İçeriğe geç

Batı Düşüncesi – Felsefi Temeller Kitap Alıntıları – Ahmet Cevizci

Ahmet Cevizci kitaplarından Batı Düşüncesi – Felsefi Temeller kitap alıntıları sizlerle…

Batı Düşüncesi – Felsefi Temeller Kitap Alıntıları

Modern dünyada bilgi, Ortaçağ’da olduğu şekliyle
tanrının dünyaya amaçlılık ve düzen sağlayan planını keşfetmekten ziyade, sağladığı güç ve fayda için istenir
olmuştur.
Her ne kadar modern nitelemesini hak edecek düşünce tarzının temelleri,Rönesans düşüncesi ve bilim alanındaki gelişmelerle birlikte atılmış olsa da, felsefî bir düşünce tarzı olarak modern düşünceden bahsedilmek için XVII.yüzyılı beklemek gerekecektir.
Temel dini dogma ve öğretilerin akıl yoluyla kanıtlanamayacağını, fakat yalnızca inanç,iman yoluyla kabul edilebileceğini savunan anlayış.
Modern etiklerde ahlak, ne İlkçağ ahlak felsefelerinde olduğu gibi kozmolojik ne de Ortaçağ hıristiyan ahlak felsefelerinde olduğu gibi teolojik bir temele sahiptir.
Modern etikler ahlakı, insanı aşkın bir alandan hareketle değil de, doğrudan doğruya insandan hareketle kavramlaştırdıkları için insan merkezli bir karaktere sahiptir.
Ortaçağ düşüncesinin insan varlığını baskı altına alması, bu dünyayı doğa üstü düşünceye müracaat etmek suretiyle, öte dünya lehine değersizleştirmesi ve bu dönemdeki feodal rejimlerin adeta birey kavramını ortadan kaldıracak şekilde işlemesi, Rönesans diye nitelendirdiğimiz düşünceye vücut vermiştir.
Aydınlanma düşüncesi açısından akıl, ahlâkî, dinî ve politik sorunlarda en yüksek başvuru kaynağı olduğundan, bütün inançları, kanunları, sanat eserlerini ve kutsal metinleri yargılama kriteri hükmünde olup, kendisinin herhangi bir kriter tarafından yargılanması söz konusu değildir.
bilimsel dünya görüşü açısından, bilimin insana sunduğu kesinlik ve evrensellik ideali, pratik izdüşümleriyle birlikte, insanın mitolojiden, dini ve metafizik spekülasyonlardan kurtulmasını sağlayacağı gibi, daha müreffeh bir yaşamın da yegâne teminatı olmak durumundadır.
Reformistler için asıl olan bireysel dindarlıktır; tanrı ile insan arasına herhangi bir kurumsal otorite girmemelidir.
kilise otoritesinin sarsılması sonucunda, incilin farklı dillere tercüme edilebilmesi, zamanın mistik ve bireyci felsefe anlayışlarının etkisiyle birlikte, din anlayışında da, daha özgürlükçü yaklaşımların ortaya çıkmasına yol açtı.
Ortaçağ boyunca hakim bir güç olarak varlığını sürdüren kilise, kutsal kitabin inananlar tarafından okunup yorumlanması bir yana, farklı dillere tercüme edilmesine izin vermemekteydi.
bilim tarihçisi Fuat Sezgin’in de özellikle altını çizdiği üzere, zannedildiğinin aksine, modern ve çağdaş olarak bilinen ve birkaç yüzyıl önce Batılılar tarafından kurulduğu düşünülen birçok bilimin kaynağında İslam bilimi bulunmakta olup, söz konusu bilimlerin kendilerini üzerine inşa etmiş oldukları prensipler 8.-16. yüzyıllarda yaşamış olan İslam bilim adamlarının düşüncelerine dayanmaktadır.
kaleme alınan birçok Batılı eserde vurgulandığı üzere İbn Rüşd, özellikle felsefe-din, akıl-vahiy ilişkileri konusundaki fikirleriyle, skolastik felsefenin büyük düşünürlerinin fikirlerine ilham kaynağı olmuştur.
aydınlanma düşüncesinde, gerek rasyonalist bir bilgi teorisinin, gerekse hem rasyonalist hem de ampirist yaklaşımlar tarafından onaylanan mekanik evren tasavvurunun din felsefeleri açısından açık sonucu ise söz konusu yaklaşımların nihayetinde deizm veya ateizme vücut vermiş olmasıdır.
Pisagorcu teori için bir sayısı nokta, iki sayısı çizgi, üç sayısı yüzey, dört sayısı ise üç boyutlu cisimdir. Önemli bir Pisagorcu doktrin de bir çizginin veya büyüklüğe sahip herhangi bir nesnenin sonsuz kadar bölünebileceği ve sonsuz derecedeki küçük büyüklüklerin sınırlandırılması mümkün olmayan bir sayıdan oluşturulduğudur. Onlar ayrıca boş ve sınırsız bir mekanın varlığına da inanırlar.
Gerçekten de insanın kendisini aşan bir amaç tarafından belirlenmiş olduğu fikrinin terkedilmesi, kendi kaderini kendi tayin eden bir insan anlayışına vücut vermek suretiyle modern özgürlük düşüncesini doğurmuştur.
Sebep-sonuç ilişkisinin ön plana çıktığı modern Batı düşüncesinde, “niçin” sorusu yerini “nasıl” sorusuna bırakır.
Bugün Antik Yunan düşüncesine ve bilimine yön veren Yunanlı düşünürlerin kendi düşüncelerini, diğer kültür ve medeniyetlerde ortaya konulan birikimle ciddi bir etkileşim içerisinde inşa ettikleri artık bilinen bir gerçektir.
Kant ve Schopenhauer’ın, gerçekliği oluşturma sürecinde bütün insanlarda ortak olan bilme yetisinin nesnel bir görünüş dünyasına vücut verdiğini düşündükleri yerde, Nietzsche, bütünüyle oluşun hüküm sürdüğü dünyanın, her an insan tarafından yaratıldığını, dolayısıyla da herkes için genel geçer olabilecek bir gerçeklik fikrinin savunulabilir olmadığını düşünür. Bundan dolayı Nietzsche, tek bir hakikat veya gerçeklikten değil, çeşitli perspektiflerden farklı farklı inşa edilmesi mümkün olan gerçekliklerden ve söz konusu gerçekliklere ait hakikatlerden bahsedilebileceği kanaatindedir.
Hayalî bir yolcu var sayacak olursak, bu yolcu kendi içinde bulunduğu trenin hareketine göre diğer trenleri değerlendirecektir. Kendi istikametinde olanlarla, ters bir istikamette olan ya da duran trenler yolcu tarafından farklı algılanacağı için -ki bu durum, yolcunun içinde bulunmuş olduğu ortamdan kaynaklanmaktadır- birbirinden oldukça farklı değerlendirmelere tâbi tutulacaktır. Söz konusu analoji ekseninde düşünüldüğünde, bize daha etkin görünen kültürler, bizimkiyle aynı yönde hareket eden kültürler; dural görünenler ise yönleri bizimkinden ayrılanlar olacaktır. Gerçekte kültürler arasında bir derece farkı ortaya koymak için herhangi bir argümana sahip olmadığımız gibi, her kültür, bütün insanları ilgilendiren soruları kendi tarzında sorup, kendine özgü yöntemlerle çözmesi ve değerlerine kendine has görünümler kazandırması sebebiyle özgündür.
İnsanın doğa üzerinde egemenlik kurmasını sağlayan araçların, zamanla korunması gereken birer amaç halini alması, insanı özgürleştirmekten ziyade, edilgin bir varlık haline taşımıştır.
Birçok çağdaş düşünür gibi, Said de özellikle Foucault’nun bilgi ve iktidar ilişkileri hususundaki analizlerinden hareketle, sıkı bir oryantalizm eleştirisine koyulur. Said’e göre, söz konusu bağlamda oryantalizm, Batı’nın kendi ötekisi kılmış olduğu Doğu hakkında konuşması olup, burada söz konusu olan Doğu, birtakım düalist ayırımlar ve söylem pratikleri yoluyla yaratılıp, bir anlamda Batılı düşüncenin nesnesi haline getirilen bir karaktere sahiptir. Böyle bir söylem pratiğinin devreye sokulması ise düalist bir Doğu-Batı ayırımı yoluyla, Doğu’nun çekip çevrilmesine ve her türlü konuda Batı’nın hegemonyasına sokulması amacına mâtuftur.
Nietzsche’nin de özellikle altını çizdiği üzere, metafizik düşünce geleneğinde düalizmin en temel fonksiyonu, bir şeyin karşıt değerlere bağlı olarak zıddından nasıl çıkarılabileceği problematiğini çözüme kavuşturmak, böylelikle gerçekliğin çok karmaşık ve bir o kadar değerli tabiatını, zıtlıklardan birini diğerine tercih etmek suretiyle tahrip etmekten başka bir şey değildir.
Kant, Saf Aklın Eleştirisi adlı çalışmasında, bilginin oluşumunda hem aklın hem de dış dünyadan gelen duyumların etkin olduğunu ifade ederek, bir anlamda söz konusu iki epistemolojinin bir sentezini yapar. O, fikirlerimizin maddesinin yahut kumaşının bize duyular tarafından verildiğini kabul etmiş; fikirlerin formlarının aklın eseri olduğunu, duyumun verilerini kendine özgü yasalarıyla fikirler haline getirenin ise akıl olduğunu görmüş ve böylece her iki doktrinin de üstüne yükselerek, daha yüksek bir görüş noktasına ulaşmıştır.
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun sebebini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! sözü şimdi Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.
İnsan insanın kurdudur sözünde de karşılığını bulduğu üzere, her insanın kendi varlığını koruma isteğinin temel teşkil ettiği bir doğa yasası anlayışına bağlı olarak Hobbes, insanların birbirlerine tahakkümlerini ortadan kaldırıp, kendi varlıklarını devam ettirebilmek için, haklarını toplumsal bir sözleşme ile tanrı’nın yerini alacak olan devlete devrettiklerini ileri sürer. Böylelikle insanlar, herkesin birbiriyle savaş halinde olacağı doğal durumdan, hayatlarını güven içerisinden sürdürebilecekleri sivil toplum haline geçerler.
Bacon’a göre, fizik dünya insandan bağımsız ve insan tarafından dönüştürülebilecek bir varlık alanını oluşturur. Bunun için yapılması gereken şey, öncelikli olarak fizik dünyaya hâkim olan mekanik ve matematiksel yasalılığı keşfetmek, daha sonra da elde edilen bilgi dolayımıyla doğayı insanın hizmet ve kontrolüne sunmaktır. Tam da bu tutumu sebebiyle, Baconcı felsefenin, bir yandan insanı merkeze alan yaklaşımı tahkim ettiğini, diğer yandan da modern düşüncenin, çağdaş felsefeler tarafından çokça eleştirilecek olan antiekolojik karakterini açığa çıkardığını söylemek mümkündür.
Reformistlerin en temel iddiaları, dinin anlaşılıp yorumlanması ve yaşama geçirilmesinde kilisenin mutlak otoritesinin reddedilmesi gerektiği düşüncesinde somutlaşır. Şüphesiz bu reddiyede Katolik kilisesinin zamanla yozlaşması ve hatta günah çıkarma belgelerini para karşılığında satmasının da küçümsenmeyecek bir etkisi olmuştur. Reformistler için asıl olan bireysel dindarlıktır; tanrı ile insan arasına herhangi bir kurumsal otorite girmemelidir. İnanan insan, inanmış olduğu kutsal metni kendi dilinde okuyup anlamaya ve bireysel olarak tanrı ile mânevî bir ilişki geliştirmeye muktedirdir.
Rönesans düşüncesinin en temel özelliği, insanın, her türlü bağlılıktan sıyrılmak suretiyle, kendisine dayanıp, kendisini arayıp bulmasıdır. Söz konusu kaygısı sebebiyle Rönesans düşüncesinde antik örneklere müracaatla işlenen ilk sorun insan sorunu olmuştur. Bu sorunun felsefî dildeki karşılığı ise hümanizmdir. İlk ve dar anlamıyla, klasik Yunan ve Roma literatürü üzerinde daha ziyade filolojik nitelikli çalışmaları ifade eden hümanizm kavramı, geniş anlamda kendisini bulma amacındaki modern insanın yeni hayat anlayışını ve duygusunu dile getiren akıma gönderme yapar.
Batı düşüncesi tarihi bağlamında Rönesans’ın, XIV-XVI. yüzyıllarda, skolastik felsefenin çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan, kültürel ya da entelektüel açıdan büyük ölçüde klasik kültürlere dönüşle belirginleşen tarihî bir dönemi ifade ettiği söylenebilir. Kültürel bakımdan Doğu kökenli barut, matbaa ve pusulanın Batı’ya girişinin yol açtığı değişikliklerle ilişkilendirilen ve ilk olarak İtalya’da başlayan Rönesans, antik dünyanın ilgi ve ideallerine, sanat ve edebiyat başta olmak üzere bir dönüşü ifade eder.
Her ne kadar, bütünlüklü ve teleolojik bir düşünce anlayışına sahip olması sebebiyle, tanrı, insan ve evren arasındaki ilişkiyi tesis noktasında son derece başarılı felsefeler ortaya koymuş olsa da, hıristiyan Ortaçağ düşüncesinde asıl egemen gücün kilise olması, özgür bir düşünce ortamının teşekkülünü daima engellemiştir.
Sokrat her şeyden önce, âdeta bir peygamber edasıyla insanları gelip geçici olandan, gerçek anlamda kalıcı olana yani erdemli olmaya çağıran ve inandığı değerler uğruna ölümü dahi göze alan bir düşünür olarak karşımıza çıkar. Ona göre maddî değerler her ne kadar büsbütün faydasız olmasalar da, onların özsel ve kalıcı olduklarını söylemek mümkün değildir. İnsan için en hayatî olan şey ahlâklı ve doğru bir yaşam sürdürmektir.
Sofist düşüncenin söz konusu özellikleri en felsefî şekli ile Protagoras ve Gorgias’a referansla anlaşılabilir. Protagoras’ın, İnsan her şeyin ölçüsüdür ve Gorgias’ın, Hiçbir şey yoktur. Bir şey var olsa bile bilinemez. Var olsa veya bilinse bile, ona ilişkin bilgi başkasına aktarılamaz sözleri, bir yandan bilginin insanın bilme kapasitesiyle sınırlı ve göreli olduğunu, diğer yandan da varlığın mahiyeti ve varlığa ilişkin bilginin insanî sınırlar içerisinde aktarılabilirliği hususlarında, sofistlerin nasıl bir anlayış benimsediklerini açığa çıkarmak bakımından önem taşır.
Parmenides’in, Bir şeyi düşünmek ona bir anlamda varlık benzeri bir şey kazandırır şeklinde ifade edilebilecek yaklaşımı, gerçek anlamda var olmayan şeyin düşünülemeyeceği, dolayısıyla onun gerçekte var olmadığı sonucunu doğuran bir akıl yürütme biçimi olarak, Batı düşüncesinde tümdengelim (dedüksiyon) olarak bilinen akıl yürütmenin ilk örneğini oluşturur.
Hakiki bilginin, duyular tarafından toplanan verilerin aklın disiplini yoluyla birleştirilmesinden elde edileceğini düşünen Herakleitos’a göre, her şey bir akış veya değişim halindedir; varlık yoktur yalnızca oluş söz konusudur. Evrenin ebedi durumu ise karşıtlar arasındaki savaş ve mücadeledir.
Batı düşüncesi geleneğinde karşılaşılan ilk felsefe okulu, Batı Anadolu kıyılarındaki İyonya’da ortaya çıkan ve Thales, Anaximandros ve Anaximenes tarafından temsil edilen İyonya okuludur. Bu düşünürler, öncelikle şiirsel bir anlatımla sunulmuş olan mitoloji yüklü düşünme biçimlerinden, bilimsel ve felsefî düşünceye geçişin ilk temsilcileri olma özelliğine sahiptirler. Zira doğa üstü güçlere referansla gerçekleşen ve mitolojik düşünme olarak adlandırılan dünyayı açıklama tarzı, onlarla birlikte dünyayı, doğal sebeplere başvurmak suretiyle açıklama çabası lehine ortadan kalkmaya başlamış, bilimsel ve felsefî düşünceye giden yol açılmıştır.
Modern Batı düşüncesinde insanı aşkın bir hakikat anlayışı yerini, insan merkezli bir hakikat anlayışına bırakmıştır. Modern Batı düşüncesinin ilk ve en temel özelliği hümanizmdir. Gerçekten de o, insan aklını öne çıkarıp aşkınlaştırması ve hakikatin bilgisinin kaynağı olarak insanı (insan aklı) merkeze alması sebebiyle hümanist bir karakter arzeder.
Klasik Batı düşüncesinde evren, öğeleri birbirleriyle ve bütünle bağlantılı organik bir yapı olarak tasavvur edildiği için, farklı bilgi alanları birbirlerinden yalıtılmamıştır ve felsefe bütünün bilgisi olarak anlaşılmıştır.
Batı düşüncesi, Antik Yunan’da doğada hüküm süren sebeplerin ve var olanların temel ilke ve zemininin araştırılmasına tekabül eden bilimsel düşünme mantığının ve Sokrat (Sokrates), Eflâtun (Platon) ve Aristo (Aristoteles) gibi Yunanlı filozofların felsefeleriyle başlayan düşünce tarzının zaman içinde geçirmiş olduğu evrimi dile getirir. Yunan’la başlayan Batı düşüncesi, Roma İmparatorluğu ve kaynaklarını Doğu’dan alan Hıristiyanlığın kendisine eklemlenmesiyle devam etmiş, Rönesans, modern bilim ve felsefenin doğuşuyla çağdaş dünyadaki anlam içeriğine kavuşmuş ve nihayet Aydınlanma ile bir yandan kemale ererken, diğer yandan kendisine karşı radikal düzeyde tartışmaları da muhtevasına almak suretiyle günümüze intikal etmiş bir düşünce geleneğini ifade eder.
Modern evren anlayışının bir uzantısı olarak bilgi alanlarının ayrışmasının önemli bir sonucu ise etik ve siyaset felsefesinin birbirinden ayrılmasıdır. Klasik felsefede bireysel iyi ile toplum için iyi olan arasında kurulan paralellik, modern düşüncede artık söz konusu olmaz.
Zira modern Batı düşüncesi açısından, mekanik bütünün bilgisinin elde edilebilmesi, onun parçalara ayrılması, her bir parçanın bilgisine ulaşılması ve bu parçaların birleştirilmesi suretiyle yalnızca analitik yöntem sayesinde mümkün olabilir. Böyle bir yaklaşımın en açık sonucu ise modern Batı düşüncesiyle birlikte felsefe, bilim ve etiğin kompartımanlaşmak suretiyle birbirinden ayrılması olmuştur.
Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!
Sokrat’a göre insan ruhu, önceden görmüş olduğu hakikati madde ile birleşmesinin sonucunda unutmuş olsa da hakikatin bilgisine sahiptir. Bu sebeple yapılması gereken, insanı karanlık olan maddi arzu ve heveslerden, kendi varlığı üzerine düşünen bir boyuta taşımak ve ruhunun gözlerini açmak suretiyle sahip olduğu bilgilerin açığa çıkmasını sağlamaktır.
Pozitivizmin olgusal gerçekliğe yönelik vurgusu bağlamında Nietzsche. her ne kadar aynı form içerisinde olmasa da, kendisinden önceki Kant ve Schopenhauer gibi düşünürlerle benzer bir biçimde, gerçekliğin veya dünyanın bütünüyle insanî bir yaratım olduğunu düşünür. Buna göre bütünüyle kaostan ibaret olan dış dünya, insanın yaratıcılığının bir sonucu olarak yaratılmış olup, insandan ve insanî değer yargılarından bağımsız bir gerçeklikten bahsetmek mümkün değildir. Kant ve Schopenhauer’ın, gerçekliği oluşturma sürecinde bütün insanlarda ortak olan bilme yetisinin nesnel bir görünüş dünyasına vücut verdiğini düşündükleri yerde, Nietzsche, bütünüyle oluşun hüküm sürdüğü dünyanın, her an insan tarafından yaratıldığını, dolayısıyla da herkes için genel geçer olabilecek bir gerçeklik fikrinin savunulabilir olmadığını düşünür. Bundan dolayı Nietzsche, tek bir hakikat veya gerçeklikten değil, çeşitli perspektiflerden farklı farklı inşa edilmesi mümkün olan gerçekliklerden ve söz konusu gerçekliklere ait hakikatlerden bahsedilebileceği kanaatindedir. Bunun da ötesinde, olgusal gerçekliklerden söz edilemeyeceği gibi, yorumlarımızın dışında ahlâkî birtakım olguların varlığının dahi savunulamayacağını ileri sürer.
Özellikle Horkheimer ve Adorno tarafından ileri sürüldüğü üzere, Aydınlanma düşüncesi her ne kadar aklî bir olgunlaşma yoluyla bilgiyi mitolojik olandan ayırma teşebbüsüne girmiş olsa da, nihayetinde araçlara odaklı bir rasyonalite anlayışını benimsemek suretiyle, bütün bir toplumsal alanı tahakküm nesnesine dönüştürecek şekilde aklın efsaneleştirilmesi cihetine gitmiştir. ( )

Nietzsche için ilerleme, sonradan gelenlerin ön yargısından başka bir şey olmayıp, oluş karşısında rasyonel bir varlık telakkisi geliştiren Batı düşüncesi geleneğinin sürekliliği bağlamında, insanın yaşamdan, içgüdülerden ve irrasyonel unsurlardan koparılıp, köle ruhlu bir ahlâkın tesis edilmesi süreci içerisinde değerlendirilmek durumundadır. ilerleme düşüncesini modern bir ide olarak gören Nietzsche, insanlığın hiçbir şekilde daha iyiye, daha güçlüye doğru bir gelişme içinde olmadığını, tam aksine bunun sadece modern bir yanılsama olduğunu düşünür.

Nietzsche’nin de özellikle altını çizdiği üzere, metafizik düşünce geleneğinde düalizmin en temel fonksiyonu, bir şeyin karşıt değerlere bağlı olarak zıddından nasıl çıkarılabileceği problematiğini çözüme kavuşturmak, böylelikle gerçekliğin çok karmaşıkve bir o kadar değerli tabiatını, zıtlıklardan birini diğerine tercih etmek suretiyle tahrip etmekten başka bir şey değildir.
Postmodernist veya postyapısalcı düşünürlere göre, modern özne ve akıl anlayışlarının aksine, özne ve akıl hiçbir biçimde saf olmadığı gibi, toplumsal şartların bir sonucu olarak oluşturulur. Buna göre aklın esasları toplum içerisinde öğrenildiğinden ötürü, onun evrensel birtakım esaslarının var olduğu yönünde bir iddiada bulunmak mümkün değildir. İnsani yargıların bir durumla ilişkili olup olmadığına bakmak gerekir; bütün bu durumlarda insanın saf bir akla sahip olduğunu ileri sürmek mümkün olamaz. Bundan dolayı, felsefi bir proje olarak hümanizmin öznenin kuruluşunu öznel özde arama anlamındaki ısrarı, kesinlikle savunulabilir değildir. Çünkü postyapısalcı ve postmodern düşünürlere göre öznenin oluşumu bütünüyle, öznenin düşünüş ve karar alanının dışındaki etkenlerin etkisi altında gerçekleşir.
Descartes dış dünyaya yönelik bilgimizi, dolayısıyla bilimin objektifliğini, duyulara veya hayal gücüne değil de, düşünen öznenin bilme yetisine referansla temellendirerek öznenin nesne üzerindeki hâkimiyetini felsefî olarak tesis etmiştir.
Modern öncesi dönemde, evrenin bütünü içerisinde, evrenin bir parçası olan ve insanın bütüne uyum sağlama aracı olarak görülen akıl, modern dönemle birlikte evreni dönüştürmenin, yeni modlar ve dünyalar icat etmenin biricik referans noktası olur. Kendisini bütünün bir parçası olarak gören modern öncesi insan da, yerini hakikati kendisinden hareketle inşa etmeye muktedir görülen modern özneye bırakır.
Ortaçağ’da tanrının inâyeti ve koruması altında güvende hisseden insanın, kendisini bilimsel devrim ve keşiflere paralel olarak büyüsü bozulan ve sonsuzluğa açılan bir dünya içerisinde bulması, gerçekliğin bilim yoluyla kontrol altına alınıp, insanın hizmetine sokulabileceği bir var oluş tarzını da beraberinde getirmiştir. Bunun açık sonucu ise modern düşünce açısından bilginin, kendisi için istenen bir şey olma özelliğini kaybedip, sağladığı yarar için istenen bir değer halini alması olmuştur.
Aristo’nun, varlık-düşünce özdeşliğine bağlı olarak mantıksal ve sözel sebepleri bulmayı amaçlayan niteliksel yaklaşımına karşıt bir biçimde, Galileo’nin, modern bilim anlayışı bakımından en önemli başarısının, matematiksel akılcılığı ve niceliksel yaklaşımı merkeze alması olduğu söylenebilir.
Bilindiği üzere, Copernicus’e kadarki Batı düşüncesinde dünya merkezli bir evren tasavvuru hüküm sürmekteydi; bu tasavvurda, Aristo’nun ay altı âlem-ay üstü âlem dünya ayırımına bağlı olarak, teleolojik bir mahiyete sahip olan evren, mükemmelliğin yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik bir biçimde belirlendiği bir görünüm arzetmekteydi. Buna karşın Copernicus, dünya merkezli evren anlayışının yerine, güneş merkezli evren anlayışını ikame etmiş ve klasik kozmoloji anlayışının yıkılmasını sağlamıştır. Aynı şekilde metafizik gerçeklik yerine fiziksel gerçekliği koyan Copernicus, yeryüzü ile gökyüzünün tamamına aynı dairesel hareketi yüklemek suretiyle, yerin fiziksel yapısı ile gök cisimlerinin yapısını özdeşleştirmiş ve hiyerarşik varlık telakkisinin yıkılış sürecini başlatmıştır. Bu noktada asıl önemli olan husus, Aristo’nun hiyerarşik bir karakter arzeden kozmos unun yerine, Copernicus’in evrenin birleştirilmesi anlamında, aynı yasalarla yönetilen evren anlayışının ikame edilmesidir.
En belirleyici özelliği dinden bağımsız bir kültür inşa etmek ve insanın merkeze alındığı bir paradigma ekseninde insan ve dünya ile ilişkili bir felsefe kurmak olan Rönesans hümanizmi, bilime ve insan aklına atfettiği değere bağlı olarak, daha sonra zuhur edecek olan bilimsel paradigmaya olan katkısı sebebiyle, aynı zamanda seküler yani dünyevî bir kültürün doğuşunun da habercisi olarak görülebilir.
Rönesans düşüncesinin en temel özelliği, insanın, her türlü bağlılıktan sıyrılmak suretiyle, kendisine dayanıp, kendisini arayıp bulmasıdır.
Hıristiyanlık’ta tarihin eskaton yani kurtuluş ile son bulacağı yönündeki iddianın Hegel’de, tarihsel süreç sonunda kazanılması umulan özgürlük düşüncesine, Marx’ta ise tarihin sonunda varılacak sınıfsız toplum idealine etki ettiği açıktır.
Aristo felsefesinde Tanrı ve salt madde gibi değişim süreci de, tanrının varlığına bağlı olarak ezelî bir karakter arzeder. Yine Aristo’nun tanrısı, bir anlamda sistemin ihtiyacına binaen tamamlayıcı bir unsur olarak sisteme dahil edilmiş gibidir. Zira yalnızca kendisi üzerine düşünen ve kendisinin bilgisine sahip olan bir tanrı olarak onun, âlemin bilgisine sahip olduğunu söylemek oldukça güçtür. Bu yönüyle özellikle kitaplı dinlerdeki tanrı anlayışından ayrılan söz konusu tanrıya, bir yandan imkân halinden fiil haline geçmek, diğer yandan da en dış küreyi hareket ettirmek için bir hareket ettirici gerekmesi sebebiyle ihtiyaç duyulur. Kendisi hareket etmeksizin hareket ettirici olan bu tanrının, hareket ettirmenin dışında evrene müdahil olduğunu söylemek de mümkün değildir. Tam da bu özellikleri sebebiyle, felsefeyle yüzleşmek zorunda olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi kitaplı dinlere mensup olanlar, genellikle felsefeyle sakınımlı bir ilişki içerisinde olmuşlar ve çoğu zaman felsefeyle dini uzlaştırmada ciddi sıkıntılara maruz kalmışlardır.
Oluşu maddenin form kazanma süreciyle izah eden Aristo’ya göre, bütün bir varlık alanı, madde ile formun, fâil bir sebebin harekete geçirmesinin sonucunda, belirli amaçları gerçekleştirecek şekilde birbiriyle ilişkiye girmesinden oluşur.
Aristo’nun temel eleştirisi üçüncü adam” itirazı olarak da bilinen ve eğer idealar veya formlar gölgeler dünyasının veya tekil varlıkların sebebiyse. onların da birer sebebinin olması gerektiği, bunun ise sebepler zincirine bağlı olarak sonsuza kadar sürüp gideceği yönündeki eleştiridir.
Eflâtun’a göre yalnızca gerçek anlamda var olan nesnelerin bilgisi söz konusu olup, gerçek anlamda var olmayan ve gelip geçici bir dünyaya ait olan deneyim konusu nesneler hakkında ise sadece kanaat veya inanç düzeyinde yargıda bulunmak mümkündür.
Parmenides’in, Bir şeyi düşünmek ona bir anlamda varlık benzeri bir şey kazandırır” şeklinde ifade edilebilecek yaklaşımı, gerçek anlamda var olmayan şeyin düşünülemeyeceği, dolayısıyla onun gerçekte var olmadığı sonucunu doğuran bir akıl yürütme biçimi olarak, Batı düşüncesinde tümdengelim (dedüksiyon) olarak bilinen akıl yürütmenin ilk örneğini oluşturur. Var olma ile düşünmeyi özdeşleştiren bir yaklaşımı benimseyen Parmenides’e göre bütün yargılarımız, hiçbir biçimde değişime tâbi olmayan bir gerçekliğin dışavurumlarıdır. Bu sebeple gerçekliğin hakiki doğasının bölünemeyen, homojen bir kendilik olarak anlaşılması gerekir.
doğa üstü güçlere referansla gerçekleşen ve mitolojik düşünme olarak adlandırılan dünyayı açıklama tarzı onlarla birlikte dünyayı, doğal sebeplere başvurmak suretiyle açıklama çabası lehine ortadan kalkmaya başlamış, bilimsel ve felsefi düşünceye giden yol açılmıştır. ( )

Miletli düşünürlerin açıklamaları çoğunlukla genel prensiplere dayalıdır ve birtakım argümanlar ya da deneysel düşünceler tarafından desteklenir. Bu sebeple, söz konusu ilk Yunanlı düşünürlerin, ilk Yunanlı bilim adamları olduğu söylenebilir. Onlar ayrıca gerçekten de yalnızca bilmek ve anlamak kaygısıyla bilimsel bir etkinlik içerisinde olmuşlardır.

Genel bir değerlendirme içerisinde ele alındığında açıkça farklılık arzeden görünümleri birlikli bir bütün olarak kavrama çabasının dört farklı şekilde gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. ilk yaklaşım temelde yatan ve bütün âşikâr değişiklikleri açıklama amacında kullanılabilen töz veya birtakım maddî dayanakların hesabını vermek amacını güder. İkinci yaklaşım dünyadaki çokluğu birlikli bir bütün olarak açıklamaya imkân veren denetleyici evrensel bir yasanın varlığını vurgular. Üçüncü yaklaşım, bize tezahür ettiği şekliyle dünyanın bir yanılsama olduğunu. dolayısıyla gerçek dünyanın, görünen dünyaya ait çeşitli tezahürlerden başka olması gerektiği iddiasında bulunur. Son yaklaşım ise diğerlerinden farklı olarak. dünyaya ilişkin birlikli bir açıklama sağlamaya yönelik yeterliliğimiz hakkında kuşkucu bir tavır ortaya koyar.
Herakleitos’un, değişme ve logos ilişkisini ne şekilde tesis ettiği, en güzel ifadesini onun, Bir nehirde iki kere yıkanılmaz” sözünde bulur. Nehir sürekli bir akış içerisinde olduğundan ötürü değişmektedir; buna karşın kendisiyle özdeşliğini yani aynı nehir oluşunu da korumaktadır. Bu anlamda logos bir şeyin varlığının, bir harmoni veya birliğe ulaşmak için eşit ölçüdeki karşıt çiftlerin mücadelesi tarafından kendisi yoluyla devam ettirildiği rasyonel yasaya gönderme yapar.
Modern Batı düşüncesinde insanı aşkın bir hakikat anlayışı yerini, insan merkezli bir hakikat anlayışına bırakmıştır. Modern Batı düşüncesinin ilk ve en temel özelliği hümanizmdir. Gerçekten de o, insan aklını öne çıkarıp aşkınlaştırması ve hakikatin bilgisinin kaynağı olarak insanı (insan aklı) merkeze alması sebebiyle hümanist bir karakter arzeder. Onda hümanizm, şu halde aklı insan varlığının tek ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlâkî gelişiminin rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğa üstü alana hiç başvurmadan, doğal yönden gerçekleştirilebileceğini belirten ve bu çerçeve içinde insanın doğallığını, özgürlüğünü ve etkinliğini ön plana çıkartan felsefi bir tutumu dile getirir.
Batı düşüncesinin en temel özelliği, onun, üzerine düşünülen ister bir bütün olarak varlık, ister Tanrı, isterse insan olsun, akılcı bir karakter arzetmesidir. Bu açıdan bakıldığında, Batı düşüncesi, kendi düşünüm nesnesini, dinî, mistik, mitolojik benzeri haricî kaynaklara referansla değil de, akıl yoluyla anlayıp kavrama çabasında olan bir düşünce etkinliği veya geleneği olarak görülebilir.
düşünce tarihi boyunca ilk defa Antik Yunan’da gerçekliğe içkin düzenlilik düşünürler için bir hayret konusu olmuş ve saf anlamda bilme kaygısıyla düşünülmeye başlanmıştır. Bu bilme ve anlama kaygısı, bir yandan gerçekliğe içkin yasalılığın keşfedilmeye çalışılması anlamında bilimsel bir mantığa, diğer yandan sürekli bir biçimde olma ve yok olmaya maruz kalan oluş dünyasında bir kaynak (arkhe) arayışı anlamında felsefî düşünceye vücut verecek şekilde düşünürleri harekete geçirmiştir. İşte tam da bu husus Batı düşüncesi diye nitelemeye çalıştığımız düşünce tarzının zeminini oluşturur.
Kuşkuculuğun Batı düşüncesi bakımından önemi,onun insani bir takım değer biçme etkinliklerinin dogmatizme kaymalarını engelleme yolundaki katkılarında yatmaktadır.
Modern Batı düşüncesinde insanı aşkın bir hakikat anlayışı yerini,insan merkezli bir hakikat anlayışına bırakmıştır.
Aydınlanma düşüncesindeki gerek rasyonalist bilgi teorisinin, gerekse hem rasyonalist hem de ampirist yaklaşımlarca onay alan mekanik evren tasavvurunun din felsefesi açısından açık sonucu ise yaklaşımların nihayetinde deizm veya ateizme vücut vermiş olmasıdır.
Felsefe, teolojinin tesisi ve inancın temellendirilmesi için büyük bir öneme sahiptir.
Zira Tanrının varlığı ve birliği fikrinin rasyonel olarak temellendirilmesi inanç için sağlam bir zemin oluşturur.
(Aquinalı Thomas)
Kasım Küçükalp – Ahmet Cevizci/Batı Düşüncesi Felsefi TeMeller

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir