Bey, gençliğinden beri vatan, millet ve İslâmiyet için büyük hizmetlerde bulunmuştur. Fevkalâde bir kuvvet ve metanet sahibi idi. Kalbinde hakikat, ruhunda fazilet, sözünde vefa ve sadakat vardı. Müdafaalarındaki ifadeleri, yanardağdan fışkıran lâvlara benzerdi. Mahkemeler onun için manevî bir cihat meydanıydı.
Celâlli ve heybetli idi. Korkunun barınamadığı bir ruha sahipti. İradesi, mertliği, cesaret ve celâdeti takdire şayandı. Dünya nimetlerini, servetlerini ve ikbale giden yolları kendisine kapayan bir kahramandı. Silâhı, askeri, muhafızı yoktu. Fakat iman davası için feragat ve fedakârlığı vardı. Yavuz Sultan Selim’i andıran bir cesaret ve şecaate sahipti.
Adaletin Diliydi
Bekir Bey, gerçekten mahkeme salonlarında hakikat ve adaletin diliydi. Zulme ve haksızlığa asla müsamaha göstermeyen bu insanı mahkemede susturmak mümkün değildi. O, haksızlık ve zulmün karşısında keskin bir kılıç gibiydi. Haksızlığa karşı hiçbir zaman baş eğmedi.
Dünya malını, makamını ve rahatlığını ayakları altına alan bir fedakârlık örneğiydi. Hiç yorulmadan, usanmadan, gece gündüz demeden, bir mahkemeden bir diğer mahkemeye koşarak Risale-i Nur’u mahkûm etmek isteyenlere karşı emsalsiz bir hukuk savaşı verdi. İlâhî bir şevkle durmadan dinlenmeden mahkemeden mahkemeye koştu. Risale-i Nur’ların ve Nur talebelerinin savunmalarını hiçbir ücret talep etmeden üstlendi. Hiçbir hukukçuya nasip olmayan Rabbanî bir inayete mazhar oldu. Mahkemelerdeki celâldarane müdafaaları, başta hâkimler olmak üzere herkesi hayran bırakırdı.
Artık Bekir Bey, Risale-i Nur için yaşıyordu. Bediüzzaman’dan aldığı, “Fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı, yalnız sa’y ve cidaldedir.” dersini, bizzat yaşayan, izzet ve şehamet sahibi mücahit bir hukuk pehlivanı idi. Herhangi bir insana ait güzellikleri, meziyetleri itiraf etmek, insafın gereğidir. Hayatın en tehlikeli anlarında itidalini muhafaza eden insanlara pek az rastlanır; Bekir Bey, bunlardan biriydi. İtidal ve metanetinin güzel bir numunesini kaydetmek isterim:
1968 yılı Ramazan ayında Oltu’daki bir Nur talebesini savunmak için Erzurum’a gelmişti. Kış mevsiminin ortalarıydı. Ertesi gün mahkemede bulunacağından o akşam Oltu’ya gitmemiz gerekiyordu. İftardan sonra Süleyman Arı Beyin temin ettiği bir ciple yola çıktık. Arabada Bekir Bey, şoför ve ben vardık. Süleyman Arı Bey, bizim için arabaya birçok yorgan ve battaniye koymuştu. Onlara sarılmıştık.
Yola çıktığımızda hava açıktı. Erzurum’dan ayrıldıktan sonra kar yağmaya başladı. Tortum yolunda bir tepeye geldik. Kar yağışı iyice arttı. Tepeyi aştıktan hemen sonra çok şiddetli bir fırtınaya tutulduk. Fırtına o kadar şiddetliydi ki bir anda cipin etrafı karla kaplandı. Artık ne yol, ne iz görünmez olmuştu. Cip olduğu yerde kalmıştı, hiçbir yere gidemiyorduk.
Bizi endişeli bir hava kaplamıştı. Fakat Bekir Beye dikkat ettim, üzerinde hiç endişe hâli yoktu. Tam bir teslimiyet içindeydi. Allah’tan ne gelirse ona razı bir hâli vardı. Hemen bize şehitliğin ehemmiyetinden bahsetmeye başladı. Şehitlikle ilgili âyetleri ve Üstadın şehitler hakkında söylediklerini anlattı. Bekir Bey, şehitliği o kadar güzel anlatıyordu ki şoför hayranlıkla
onu dinlemeye dalmıştı. Sanki şoförün, “Hayırlısıyla bir şehit olsam!” der gibi bir hâli vardı.
Etrafta hiçbir şeyden eser yoktu. Biz cipin içinde yorganlara sarılmış, bekliyorduk. Birkaç saat, kar ve tipi içerisinde çok zor anlar yaşadık. Âdeta ölümü bekliyorduk. Birden beklenmedik bir şey oldu. Önce bir ışık göründü. Ardından bir grayderin gürültüsü işitildi. O andaki sevinçli halet-i ruhiyemizi anlatmak mümkün değil. Evet, gelen, bir grayderdi; üstelik yolu açarak geliyordu. Grayderin şoförü bizi görünce çok şaşırmıştı.
“Siz burada ne arıyorsunuz? Ben burada görevli değildim. Bir başka sebep için yola çıkmıştım. Şimdi anlıyorum ki Cenab-ı Hak, beni sizin imdadınıza göndermiş.” dedi.
Biz grayderin açtığı yoldan Oltu’ya doğru hareket ettik. O gün Bekir Beyin bu metanetine çok hayret etmiştim. Ve büyük zatların, büyük olaylar karşısında anlaşılabileceği gerçeğini bir kere daha görmüş oldum.
Cidde’de Ziyaretimiz
Avukatlığı bıraktıktan sonra 14 yıl süreyle Cidde Radyosunda dinî, ahlâkî ve tarihî programlar yaptı.
1976 yılında Mekke-i Mükerreme’de hac farizamızı eda ederken, Abdülkadir Badıllı, Ahmet Apay, Hacı İshak Efendi ve ben, Bekir Beyi ziyaret etmeye karar verdik. Cidde’de Bekir Beyin program yaptığı radyo binasına gittik. Görevliler, görüşme için müdürden izin almamız gerektiğini söylediler. Kapıyı çaldığımızda kapıyı bizzat müdür açtı. Bizi içeri buyur etti. Bekir Beyi görmek istediğimizi söyledik. Hemen Bekir Beye haber gönderdi.
Sonra müdür bey bize, Bekir Beyi anlatan şu konuşmayı yaptı:
“Bu müessesede ‘fevkalâde bir Müslüman’ denince akla Bekir Bey gelir. ‘Cömert bir insan’ denince yine akla Bekir Bey gelir. ‘Hürmetkâr, nezih ve nezaketli bir insan’ denince yine akla Bekir Bey gelir. ‘Abid bir insan’ denince yine Bekir Bey akla gelir.”
Abdülkadir Badıllı, Suudî Melikine vermek üzere Üstadımızın tevafuklu Kur’an’ından iki tane hazırlamıştı. Fakat Bekir Beyi çok seven Abdülkadir Badıllı, müdürün bu sözlerini duyunca çantadaki iki Kur’an’dan birini çıkarıp müdüre takdim etti. Müdür, Kur’an-ı Kerimi görünce hemen ayağa kalktı. Biz de onunla ayağa kalktık. Müdür bir yandan Kur’an’ın sayfalarını çeviriyor, bir yandan da ecdadımızı methediyordu.
“Barekallah, bu ne güzel bir hizmet! İşte sizin ecdadınız her zaman İslâmiyete böyle maddî ve manevî hizmetlerde bulunmuştur. Bir zamanlar İslâm âlemi sizin ecdadınızla iftihar ederdi. İslâmiyet her ne kadar bu iki beldede nazil olmuşsa da dünyaya tebliğ ve tevziini ecdadınız yaptı.” dedi ve şöyle devam etti:
“Hususan Şeyh Muhammed’in hizmetlerini unutmak mümkün değildir.”
Müdür, Şeyh Muhammed’den bahsederken onu farklı şekillerde methediyor, yedi lisan bildiğini, zekâsını, dehasını, kahramanlığını, ubudiyetini öve öve bitiremiyordu.
Biz önce, müdür beyin, “Şeyh Muhammed”den kimi kastettiğini anlayamadık. Soran gözlerle birbirimize bakıyorduk. O sırada:
“İstanbul’u fethetmekle İslâmiyeti Avrupa’ya götürdü. Zaten Peygamberimiz (a.s.m.), onu ve askerini o kadar güzel methetmiş ki onun hakkında söz söylemek bize düşmez.” dedi.
“Şeyh Muhammed”in, Fatih Sultan Mehmet olduğunu o zaman anladık! Bize izzetüikramda bulundu. Bekir Beyle görüşmemizden sonra da uğurladı.
Aynı gün Mekke’ye geri döndük. Ertesi sabah Arafat’a çıkmak için bir taksi kiraladık. Ben şoförün yanına oturmuştum. Yol esnasında şoföre iltifat için şöyle söyledim:
“Siz Araplar, bizim seyyidimizsiniz.”
Ben bunu söyleyince bana doğru eliyle ret işareti yaparak:
“Hayır, hayır! Asıl efendi, sizin ecdadınızdır. Buraları ihya eden, onlardır.” dedi.
Hem zirvedeki bir insan, hem de şoför aynı şuuru taşıyordu. Bu duruma çok hayret ettik!
Cidde’de Ziyaretimiz
Avukatlığı bıraktıktan sonra 14 yıl süreyle Cidde Radyosunda dinî, ahlâkî ve tarihî programlar yaptı.
1976 yılında Mekke-i Mükerreme’de hac farizamızı eda ederken, Abdülkadir Badıllı, Ahmet Apay, Hacı İshak Efendi ve ben, Bekir Beyi ziyaret etmeye karar verdik. Cidde’de Bekir Beyin program yaptığı radyo binasına gittik. Görevliler, görüşme için müdürden izin almamız gerektiğini söylediler. Kapıyı çaldığımızda kapıyı bizzat müdür açtı. Bizi içeri buyur etti. Bekir Beyi görmek istediğimizi söyledik. Hemen Bekir Beye haber gönderdi.
Sonra müdür bey bize, Bekir Beyi anlatan şu konuşmayı yaptı:
“Bu müessesede ‘fevkalâde bir Müslüman’ denince akla Bekir Bey gelir. ‘Cömert bir insan’ denince yine akla Bekir Bey gelir. ‘Hürmetkâr, nezih ve nezaketli bir insan’ denince yine akla Bekir Bey gelir. ‘Abid bir insan’ denince yine Bekir Bey akla gelir.”
Abdülkadir Badıllı, Suudî Melikine vermek üzere Üstadımızın tevafuklu Kur’an’ından iki tane hazırlamıştı. Fakat Bekir Beyi çok seven Abdülkadir Badıllı, müdürün bu sözlerini duyunca çantadaki iki Kur’an’dan birini çıkarıp müdüre takdim etti. Müdür, Kur’an-ı Kerimi görünce hemen ayağa kalktı. Biz de onunla ayağa kalktık. Müdür bir yandan Kur’an’ın sayfalarını çeviriyor, bir yandan da ecdadımızı methediyordu.
“Barekallah, bu ne güzel bir hizmet! İşte sizin ecdadınız her zaman İslâmiyete böyle maddî ve manevî hizmetlerde bulunmuştur. Bir zamanlar İslâm âlemi sizin ecdadınızla iftihar ederdi. İslâmiyet her ne kadar bu iki beldede nazil olmuşsa da dünyaya tebliğ ve tevziini ecdadınız yaptı.” dedi ve şöyle devam etti:
“Hususan Şeyh Muhammed’in hizmetlerini unutmak mümkün değildir.”
Müdür, Şeyh Muhammed’den bahsederken onu farklı şekillerde methediyor, yedi lisan bildiğini, zekâsını, dehasını, kahramanlığını, ubudiyetini öve öve bitiremiyordu.
Biz önce, müdür beyin, “Şeyh Muhammed”den kimi kastettiğini anlayamadık. Soran gözlerle birbirimize bakıyorduk. O sırada:
“İstanbul’u fethetmekle İslâmiyeti Avrupa’ya götürdü. Zaten Peygamberimiz (a.s.m.), onu ve askerini o kadar güzel methetmiş ki onun hakkında söz söylemek bize düşmez.” dedi.
“Şeyh Muhammed”in, Fatih Sultan Mehmet olduğunu o zaman anladık! Bize izzetüikramda bulundu. Bekir Beyle görüşmemizden sonra da uğurladı.
Aynı gün Mekke’ye geri döndük. Ertesi sabah Arafat’a çıkmak için bir taksi kiraladık. Ben şoförün yanına oturmuştum. Yol esnasında şoföre iltifat için şöyle söyledim:
“Siz Araplar, bizim seyyidimizsiniz.”
Ben bunu söyleyince bana doğru eliyle ret işareti yaparak:
“Hayır, hayır! Asıl efendi, sizin ecdadınızdır. Buraları ihya eden, onlardır.” dedi.
Hem zirvedeki bir insan, hem de şoför aynı şuuru taşıyordu. Bu duruma çok hayret ettik!
İlk Tanışmamız
Saniyen, merhumla ilk tanışmamız, 1959’dur. O sene ben Kasım ayında Ankara’da o zaman Ulus’taki Murat Lokantası üst katındaki Nur medresesi olarak kullanılan yerde merhum Tahsin Tola ile beraber tanışmış, görüşmüştük. Daha sonra 1961’den 1974’lere kadar beraberce birçok seyahat yapmıştık. Mahkemelere gitmiştik.
Bu 12 sene zarfında beraber yaptığımız seyahatlerde birçok hatıramız oldu. Şirin levhalar, güzel ve tatlı hâller içerisinde Nur’un aşkuşevkle hizmetleri içerisinde bulunduk. Ezcümle:
1971 hadiselerinde merhumun İzmir’de askerî bir savcı eliyle tevkifi sırasında bu fakir, arkadaşlığın ve kardeşliğin vefası, samimî ihlâsın icabı, dört ay kadar İzmir’de kaldım. Onun mahkemesi için dışarıda avukat tutmak vesaire ile meşgul olduk. Merhumla hapishanede her görüştüğümde, “Sizi hapisten çıkarıncaya kadar ben İzmir’den ayrılmayacağım.” diyordum. Benim bu hâlim ve tavrım, fevkalâde hoşuna gidiyordu. O da “Yaşasın Badıllı Kardeşim!” diye mukabelede bulunuyordu.
Neticede o günün en meşhur ceza hukuku profesörlerinden Halil Yılmaz adında bir zatı avukat olarak tuttuk. O günkü parayla 100 bin lira vermiştik. Bugünkü parayla belki 500 milyardan fazladır! Bu parayı da vefadar Nur cemaatinin zîhâl arkadaşlarından temin etmiştik. Bu paranın 20 bin lirası, umum masraflardan artmıştı. Bununla merhuma ya bir araba ya da bir ev alınmasını istedim. Fırıncı Ağabeye ve kısmen de merhum Bayram Ağabeye teslim etmiştik. Ve Allah’a şükür, merhum Bekir Berk, mahkemede gayet merdane ve pervasızca hakikatleri ortaya koyan müdafaaları ve adı geçen meşhur avukatın da müdafaaları neticesinde hapisten kurtulmuş oldular.
Daha sonra siyasîlerin ve gizli münafık desisecilerin nazarlarının merhumun üstünde toplanması üzerine mahkemelerde artık fayda değil, yan tesirleri olmaya başlamasıyla bana dedi ki:
“Ben Türkiye’den ayrılmak istiyorum. Beni hacca ve orada herhangi bir memuriyete girmeye imkân veren teşebbüslere götürüp getirebilir misin?”
Ben de “İnşaallah, elimden geleni yapacağım.” dedim.
Neticede 1973’te beraber hacca gittik. Giderken Melik Faysal merhumla gerek bizzat, gerekse bazı vasıtalarla görüşmeyi tasarladık. Merhum Faysal’ın yazma Kur’an’lara ziyade meraklı olduğunu duymuş olduğum için yanımda ecdattan kalma çok muazzam yazma Kur’an ve mushaflardan beş tane vardı. Bu Kur’an’ları merhum Bekir Berk için Faysal’a hediye etmek niyetiyle beraber götürmüştüm.
1973 yılı hac mevsiminde merhum Melik Faysal, Cidde’ye gelmişti. Orda kalmakta olduğunu duyduk. Merhumun hususî görüşmelere perşembe günleri sabah 10’dan 12’ye kadarki zamanını ayırdığını duymuştuk. Merhum Bekir Berk’le birlikte mezkûr mushafları yanımıza alarak saraya gittik. Adımızı soyadımızı ve ziyaret sebebimizi saray muhafızlarına kaydettirdikten sonra içeriye alındık. Bizden başka birçok ziyaretçi daha vardı.
Ben merhum Faysal’a vermek üzere Arapça bir mektup yazdım. Mektupta Bekir Berk’in bir İslâm müdafii olduğunu, Türkiye’de kendisinin aleyhine hüküm vermek için mahkemeler açıldığını ve kendisi Suudî Arabistan’da herhangi bir işte çalıştırılmak üzere himayenizin altına girmek için iltica etmek istediğini vesaire yazdıktan sonra, “Bu Kur’an’lar sadece size bir hediyedir; dünyevî ve maddî hiçbir şey talep etmek için değildir.” diye yazmıştım.
Saray içinde büyük salonda oturuyorduk. Biraz sonra merhum Melik Faysal içeri girdi. Hazırun kıyam ettiler. Fakat kendisi elleriyle işaret ederek, “Oturun, rica ediyorum.” dediler. Herkes oturdu. Kendisinin oturduğu yer bize çok yakındı. Acı kahveler dağıtıldı. Daha sonra teker teker ziyaretçiler gidip elini sıkıp istek ve dileklerini ilettiler. Kendisi de herkese hususiyle teveccüh ederek ilgilendi.
Sıra bize geldi. Elini sıktık, meramımızı lisanla anlattığımız gibi mektubu da önüne bıraktım. Kendisi Bekir Berk’e müteveccih oldu. Ve, “Kanun ve nizamlarımız içinde inşaallah işiniz de olur.” buyurdular. Bu arada hediye etmek istediğim beş adet Kur’an’ı getirdiler. Ve bana işaret ederek, “Size hediye getirmiş.” dediler.
Bundan sonra yavaş yavaş herkes müsaade isteyerek ayrılmaya ve saraydan çıkmaya başladı. Biz de kapıdan çıkıyorduk ki arkamızdan saray teşrifat müdürü “Ya Üstaz Abdülkadir! ” diye sesleniyordu. Döndük, baktık, bizi çağırıyor. Bizi tekrar içeri aldı ve özel bir odaya buyur etti. “Lütfen biraz oturun!” dedi. Oturduk. Bu defa bize şekerli kahve ikram edildi. Kahveden sonra, bir tepsi içinde özel olarak sarılmış bir paket vardı, yanında da küçük bir zarf içinde bir kart görünüyordu. Saray teşrifat müdürü, “Bu, size Melik Faysal’ın bir hediyesidir.” dedi. Dışarı çıktık. Baktık ki bir altın kol saati! İçinde de Melik Faysal’ın ismi yazılıydı.
Netice olarak merhum Bekir Berk, Suudî Arabistan kanun ve nizamları mucibince Arapça ve İngilizceyi iyice bilmesi lâzımdı ki herhangi bir dairede çalışabilsin. Merhum Bekir Berk bu her iki lisanı da bilmiyordu. Buna rağmen birkaç ay sonra Suudî Arabistan Cidde Radyo ve Televizyon Dairesine iyi bir maaşla işe alındı.
Merhumla radyo ve televizyon dairesinde iken muhaberelerimiz devam ediyordu. Bir-iki defa da hacca giderek buluşmuştuk. Hatta bir defasında yine ikimiz gidip, Faysal’dan sonra tahta geçen kardeşi Melik Fahd ile de görüşmüştük. Bu görüşmede ben bir İşaratü’l-İ’caz ve Almanya’da basılan bir Kur’an’ı, Melik Fahd’a hediye etmiştim elhamdülillâh!
Beyrut’taki Beraberliğimiz
Malûmdur ki Suudî Arabistan’ın nizamları icabı hac vizesiyle dâhil olup da orada herhangi bir işe girmek için müracaat edenler, mutlaka Suud’dan çıkış yapacak, sonra müracaat ettiği daireden kendisine vize gönderilecek, o da yeniden Suudî’ye girecek. Bekir Berk de bu kanun mucibince çıkış yaparak Beyrut’ta yanımıza geldi.
Beyrut’ta biz birkaç Arapça risaleyi tab etmekle meşguldük. Güzel bir ev kiralamıştık. Manzaralı ve bol odalı idi. Bekir Berk’le beraber beş kişi idik. Her birimizin bir odası vardı. Sekiz kitabı tab etmek üzere beraberce dizgi ve baskıya vermiş idik. Hâliyle, ziyadesiyle meşguldük. Kendisi ise Arapça bilmediğinden kitapların tashihlerinde bulunamadığı için sıkılıyordu. Dışarı çıkıp gezmeye de vaktimiz yoktu. Ben bir çare düşündüm. Haşir ve Ayetü’l-Kübra Risalelerini Osmanlıca dizmeye, daha sonra da Asar-ı Bediiyye’yi sıraya koymaya uğraşıyordum. Bu üç kitabın yeni yazı Türkçelerini Bekir Berk’le tashihe başladık. Fevkalâde memnun ve mesrur oldu. Boş kalmaktan gelen sıkıntıları böylece zail olmuş oldu.
Allah rahmet eylesin, nurlara gark eylesin. Âmin.
Mahsur Kaldık
Bitlis’te benim hakkımda açılmış olan davaya, o günün zor şartları içinde Urfa-Diyarbakır yollarından kendisine refakat ederek kaç kez yolculuk yaptık. Bazen Tatvan-Bitlis arasındaki 25 kilometrelik yolu kar temizleme ekiplerinin refakatinde yedi-sekiz saatte ancak alır, mahkemeye öyle yetişirdik.
Bir defasında yolda mahsur kalmış, mahkemeye yetişememiştik. Bitlis mahkemesi başta olarak başka mahkemelere çekilmesi gereken tehir telgraflarını orada yazdı. Her adımı ölüm tehlikesi dolu o kışta kıyamette merhum M. Ali Oto, telgrafları aldı ve geri döndü. Yaya olarak Tatvan’a gidip, telgrafları çekti. Ne büyük kahramanlıktı o!
Bunlar Hakkı Tutanlar
Bir defasında Muş davasından çıkmıştık. Muş’un eşrafından Demokrat Parti milletvekilliği yapmış Gıyasettin Emre Beyin babası Şeyh Maruf Efendiyi ziyarete gittik. Bir sedirde hasta yatıyor, son günlerini yaşıyordu. Oğluna bizleri sordu:
“Bunlar kim? Ben bunlardan sahabe kokusu alıyorum!”
Gıyasettin Bey bizi tanıttı ve Bekir Berk’ten senakârane bahsetti. Bilhassa Yassıada’daki müdafaalarından söz etti. Gıyaseddin Bey de Yassıada’da yatanlardandı. Av. Bekir Berk’in o zalimane mahkemede ruhlara ümit ve inşirah veren müdafaalarını dinlemişti. O musibetli günlerde bu müdafaalar, Yassıada mazlumlarına manevî bir teselli vermiş, herkesin takdirini celp etmişti.
Şeyh Maruf Efendi, yattığı yerden “Allah’ın emri gelinceye kadar bir taife yeryüzünde hakkı tutup kaldırmaya devam edecektir.” hadis-i şerifi okuyarak:
“İşte bu asırda bu manaya siz mazharsınız!” diyerek gözyaşları içinde bize iltifat etti. Ellerini öpüp ayrıldık.
İlk Yazıhane
Balıkesir’de yedek subaylığını yaparken “Akis” mecmuasında Aydemir Balkan isimli bir dinsiz, Efendimiz (a.s.m.) hakkında hezeyan dolu bir yazı yazdı. Bekir Berk bu yazıyı okuyunca yerinde duramadı ve resmî üniformasıyla savcılığa gidip şikâyet dilekçesi verdi. Dilekçenin bir nüshasını da İstanbul’da yayınlanan “Fetih” mecmuasına gönderdi. Bu mecmuayı takip etmekte olan Mehmet Aydın ve Muammer Topbaş Beyler, bu hareketten çok etkilendiler. Bekir Berk’i İstanbul’a davet ettiler. Bir yazıhane tutup tefriş ederek, hizmetine sundular. “Bekir Bey, buyurun, bundan böyle hizmetinize İstanbul’da devam edin” dediler.
Sabahattin Topbaş ise “Bekir Bey, eğer bir müminin davasına yetişmek için uçakla gitmek gerekir de bizden gelip parasını almazsan din-i mübin-i İslâma hıyanet etmiş olursun!” diyerek açık çek vermişti.
Sen, Bediüzzaman’ın Talebesisin
Merhum Bayram Yüksel Ağabeyin, l7 Mayıs 1960’tan sonra bizzarure Karabük’te bir camcı dükkânında çalışmaya başladığını duyunca, doğru Karabük’e gidip “Bediüzzaman Hazretleri, seni camcılık yapasın diye mi yanında yetiştirmiştir? Haydi toparlan, Ankara’ya gidiyoruz!” deyip Hacı Bayram Camiinin civarındaki 27 numaralı dershanenin başına geçiren, odur.
Titiz Bir Yapıya Sahipti
Ziyade titiz bir kimse idi. Bu sebepten herkesle geçinmesi zordu. İnandığı davası için hapishanede yatan bir insandı. Mareşal Fevzi Çakmak’ın vefatında Sultanahmet Ceza Evinde, 12 Mart 1971 Muhtırasında İzmir Narlıdere Sıkıyönetim Tutuk Evinde 3,5 ay yatmıştır. Kendisini ziyarete gittiğimde beni boynu bükük karşısında görünce, “Dik dur, böyle mazlumane durma. Bizi böyle görmesinler.” diyerek ikaz etmişti.
Maznunlar vekili iken ne söylemişse, maznun sandalyesinde de aynı hakikatleri söylemiştir.
* * *
“Bediüzzaman ve Talebelerinin Hukuk Mücadelesi” kitabından Bekir Berk’le ilgili bölümü arz ediyorum.
Mazlum Mü’minlerin Sığınağı: Kiğılı Pasajı
İstanbul Yeniçeriler Caddesinde Kiğılı Pasajındaki merhum Muammer Topbaş’ın kiralayıp Av. Bekir Berk’e tahsis ettiği yazıhanesi ve 60’lı yıllara kayan hayalim
İlk katında Av. Bekir Berk’in ve yakın mesai arkadaşlarının o dasitanî mücadelesine sahne ve merkez olan bürosu Mazlum ve mağdur ehl-i imanın sığınağı, “Bekir Bey imdat!” çığlıklarının yankılandığı mütevazi mekân Mehmet Fırıncı Ağabeyin, “Herhâlde İçişleri Bakanlığının telefonu bu kadar çalmaz!” sözleri
Yokluk ve sıkıntılar içinde geçen zor günler. Ama iman, ihlâs, sadakat ve dayanışma, tam. Sarsılma ve geri çekilme yok. Bezm-i elestte Allah’a verilen sözler ve ahd-i misak, hayata tam geçirilmiş.
Hepsi de bir Mehmetçik ruhu ve asaleti ile gaza ve hizmet meydanına atılmışlar. Program ve hedefi, Bediüzzaman’ın lisanında Kur’anî tarifini bulmuş: “Ölümün idam-ı ebedîsinden, kabrin daimî haps-i münferidinden iman-ı tahkikîyle kurtulmak.”
Gelen mazlumlar ve bağrı yanık kafilesine zar zor ikram edilen çaylar Yanında bir simit bile yok. Bu da çoğu kez, Mehmet Fırıncı’nın gayretiyle yapılan bir hizmet. İmkânı olanın getirip başkalarına da ikram ettiği mütevazi bir “dârüzziyafe.” Ziyafetin ağırlığı manevî ve fikrî.
Sabahlara kadar Mehmet Emin Birinci’nin gayretiyle yazılan ve hazırlanan Temyiz lâyihaları Müdafaalara kaynak olması niyetiyle ilâhiyatta talebelerden istenen Kur’an ve Sünnette bulunan “Nur” kelimelerinin bir gecede derlenişi. Kiğılı Pasajı ile Süleymaniye Kirazlımescit Sokağı 46 numarayla kurulan gönül köprüsü. Bu köprünün Süleymaniye ayağında yorgun savaşçı Zübeyir Gündüzalp Sanki Fatih’in yanındaki kartal kaşlı Akşemsettin gibi. Hep doğru yolu, isabetli yolu gösteriyor. Muhakeme ve murakabesi tam. Üstadından aldığı dersi hayata isabetle geçiriyor. Tam bir Anadolu alpereni.
Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetine girmek istediği zaman Üstadın, “Zübeyir., eğer beni sahib-i himmet, sahib-i velâyet biri niyetiyle yanımda bulunmak istiyorsan ben aradığın adam değilim. Ama ihtiyar, garip, muhtaç ve muztar bir hocaya yardım etmek istiyorsan gel.” diyerek kudsî hizmetine dâhil ettiği bir serdengeçti.
Merhum Zübeyir Gündüzalp’in zaman zaman Bekir Berk’in yazıhanesine gelip hizmet hatıralarını sabahlara kadar yâd etmesi, çok alâka çekici. Bir İslâm ülkesinde
ziyade zulümlere maruz mümtaz bir misafiri Mustafa Sungur’un teselli etmesi anında, kapıyı çalıp, “Söyle Sungur Kardeşe, o misafire nasihat etmesin, elem ve kederine ortak olsun.” hatırlatması Muhteşem bir maziyi tatsız bir hâle bağlayan sağlam bir köprü Çok renkli, ışıl ışıl bir mazi ve o maziye tam bir ayinedarlık Herkesin bu maziyi bilmesinde çok fayda var.
Bunlardan Hz. Üstadın kadim dostu gazeteci yazar ve bir devrin münafıklarının korkulu rüyası Eşref Edip Fergan, Gazeteci Yazar M. Şevket Eygi, hamiyet ve hizmet abidesi Fethi Gemuhluoğlu, Dr. Remzi Sakarya, Osman Yüksel Serdengeçti, o günün kısır şartları içinde az sayıda akademisyen ve daha binlerce ehl-i hakikat ve ehl-i hamiyet, musibetzede mübarek insanlar
Her isteğe cevap vermeye çalışan yüce bir hizmet anlayışı Bu manevî sukut ve zilletten çıkış yolları arayan alperenler Hamiyet, himmet ve sadakatleri zirvede. Şahıslarıyla ilgili hiçbir düşünceleri yok. “Bütün himmeti milleti olan” mücahit insanlar Birbirlerine sıkıca kenetlenmişler. İşte küfr-ü mutlakı kırmada en müessir ve cansiperane gayretlerden şahane bir kesit Hz. Üstadın “Bu zamanda feragat ve fedakârlık, bir iksir gibi, manyetizma gibi tesir eder.” sözünün müşahhas bir temsilcisiydi.
Seni Bana Allah Gönderdi!
Hz. Üstadı defalarca ziyaret eder. Hz. Üstad ona hususî vekâletnamesini verir. “Seni bana Allah gönderdi!” diyerek teveccüh ve itimadını beyan eder.
“Bediüzzaman ve Nur talebelerinin avukatı” unvanını alır. Bu davalarda gittikçe efsaneleşir. Batıdan Doğuya kan tüküre tüküre koşar. Peyami Safa merhum, Falih Rıfkı Atay’la olan mahkemesinin sonunda vekili olan Av. Bekir Berk’i yazıhanesinde ziyaret eder. Çıkarken Mehmet Fırıncı ve Mehmet Emin Birinci’ye, “Bu zatın kıymetini biliniz. Avrupa’da böyle bir avukat yoktur!” der.
Daha evvel geçirdiği akciğer rahatsızlığı dolayısıyla kendisine yasak edilen kara, hava, deniz yolculuğuna çıkmakta ısrar ederse ölebileceğini ifade eden Dr. Emin Acar’a, “Dr. Emin Bey, yatağımda rahat ölmektense, müminlerin yardımına giderken ölmeyi tercih ediyorum!” diyerek şuur-u imanını ortaya koyar.
Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur’ları okumakla hapishane köşelerinde çile doldurmanın ve mahkeme kapılarında hakarete uğramanın makul bir mantığını bulamayan masum müminler, mahkemelerde onun bir aslana benzeyen kükremesiyle teselli bulmuşlar, davalarına sadakatle sarılmışlar, doğru yollarından dönmemişler ve döndürülememişlerdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir