İçeriğe geç

Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi Kitap Alıntıları – Safâ Mürsel

Safâ Mürsel kitaplarından Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi kitap alıntıları sizlerle…

Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi Kitap Alıntıları

&“&”

Bediüzzaman’ın dinamik hukuk anlayışını aksettiren diğer bir görüşünü de, 1908 yılının Aralık ayında, Tanin başyazarı Hüseyin Câhid’in, «lâiklik» Isteyen yazısına karşı verdiği cevapta buluyoruz. Sözkonusu cevapta, hukukla ilgili olarak şöyle denmektedir :

«Bana öyle geliyor ki, sizlerin hatâsı bilhassa şu noktadan istikametleniyor. Ve çıkış istikameti hatâlı olduğu için elde edilen neticeler, tezatlardan kurtulamıyor. Sizler, İslâmiyet’in esas hükümlerinin üzerinde temelini bulmamış zihniyetle, başka dinlerin ve kavimlerin mecralarından muhassallaşmış neticeler alıyor, bunların üzerinde, zamanın icaplarını mülâhaza ediyorsunuz. Bu hatâdır. Çünkü, dünya yüzündeki dinler arasında müm hasıran İslâmiyettir ki, kendi mensupları için, hayatın iki safhasında da, hükümleri ebedi kıstaslar koymuştur. Münakehat, muamelât ve ukubatın ihtiva ettiği esaslar hâricinde, bir Insanın dünya üzerindeki hayat safhasına giren hangi mevzular kalıyor. Bunu hiç düşündünüz mü? Emin olunuz ki, yoktur. Yalnız yapılacak olan, akıl ve irfanın yolu ve nuru ile, içtihadın vazifesinin, yalnız mahsus olmıyan hususata münhasır olmayıp, örf ve âdâta da müstenit olan, ahkâm-ı mahsusada dahi, içtihadın vazifesini müdrik olmaktır.

Ey Hüseyin Cahid Bey!.. Zat-ı âliniz, bu şekilde zamanın ta gayyürü hâlinde ahköâmın tebeddülü esasını kabul edebilmek cesaretini ve dür-endişliğini göstermiş zihniyet önünde, sâdece şükran ve hayranlık hissetmeden nasıl oluyor da, başka dinlerin çaresizlik içinde tutmaya çalıştıkları bedbaht istinatgâhlar üzerinde dolaşıyorsunuz. Bunu izah edebilir misiniz?

Edemezsiniz, çünkü, sizlerin en büyük hatânız, bizimle hiç bir maddi -mânevi münasebeti olmayan menbaları, bizim için kâbild tatbik kabul etmeniz, yaşadığımız zamana da bu esasa ta göre boyanmış renkli camlarla bakmış olmanızdır…» (27).

Onun bu ifâdeleri, İslâm hukukunu reddedenlere karşı, İslâm hukukunun dinamik mâhiyetini göstermek için ileri sürdüğü beyanları olmaktadır. Ayrıca konu ile ilgili olması bakımından zikretmek gerekir ki, İslâm toplumu için içtihad yapabilme şartlarının neler olduğu Bediüzzaman tarafından etraflıca incelenmiş ve sınırları çizilmiş bir konudur. (Bu metindeki izahların etraflı tahlilini içtihad bahsinde ele alacağız.)

Hüseyin Câhid gibi, İslâm hukukunu donmuş ve yetersiz gören, fakat hatâsının farkında olmayanlara, Bediüzzaman, zamanın değişmesiyle içtimai hayatı tanzim eden teferruattaki hükümlerin değişebileceğini izah ediyor ve İslâm’ın dinamik hukuk mâhiyeti arzeden yapısına karşı onu şükran duymaya çağırıyordu. Zaten Icma-ı ümmet, kıyas-ı fukaha gibi İslâm’ın temel hukuk müesseseleri, bu hukukun hareketli ve tekâmüle müsalt dinamik mâhiyetinden doğan müessseler olarak görülmüştür (28). Yâni, bu hukuk müesseseleri toplumun hukuk alanında ihtiyaç duyduğu mes’elelere yine İslâm hukuku çerçevesi İçinde cevap aradığı kaynaklar olmuştur. Bu tarzın benimsenmesi sâyesinde, ortaya çıkan her yeni şart İslâm hukuku içinde izahını bulabilmiştir.

(27) Kutay, G, Tarih Sohbetleri, ce. 6, 199-200. (28) Gur, A. R., Hukuk Tarihi ve Tefekkürü Bakımından Mecelle, 86.

Ona-Bediüzzaman’a- göre, İlâhî irâde nazariyesi içinde, hak mefhumu en mümtaz yerini almakta ve teminata bağlanmış bulunmaktadır. Şu ifâdeler bunun açık delilidir:

«Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak, haktır; küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilemez» (1).

Bu ifâdeler hak mefhumuna, ilahiyatçı bir hukuk anlayışı içinde mâna vermektedir. Buna göre hak, mutlak mânada himâye altına alınmış bulunmakta ve kendine has bir orijinallik arzetmektedir çünkü, umumiyetle Batılı mânadaki ilâhiyatçı hukuk uygulamalarında insan hakları dâima, monarșik idarelerin keyfî, istibdadından kurtulamamıştır. Halbuki Bediüzzaman, hak mefhumunun gerçek teminatını İslâm’ın İlâhiyatçı hukuku açısından yaptığı izahta bulmuş ve göstermiştir. Zira, Batı hukukları cemaatin selâmeti için ferdin hukukunu ihmal edebilen bir ölçüyü zulme yol açabilecek bir anlayış içinde benimsemiştir. Ferdî haklar asırlar boyunca tahdit ve tehdit altında tutulmuştur. Halbuki İslâm hukuku ise, adalet-i mahza mülahazasiyle bir ferdin hukukunu bütün Insanlara feda etmeye müsait değildir. Bu ölçü, İslâm’da insan haklarının ne derece korunduğunu gösteren değer hükmü olmaktadır. Batıda ancak XVIII. asırda görülmeye başlayan cezaların şahsîliği yolundaki gelişmeler, bu noktada İslâm’ı on asır geriden tâkip etmek durumunda kalmıştır

(1) Mektûbat, 50.

Bediüzzaman, kelimelerin taşıdığı mânanın nasıl olması gerektiğini özetle şöyle açıklamaktadır : Bir sözdeki ifâdeler, mânayı kulağa boşalttığı gibi, aynı sözün mânası zihne nüfuz ederek vicdanda da tesir meydana getirmelidir. Böylece mâna, fikir çiçeklerini sulamalıdır. Yani her söz bir mâna ifâde etmeli ve fikir unsuru taşımalıdır.

Bu görüş, dimağa gelen bir fikirden insanın istifade etmesini isteyen bir anlayışın mahsulüdür. Bunun içindir ki, bir söz, vicdana tesir eden bir mâna taşımalıdır. Zira, neticede feyizli fikirler ortaya çıkacaktır. Bunun için Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, «her gelen sözün kalbe girmesine yol verme»melidir. « Mihenge vurmalı» (7), yâni mụhakemeye tâbi tutmalıdır. Kabul veya red iradesi bu takdirde belirlenmelidir.

(7) Münazarat, 9.

«Evet beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, bește birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir ni’met iken, büyük bir nikmet (ceza) olur. Beşere lâzım olan sa’ye (çalışmaya) şevki kırar» (10).

(10) Emirdağ Lâhikası, c. 2, 66 – 67.

Nasarayı (hıristiyanları) ve emsalini dalalete atan yalnız aklı azl (red) ve bürhan’ı (delili) tard ve Ruhban ı taklit etmeleridir…
İslamiyeti daima tecelli ve fikirlerin gelişmesi nispetinde inkişaf edilen şey, onun hakikat Üzerine teesüs etmesi, delile dayanması, akıl ile anlaşması, hakikat üzerinde bulunması ve ezelden ebede kadar birbirine bağlı olan Hikmet’in dusturlarına uygun bulunmasıdır."
güçlü bir fikir adamın da, değişik zamanlarda söylenen fikirlerin biribirini yalanladığı, birbirine ters düştüğü veya redde uğradığı görülmez."
büyük alimleri ve kurdukları mektepleri hürmetle yad ettiren şey, yaşadıkları zamana, iman ve ilimleri ile hükmetmiş olmaları ve ileri çağlara aydınlatıcı birer rehberlik yapmış olmaları değil midir?"
İslam’ın maneviyat iklimi insanın Yaradılış vasıflarına uygun âlemşümul bir atmosfere sahiptir."
Bu devirde, suistimalât o dereceye vardı ki, bir sermayedar kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde, bir biçare amele sabahtan akşama kadar taht-el arz(yer altı) madenlerinde çalışıp kût-ü lâyemut (ölmeyecek) derecesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor.
-mektubat-
Bu asırda, enaniyetin bu derece ileri gitmesi, çok insanları birer küçük fir’avun ve birer küçük Nemrud hükmüne getirmiştir.
-mektubat-
Cenâb-ı hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek (kavramak) üzere bir Vahid-i kıyasî vazifesi görüyor. Maalesef insan, benliğini su-i ihtiyar hâkimiyet ve istiklâliyete âlet ederek tam bir fir’avun olur
İslamiyet’in menşei ilim, esası akıldır. Binaenaleyh İslamiyet’in, hakikati kabul ve safsatalı evhamı reddetmek şanındandır.
– İşârat-ül-İ’caz
Eğer akıl ve nakil hükmü çatışırsa, usûl ilminin prensiplerine göre akıl hükmü tercih edilecek nakil tevil olunacaktır. Fakat bu aklın, selim akıl olması gerekir
Ve bu dar, fanî dünya insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.
Eğer, ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm(yıldız ) &” kün&” emrine veya &” mihverinden çık &” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi vaveylâlar başlar. Birbirine çarpışacak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek.
Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatle belâgat ve mantık ile hikmettir. Evet hikmet derim, çünkü, hayr-ı kesirdir; şerri vardır fakat cüz’îdir.
Bediüzzaman, kelimelerin taşıdığı mânanın nasıl olması gerektiğini özetle şöyle açıklamaktadır : Bir sözdeki ifâdeler, mânayı kulağa boşalttığı gibi, aynı sözün mânası zihne nüfuz ederek vicdanda da tesir meydana getirmelidir. Böylece mâna, fikir çiçeklerini sulamalıdır. Yani her söz bir mâna ifâde etmeli ve fikir unsuru taşımalıdır.

Bu görüş, dimağa gelen bir fikirden insanın istifade etmesini isteyen bir anlayışın mahsulüdür. Bunun içindir ki, bir söz, vicdana tesir eden bir mâna taşımalıdır. Zira, neticede feyizli fikirler ortaya çıkacaktır. Bunun için Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, «her gelen sözün kalbe girmesine yol verme»melidir. « Mihenge vurmalı» (7), yâni mụhakemeye tâbi tutmalıdır. Kabul veya red iradesi bu takdirde belirlenmelidir.

(7) Münazarat, 9.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir