İçeriğe geç

Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk Kitap Alıntıları – İskender Pala

İskender Pala kitaplarından Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk kitap alıntıları sizlerle…

Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk Kitap Alıntıları

‘’Leyla, eğer ben ben isem, nesin sen; yok sen sen isen ya neyim ben?!..’’
Aşk ayrılığının bir azap olduğunu söylüyor, sonrada azabın ‘’a-z-b’’ kökünden türediğini, bunun da ‘’lezzet’’ demek olduğunu söylüyordu.
Gerçek aşk, gizli olandır!
İçi rahattı artık. Bundan ötesi emin belde İstanbul idi. Halk buraya Dârülemân, yani ki emniyet yurdu diyordu. Burada kanunsuzluk olamazdı.
Hiçbir din yasaklanmamış aşkı, hiçbir bilge yahut öğreti de. Ama biz kendimize yasaklanmışız nedense.
Aşk mıdır ki boynuma takıp bela zincirini
Gezdirip Mecnûnleytn âleme rüsva eyleyen
Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimim, sâki olan kimdir, mey ü sahbâ nedir

Fuzuli|

Heves geçer sevda değil
Benim yazgım başka yazgı
Ah dolandım başımda dert
Kara haber tez varırmış
Nani na didou nana nanina
Padişah gibi bir köle; muhteşem bir dilenciyim.
Ben, Amiroğulları’ndan Mülevvah’ın, kaderi hazin yazılmış şehzadesi Mecnûn. Efendim Fuzulî’nin kölesi; onun kitabında yaşıyorum. Ve sen, nerdesin Leylâaa?
İşin bir de farklı boyutu vardı. Satırlarıma gözlerini iliştirenler, başkalarına hissettirmediklerini sandıkları acılarını benden gizleyemediklerini bilselerdi acaba bana hangi duyguyla yaklaşırlardı?
Kaderim güzelleri ağlatmak olmamalı? diye düşünmeye başladım şimdi de. Leylâ’yı aramak için çıktığım bu yollarda kısmetim hep gözyaşı olsun istemiyordum.
Efendim Fuzulî beni resmetmeye çalışmıştı ve bu sahnede her şey ne kadar da benim hissettiklerime uygundu, öykünün sonuna doğru, içimde bugüne kadar gizlenen ruhun Kays’a ait olduğu gerçeğini bir kez daha gördüm. Yoksa üç bininci beytim okunurken kendi mezarımın başında bekleyen Leylâ’yı eski tazeliğiyle nasıl görebilirdim ki?
Tanıklık, bilmek demekti. Kalplerde olanları bilmek ise ağır bir yük Çünkü bilgi, öldürücü savaş silahları kadar tahripkâr olabiliyordu bazen. Mavera ile göbek bağı bulunanların dışında bilgiyi hazmedebilen çıkmıyordu. İnsanlar hep güçten yana tavır koyarken kalplerindekini daima saklıyorlardı. Tanıklık etmeye başladıktan sonra bilinmezleri bilmek, çözülmezleri çözmek ve aşılmazları aşmak için onca azgın çabalamanın içinde hep kendilerinden farklı biri olarak yaşamanın ağır yükünü onlardan almış gibiydim. Tanıyor, biliyor ve susuyordum. Kazananların kaybettiğini, yok edenlerin yok olduğunu, doğanların öldüğünü görerek susuyordum
Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü behâdır
Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır.
(Yani şair diyor ki dünya İstanbul’a kurban olsun)
Hayata bağlılık bu demekti zahir: Bir dakika sonra öleceğini bile bile bir dakika daha fazla yaşayabilmek için çırpınmak.
Ve ben Kays, çöllerin nadide lotusu Leyla’nın aşığı, günler ve geceler boyu dua ettim, bağrıma Leyla yazılsın diye.
Varlığın gerçeği yerine gölgesiyle uğraşma..
Gercek aşık aklıyla değil gönluyle bu yolculuğu tamamlayabilir
Demek ki insanlar niyetlerine göre iyi veya kötü, güzel veya çirkin olabiliyorlar, eşyaya bakış açıları da buna göre oluşuyordu. Ruhlarını şeytana satanlar ile Rahman’a adayanlar da işte bu ince çizgi ile birbirinden ayrılıyordu. Birileri zamanı çoğaltıyor, diğerleri harcayıp tüketiyordu çünkü. Birileri iyi şeylerle hayata anlam katarken diğerleri hayatın kötülüklerine tapıyordu.
Duran ile yürüyenler (yahut gezegen ile sabit yıldızlar) arasındaki farkı kestirmek zordur. Gemi yolcusuna göre yürüyenler sahillerdir çünkü .
Beni İstanbul’a çeken, Leylâ’nın aşkı mıydı , yoksa kaderim mi , karar veremiyordum .
Bağdat çarşısında iki koyuna takas edildim ve kendimi Hilleli lirik şairin kulu bildim. Onun evinde aşkı tanıdım, sonra acıya alıştım, aşk mektebinde yıllar yılı Leyla’yı çalıştım. Yazıldım, kitap oldum; dile geldim, söyledim, hitap oldum.
Ben Kays!.. O muhteşem köle!.. Ve sultanım Leylaaaa!..
“…adı geçen her sayfada kalbim hızla çarpıyor, onu yakınımda, yanı başımda veya bana sımsıkı sarılmış hissediyordum…”
“Olacak olan olur,beklenen gelir.Bugün doğan yarın elbet ölür.”
“!..Dünya insanın gölgesi gibidir; ona sırtını dönersen peşinden gelir de, peşine düşersen hep önünden kaçar..!”
Eğer aşkı öğrenmek istersen önce elemi yaşamalısın.
Bilmek yanmaktır!
Bir delilik idi ki onunkisi, binlerce akıllılığa bedel. Çıldırmıştı ama Çağlar boyu bütün akıllılar bu çılgınlığı kıskandılar.
Ömür bin yıl dahi olsa yine bir gün gibidir.
Emaneti koru, lâyık olmayanlara teslim etme!
Herkes kendi kaderini yalnız başına yaşıyordu ve ömür bir yanıştan ibaretti. Değil mi ki ezel gününde bütün âşıklar Evet! cevabını Belâ! diyerek dillendirmişlerdi, şimdi elbette belâlar ile sınanacak, aşklarını bir gömlek daha yükseltebilmek için kalplerini kor alevlerde yakacaklardı
Bende Mecnundan füzûn aşıklık isti’dadı var
Aşık-ı sadık benim Mecnun’un ancak adı var
Dudağının değdiği yerde kalbim çarpıyor Rukâl Kafkaslar’ın şakayığı !..
Yaptığı harcamalar ve satın aldığı kitaplar yüzünden çektiği parasızlık son raddelere varmıştı.
Cânı kim cânânı için sevse cânânın sever
Cânı için kim ki cânânın sever cânın sever
Ramazan hilâlini düşünüyorum. Efendim onun için bazen sevgilinin kaşı der ve bazen de âşığın mihrabı. ‘Oysa bir hilâl bir dolunaya göre ne ki? İnsanlar ne kadar garip; tamlığın değil de eksikliğin yolunu gözlüyor ve gitgide eksilen hilâli yeniden gördüğü zaman oruç tutuyor, bayram yapıyor, ay başlatıyor, yıl başlatıyor.
O periler güzeli Günün birinde, bir gece rüyana gireceğim! diye söz verdi Bu sözün sevinciyle nice yıllar geçiyor ki gözüme uyku girmedi!
Zâtî
Bilmek yanmaktır! Eğer aşkı öğrenmek istersen önce elemi yaşamalısın.
İnsanların yüreklerinde titreyişler yoksa başkalarına karşı nasıl merhametli olabilirlerdi ki?!.
“!..Dünya insanın gölgesi gibidir; ona sırtını dönersen peşinden gelir de, peşine düşersen hep önünden kaçar..!”
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında
Dünya insanın gölgesi gibidir; ona sırtını dönersen peşinden gelir de, peşine düşersen hep önünden kaçar.
Dünya insanın gölgesi gibidir; ona sırtını dönersen peşinden gelir de, peşine düşersen hep önünden kaçar. 
Aşk gönlün işiydi ve onun olduğu yerde aklın yeri olmazdı. Akıldan geçmeden aşk gönle girmezdi. Duygular düşüncelere hakim olunca başlardı aşk.
Peki, dünyaya ağlamaya mı gelmiştik, gülmeye mi?!..
Ölmesini bilenler için hançer hayat demektir ve aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır, ona sahip olan dünyaya hakim olur.
Efendi! Sen hiç aşık oldun mu? Bilir misin ne hastalık ve ne şifadır o!
Leylâ’mı bulamadım. Burada kaldığım müddetçe ne aşkımdan, ne de Leylâ’dan kimseciklerin haberi olmayacak üstelik. Şimdiki insanlar Leylâ’mın adını biliyorlar, hatta beni , de tanıyorlar, ama öykümü merak etmiyorlar hiç. Arada sırada bir delikanlı benim kılığıma, bir genç kız da Leylâ’nın kimliğine bürünüp aşkımızı taklit ediyorlarmış, adına sahne oyunu diyerek.
Vatanın tam bağrındayım ama gurbet içimde durmadan büyüyen bir acı. Bir şehrin içindeyken ona hasret çekmenin ne olduğunu belki de bilmezsiniz siz. Ben bu şehre işte böyle hasretim. Bu şehir benim için biraz Rukâl demektir çünkü, biraz Huri demektir Ama mutlaka Leylâ demektir Bin kere Leylâ demektir
Kays adını kim verdi bana, bilmiyorum; peki ya kim bana öğretti aşkı, bilmiyorum. Efendim Fuzulî’nin kölesiyim ben ve dörtyüz ellinci yaş günümden bu yana hep aynı yerde ayağı bağlı olarak bekliyorum.
Ne içindeyim zamanın 
Ne de büsbütün dışında
  Yekpare, geniş bir ânın 
Parçalanmaz akışında
Dicle’nin serin yamaçlarında bir çilek idim ben. Son taşkında bedevilerin bağlar ve bahçeleri harap olunca geç yeşermiş, şiddetli güneş ile erken kızarmıştım. Bir gün kara kaşlı, kara gözlü bir Arap kızı, nazik elleriyle koparıp koydu sepetine beni. Dalım ve yaprağımla benimle idi. Umuyordum ki al dudaklarına dokunacaktım. Hatta tam da dudaklarına yaklaştırmışken Olmadı Olamadı Olamadım. Eksik kaldı yarım kaldım.
Olacak olan olur, beklenen gelir. Bugün doğan yarın elbet ölür.
Yağmurlu ikindilerde görülen hüzünlü bir rüya gibiydi hayat.
Duran ile yürüyenler ( yahut gezegen ile sabit yıldızlar) arasındaki farkı kestirmek zordur. Gemi yolcusuna göre yürüyenler sahillerdir çünkü.
Oysa bir hilal bir dolunaya göre nedir ki?!.. İnsanlar ne kadar garip; tamlığın değil de eksikliğin yolunu gözlüyor.
Olgunlaşmak acılarla oluyordu çoğunlukla.
Aşk ayrılığının bir azap olduğunu söylüyor, sonra da azabın a,z,b kökünden türediğini, bunun da lezzet demek olduğunu söylüyordu. Demek ki aşkın azabında bir lezzet vardı ve dertleri zevk edinmeyince aşkın tadı çıkmıyordu.
Aslında halkın çoğu sadrazamın lüks hayata dalmasına, kendilerinden alınan vergileri kişisel çıkarlarına, eğlenmek üzere yaptırdığı köşklere, saraylara ve o güne kadar İstanbul halkının hiç tanık olmadığı eğlencelere harcayarak devleti batırdığına, bunun sonucunda da fakirin iyiden iyiye fakirleşip zenginin de daha da zengin olduğu bir vurgun düzenini getirdiğine isyan ediyorlardı.
Aşk, elbette gizli gerek. Yoksa sürekli olmazdı. Allah’ın kendini gizlemesi ki, kulunda sürekli bir arayış uyandırır. Baktığı ve gördüğü her şeyde Allah’ı arayan derviş gibi, uzayın sonsuzluğu içinde yapılabilecek galaksiler arası yolculuk da bizleri Keldani tarikatının dervişlerine döndürdü. Sevdiğinden başkasını görmeyen âşıkm gözleri gibi şimdi gözlerimiz. Nereye yönelsek eski üstadların şifrelerini görmek istiyoruz. Bir âşık için dünyanın en büyük nimeti ve en yüksek lezzeti sevdiğine kavuşmaktır ya hani, biz o sevgiye ulaşmak için yüzyılların aşkını birbirine eklemleyip durmaktayız.
Biliyordum, bildiğimi bilmenin bilinciyle biliyordum
Leylâ beni bir yerlerde bırakmasın diye rüzgâra tutulmuş söğüt yaprağı misali titriyordum. Bu yüzden yaşadığım mutluluk ile acı eşit idi. Azab çekiyordum ve azabın lezzet demek olan azb kökünden türemiş bir sözcük olduğunu biliyordum. Benim lezzetim azab içinde bile muhteşemdi bu yüzden. Değil mi ki Leylâ ile beraberdim, çektiğim azab olsa da ne gam!.. Ben azabımda ona sığındıktan sonra daha büyük mutluluğu kim bana verebilir?!.. Ama onsuz bir mutluluğun azabına dayanabilir miyim, bilmiyorum. Tanrı bana onsuz yaşayacağım bir mutluluk yerine onunla öleceğim bir azabı versin!..
Tıpkı Efendim Fuzulî’nin yazdığı gibi. Yeniden can vermeyi istedim bir anda bin defa ve bin defa dirilip yeniden son nefeste bin defa adını haykırarak adını son kez ayyuka çıkarmayı istedim. Dünya gözümden siliniyor, hayat çevremde bulanıklaşıyor, varlık kendini yok ediyor, bilinç göklere kanatlanıyordu; Leylâaa! diye haykırdım ve gözümde kalan son nakış Leylâ’nın kara gözlerinde gördüğüm suretimdi Başka hiçbir şey hatırlamadım, ne kadar zaman bilmiyorum, hatırlamayı unuttum. Uyudum ve uyanmayı sildim lügatimden.

Aaah, vuslat!.. Unuttuğumu hatırlat bana!

“Vesvese de, şüphe de gizlidir.”
Duygular düşüncelere hâkim olunca başlardı aşk. Düşünceler duyguları yönlendirirken sevgiden bahsetmek kadar yalancılık da olamazdı.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir