Ayşe Osmanoğlu kitaplarından Babam Sultan Abdülhamid kitap alıntıları sizlerle…
Babam Sultan Abdülhamid Kitap Alıntıları
Esasen babmin talihidir:Kime nimet yedirdi ise mutlak ondan ihanet görmüştür.
Kaldı ki babamın vicdanının hiçbir zaman kabul etmediği şey, kan dökmekti. O, eliyle adam vuracak yaratılışta olsaydı, kan dökmekten çekinmeseydi elindeki kuvvetle Hareket Ordusu’nu dağıtır, tahtını kaybetmezdi.
Partilerin ve şahısların birbirlerini yemeleri yüzünden koca Rumeli elimizden gitmişti.
Beni istemediklerine eminim. Çekilmeye hazırım. Lâkin bu işte ( 31 Mart-13 Nisan Vakası’ nda) dahlim olmadığı meydana çıkmalıdır. diyordu.
Babam,kitap okuma işini şöyle izah ederdi : “Gündüzleri beni meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak , zihnimi başka taraflara sevk edip düşüncelerimi def etmek ve rahat uyuyabilmek için her gece odamda kitap okutuyorum. Okuttuğum eserler ciddi olursa büsbütün uykum kaçıyor. Onun için bir takım romanlar tercüme ettiriyorum.”
Birinci Cihan Harbi sırasında Mustafa Kemal Bey , Beylerbeyi Sarayı’nda muhafız subaylardan Salih (Bozok) Bey’e misafir olarak kalmıştır . Babam pencereden Mustafa Kemal Bey’’ görerek : “Bu yakışıklı zabit kimdir?” diye sormuş , Mustafa Kemal Bey olduğu , burada misafir bulunduğu kendisine söylenince : “Burada bulunan zabitlere benzemiyor . Müstesna bir kimse olsa gerek.” diye fikrini bildirmiş . ~~Mustafa Kemal Bey, bu misafirliği sırasında , biraderim Abid Efendi ile bahçede oturup konuşurmuş. Hatta , Abid Efendi’ye iki Ceylan yavrusu hediye etmiş , babam da Abid Efendi’nin kendisine gösterdiği bu hediyelerden pek memnun olmuş ..
Babam , anneme ilk hediye olarak kıymetli bir Mushaf-ı Şerif vermiştir . Bu Mushaf-ı şerifi verdiği zaman , “ Sana bir isim vermek istiyorum . Niyetle açacağım . Cenab-ı Hakk bakalım nasıl bir isim kısmet edecek deyip açmış , 325. sayfadaki Enbiya Suresi’nin 28. Ayetindeki , “ Müşfikun” gözüne çarpmıştır . Bunun üzerine : “ inşallah hakkımda pek hayırlı , Müşfik bir kadın olacaksın.” demiş , mührünü kazdırmış , “Müşfika Başikbal” unvanını vermiştir .
Ahlâkı da kendisi kadar güzel olan Perestû Kadınefendi daima kibirsiz, fakat vakur, şefkatli ve merhametli olarak yaşamış, ibadetle vakit geçirmiş, yoksullara yardım etmiştir. Allah kendisine evlât vermemişse de, yukarda da anlattığım gibi babama annelik ederek Valide Sultan mevkiine yükselmiştir.
Tirimûjgân Kadınefendi, sarayın eski kalfaları arasında inceliği, nezaketi ve güzelliğiyle meşhurdu. Kendisini bilenler, yeşil elâ gözlü, açık kumral ve gayet uzun saçlı, beyaz şeffaf tenli, nahif endamlı, ince belli, eli ayağı çok güzel bir kadın olduğunu söylerler. Şapsıh kabilesinden olduğunu sarayda memleketlisi olan eski Çerkes kalfalar anlatırlardı. Babam da Şapsıh kızlarına: «Bizim validenin soyu» derdi.
Benim çocuğum kurtulamadı.Kim bilir fakir fukaranın çocukları nasıl bakılıyor.Hiç olmaz sa bir hastahane yaptıralım da benim gibi birçok babanın kalbi yanmasın.
Babam kahveyi çok severdi.Fakat yalnız yemen kahvesi kullanırdı.
Gençlerin kahve ve sigara içmeleri sarayda çok ayıp sayılırdı .
-Babam kahveyi pek severdi . Fakat yalnız Yemen kahvesi kullanırdı .
Şehzadelere yapacağı ihtarları ya musahiplerle veya mabeyincilerle yapardı
Cuma selamlamalarına oğullarının bulunmasını mıtlak isterdi.Tiyatro akşamları da oğullarıyla görüşürdü.
Kimseye sen diye hitap etmediği gibi cariyelerine bile getiriniz veya götürünüz gibi nazikâne şekilde Emir verirdi.
Bizlere ya kızım veya sultan diye hitap ederdi.
Öğle yemeğinde rafadan yumurta veya tereyağında pişmiş yumurta yahut omlet;
Koyun külbastısı veya kotlet pane;
Balıklardan mezgit veya gelincik balığı,bazen börek;
Tatlılardan kaymaklı kadayıf,sütlaç veya muhallebi,alafranga tatlılardan şarlot.
Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezan-ı Muhammedi okunurdu.Babamın bir sözü vardı:Din ve fen derdi.Bu ikisine itikat etmek caiz olduğunu söylerdi.
Babam,Buhara-i Şerif-i hususi surette bastırmış,bütün Müslüman memleketlerine,camilere hediye etmiştir.
Yarım bardak sütü maden suyu ile karıştırıp içerdi.Çitli maden suyu kullanırdı.
Mutadı erken yatıp erken kalkmaktı. Sabahları güneşten evvel kalkar hamama gider,banyosunu alırdı.Hamamın dış katında oturmak için bir sedir yaptırmıştı.Orada oturup giyinir,sabah namazını oracıkta kılar,sonra kahvaltısını ederdi.
Sesi tatlı,kalın ve gürdü.Söz söylerken dinlemek zevki duyulurdu. Fikirlerini ve meramını fevkalâde bir ifade ve nezaketle anlatmaya muktedirdi.Hareketlerinde padişahlık vakar ve halâveti görülürdü.
Gözleri tahrirli yeşil ve mavi arası elâ idi.Gözlerinin etrafı biraz halkalı idi.Bakışları gayet zeki ve hassastı.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Rahmetli babam orta boylu idi.Saçı ve sakalı koyu kumraldı.Saçları tepeden dökülmüştü. Etrafta gür saçları vardı.Burnu yüksekti:Osmanlı Hanedanı’nın alâmetini taşıyan biçimde idi.
Babamın geçirdiği ikinci mühim kaza Sultan Aziz zamanında olmuştur. Maslak’tan gelirken çifte atlı olan arabasının atları coşmuş, babam gemi azıya alan atları zaptedemeyip sonunda kendisini arabadan atmaya mecbur olmuş, burnundan bir yara aldığı gibi başı da çarparak birkaç ay hasta yatmış ve yine Doktor Masiro tarafından tedavi edilmiştir.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Kendi şöyle anlatırdı: “Babamın saltanatı zamanında, on iki yaşında idim. Her sabah ata binip saraydan kaçmayı âdet edinmiştim. Başımı alır, İstanbul’un her tarafına gider, bendegânımdan (özel hizmetli) kimseyi yanıma almak istemezdim. Yine böyle bir gün İstanbul tarafında gezerken atımı zaptedemedim. At hızla koşmaya başladı ve beni, o zaman İstanbul’da pekçok olan küçük kahvelerden birinin önünde yere attı. Yere düşüş şiddetli olduğundan burnumdan kan boşanmış, bayılmışım. At başını alıp saraya dönmüş. Kahvenin sahibi Arap Mercan benim orada yattığımı görünce beni kahvesine alarak tahta peykelerden birine yatırmış, başıma, yüzüme soğuk sular dökmüş, burnumun kanını dindirmiş. Biraz aklım başıma gelince, “Oğlum, sen kimsin, nerden geldin, seni nereye götüreyim?” diye sordu. Ben de saraydan hiç bahsetmeyerek, “Rica ederim, beni Beşiktaş’a götürünüz.” dedim, beni sırtına yükleyerek yola çıktı. Biz böylece giderken atımın boş döndüğünü gören bendegân da korkup aramaya çıkmışlar, anneme de haber vermişler. O da, “Aman efendimiz duymasın, her tarafa dağılıp arayınız!” emrini vermiş. Beni arayanlardan birtakımı kahveciyle bana tesadüf edince hemen etrafımızı sarıp, “Nereye götürüyorsun?” diye adamcağıza çıkışmaya başladılar. Müdahale ettim, “Aman bir şey söylemeyiniz, bu adamcağız beni kurtardı, onu saraya alınız” dedim. Annem, kahveciye teşekkürler edip ihsanlar verdi. Fakat ben de yatağa düşmüş oldum. O zaman sarayda Doktor Masiro adında hâzık bir İtalyan hekimi.vardı. Hemen onu getirtip tedaviye başlattılar ve bunu babamdan tamamen sakladilar. Üç ay kadar hasta yattım. Doktor bana deniz banyosu tavsiye etti. Beylerbeyi Sarayı’na gittim. Doktor da benimle birlikte Beylerbeyi Sarayı’nda kaldı. Her sabah denize birlikte girerdik. Beni denize alıştırdığı gibi banyo usulünü de doktordan öğrendim. Şimdi bir itiyad haline geldi. İşte o gün bugün susuz yaşıyamaz oldum.”
Babam geceleri odasında kitap okutturduğu için aleyhtarların söylemediği kalmamıştır. Halbuki bu tamamiyle onun hususi hayatına ait bir meşgaleydi ve kitap okutturup dinlemek gibi en masum bir sahada tecelli ediyordu. Babam ise bu kitap okutma işini şöyle izah ederdi:
“Gündüzleri beni meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, zihnimi başla taraflara sevkedip düşüncelerimi defetmek ve rahat uyuyabilmek için her gece odamda kitap okutturuyorum. Okuttuğum eserler ciddi olursa büsbütün uykum kaçıyor. Onun için birtakım romanlar tercüme ettiriyorum” der ve gülerek ilâve ederdi: “Küçüklüğümde dadım bana ninni söylerdi. Şimdi de okunan kitaplar aynı tesiri yapıyor. Esasen yarı dinliyor, yarı dinlemeden uykuya dalıyorum. İşte benim uyku ilâcım budur.”
Ölmeden bilinmedi kadri
Babam Sultan Abdülhamid Han’ın
Hiç kimseye bâki değildir
İtibarı bu fâni cihanın
Ayşe Osmanoğlu
Kahveyi pek severdi. Fakat yalnız Yemen kahvesi kullanırdı. Yemeklerden sonra kahve içtiği gibi, arada da ayrıca altı yedi defa içerdi. Kendi emektarlarından, şehzadeliğinden beri kahvesini pişiren Halil Efendi, kahvecibaşı idi. Babamın mizacını öğrenmişti. Kahvesi ne koyu, ne de açık ve sade olarak pişirilirdi. Halil Efendi nöbet odasının yanındaki kahve ocağı denilen yerde oturur, emir beklerdi. Evine geç gider, sabahları erken gelirdi.. Halil Efendi, ölmeden biraz önce babama: “Efendimiz! Ben sık sık hasta oluyorum. Damadım Ali kulunuza emniyet ve itimadım vardır. İyi çocuktur. Müsaadeniz olursa efendimizin kahvesini pişirme tarzını öğreteyim. Benden sonra efendimizin kahvesini o pişirsin” demiş, babam da bunu kabul etmişti. Hakikaten az zaman sonra Halil Efendi öldü. Yerine damadı Ali Efendi geçti.
Kahvecibaşı beyaz eldiven giyer ve kahveyi öyle pişirirdi. Pişirdiği kahveyi Harem kapısına kadar kendi getirir, zili çalar, nöbetçi hazinedarın eline teslim ederdi. Kahve tepsisi, babamın annesi Tirimüjgân Kadın’ın yadigârı küçük altın bir tepsi olup üzerine gümüş bir cezve ve iki tane porselen beyaz fincan konurdu. Fincanlarda babamın markası vardı. Babam birinci fincanı içtikten sonra ikinciyi diğer fincanla içerdi. Kahveyi sigarayla birlikte ve ağır yudumlarla içerdi. Annemle beraber içtikleri vakit aynı fincanlardan bir çift daha getirirlerdi.
Kahvecibaşı Ali Efendi, babamın ölümüne kadar hizmetinde bulunmuştur. Biz, çocuklarından hiçbiri huzurunda kahve
içmedik. Yalnız annemle diğer haremleri içebilirlerdi. Gençlerin kahve ve sigara içmeleri sarayda çok ayıp sayılırdı.
Sultan Abdülhamid, binicilikte çok ustaydı. En azgın atları bile idare edebilmesi sayesinde, padişahlığında başına gelen mühim bir kazadan kurtulmuştur: Padişahlığının beşinci veya altıncı yılında, bir cuma selâmlık alayını Ortaköy Camii’nde yaptırmış. O güne kadar selâmlıklara atla gidermiş. Mütadı üzere yine atla çıkmış. Kimler ve nasıl yapmışlarsa ata neft yağı sürmüş oldukları için saraydan camiye kadar pek ziyade güçlükle be birkaç defa yere çarpılmak tehlikesini atlatarak sırf usta binici olması sayesinde gidebilmiş. O günden sonra da bir daha atla selâmlığa çıkmamış. Ondan sonra araba kullanmaya başlamış.
Babam: “Gençliğimde denize girer, pek iyi yüzer, ata biner, araba kullanır, kürek çeker, yelken kullanır, tabancayla atıcılık yapar, ava gider, kılıç talimleri yapardım” derdi. Babası Sultan Abdülmecid kendisine Kâğıthane Köşkü’nü, Ali Bey Çiftiği’ni vermişti. O zaman hemen her gün atla çiftlik dolaşır, bütün işlere nezaret edermiş. Civarda av ile de meşgul olurmuş. Av tüfeğiyle nişancılıkta da mahareti varmış. Bir av eğlencesi sırasında yüzünün sağ tarafına bir saçma isabet etmiş. “Bu saçma o günlerden yadigârdır. Hâlâ sakalımın altında duruyor. Varsın dursun. Bize bir zararı yok” derdi.
Babam: “Başlıca eğlencem musiki dinlemek, marangozhanemde çalışmaktan ibarettir. Ancak bunlarla uğraşırken yorgunluğumu hissetmiyorum. Gençliğimde faal bir hayat geçirdiğim halde şimdi muattal yaşıyorum. Uykuyu bile rahat uyuyamadığımdan kitap okutmak bana ninni gibi geliyor. Yarısını dinliyor, yarısını dinlemeden uyuyakalıyorum. Aklım takılıp da uykumu kaçırmasın diye ciddi eserler okutmuyorum” derdi.
Allah âdildir; Haklıyı, haksızı ancak o meydana çıkaracaktır.
Babamda, kara günde herkes tarafından terk olunan insanların kırgınlığı vardı..
Yüzbaşı kürt salim tabancayla babama ateş etti. Babamın talihidir. Kime nimet yedirdi ise mutlak ondan ihanet görmüştür. Bu yüzbaşı kimsesiz biridir. Sultan Abdülhamid Kuleliye yazdırıp eğitim görmesi için emir vermiştir. İşte salim bu şekilde yetişip yüzbaşı oluyor. Nimet borcunu da onu öldürmeye teşebbüs ederek ödüyor.
Ölmeden bilinmedi kadri
Babam Sultan Abdülhamid Han’ın.
Hiç kimseye baki değildir
İtibarı bu fani cihanın
Ayşe Osmanoğlu
Esasen babamın talihidir; kime nimet yedirdiyse mutlak ondan ihanet görmüştür.
33 sene devletim ve milletim için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah, bunu muhakeme edecek ise Resulullah’tır. Bu memleketi nasıl bulduysam öyle teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Allah’ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara çarşaf örmek istediler ve muvaffak da oldular.
Ölmeden bilinmedi kadri
Babam Abdülhamid Han’ın;
Hiç kimse bâki değildir;
İtibârı bu fâni cihânın
Ayşe Osmanoğlu
Bu hayatın ne garip cilveleri vardı.İşte bunca felaketten sonra yine babamıza kavuşmak kısmet olmuştu.
Etimi cımbızla koparacaklarını bilsem, bir ecnebî devlete ilticâyı düşünemem. Vatanımdan kaçmak mucib-i ârdır. Hatta bu, benim gibi otuz üç sene bir devlete Padişahlık etmiş bir insanın irtikâb edemiyeceği en büyük alçaklıktır. Ben Allahıma ve mukadderatıma tâbiim..
Tarihin bir gün hakikati söyleyeceğine inancım vardır.
Ah Sultan Aziz ! O, bize daima nümûne olmuştu.Bunu aklımızdan hiç çıkarmıyorduk.
Esasen babam talihlidir:Kime ne yedirdiyse mutlak ondan ihanet görmüştür.
31 Mart vakasını ben ihdas etmiş olsaydım bu şekilde yüzüme gözüme bulaştırmazdım. Nasıl yapılacağını pek ala bilirdim. Tarih bu hakikati birgün meydana çıkaracaktır. Bundan dolayı kalbim müsterihtir Kızım şahsım için iki Türk’ün asker evlatlarımın birbirini kırmasını kan dökülmesini Allah hakkı için istemedim. Bana bu ihtirayı yükleyenleri Allahım’a havale ediyorum.
Fakat Allah Adil’dir. Bir gün elbet hakikat tecelli eder. Her ne ise, takdir bu imiş
Cemil paşa, okuyucularını güldürmek için yazmış olduğu bu satırlarla tarihe hizmet etmiş olmuyor. Kendisi Sultan Hamid’i sevmeyebilir; hatta ona düşman da olabilir. Fakat tarihe hizmet ediyorum derken vakaları değiştirmeye ve komiklik yapmaya hakkı yoktur.
“Bizim elçiler, ateşemiliterler uyudular mı? Dört devlet ittifak eder de hükümet nasıl haberdar olmaz? Ben makamda bulunduğum müddetce daima bunların birleşmesini önledim. Bu ne gaflet! Allah devleti bu hale getirenleri kahretsin. Demek Selanik şimdi müdafaa edilmeden teslim ediliyor. Hayır, ben buradan gidecek değilim. Ben de bugün herhangi bir şahıstan farklı olmadığım için müdafaaya iştirak etmek istiyorum. Bana da silah veriniz. Ölünceye kadar birlikte müdafaa edelim.“ diye tekrar ısrar etmiş.
Günün birinde umumî bir harbin çıkacağına hiç şüphe yoktu. Fakat bizim bu işe atılmamız büyük bir cehalet ve tedbirsizliktir. Selametimiz tarafsız kalmaktaydı. Bu hale geldikten sonra çaresiz sonuna kadar gidilecektir. demiş ve meyus bir tavırla, Allah, devleti bu hale getirenleri kahretsin. diye beddua etmiştir.
Kızım, Şahsım için iki Türk’ün, asker evlatlarımın birbirini kırmasını kan dökülmesini Allah hakkı için istemedim. Bana bu iftirayı yükleyenleri Allah’ıma havale ediyorum.
Otuz üç sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah’tır. Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk’ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular.
Sen değil naaşın hükümdar olsa elyaktır bize!
Dönsün etsin taht-ı Osmani’ye tâbûtun cülûs!
Ramazan’da sarayda nöbet musikisi ve çalgı çalınmazdı.
İskambil öteden beri sarayın kapısından hiç girmemiştir. Kimse bilmez.
Saraya sinemayı Bertrand adında birisi getirmişti. O zaman ki sinemalar şimdiki gibi değildi . Perde büyük fırçalarla iyice ıslatılır, küçük parçalar gösterilirdi. Bu parçalar pek karanlık görülür, filmler 1 dakikada biterdi.
Babam Sultan Abdülhamid bir gördüğünü birdaha unutmayan bir zekaya sahipti.
İşte o paralar tüm zabitlere ikramiye olarak verildiğini duyduk.
Bütün evin içinde bir halı, bir kilim parçası dahi yoktu. Cümlemiz yorganlara sarılarak kuru tahtaların üzerine serildik.
33 sene devletim ve milletim için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah, bunu muakeme edecek ise Resulullah’tır. Bu memleketi nasıl bulduysam öyle teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Allah’ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara çarşaf örmek istediler ve muvaffak da oldular.
Ölmeden bilinmeli kadri
Babam Abdülhamid Han’ın;
Hiç kimseye baki değildir,
İtibarı bu fani cihanın
Memlekette bir hastalık olduğu zaman tekkede Buhari-i Şerif, Hizbü’l-Bahr okunurdu.
Babam kahveyi pek severdi. Fakat yalnız Yemen kahvesi kullanırdı.
Almanlar askerlikte ve çalışkanlıkta birinci derecede bir milletti. Ama Rusların nüfus kuvvetine, İngilizlerin sinsi politikalarına karşı gelebilirler miydi, burası kestirilemezdi.
Devletimin menfaatlerini düşünmeden hiçbir devletin arzusuna hedef olamazdım.
Benim çocuğum kurtulamadı. Kim bilir fakir fukaranın çocukları nasıl bakılıyor. Hiç olmazsa bir hastahane yaptıralım da benim gibi birçok babanın kalbi yanmasın.
Alafranga musikiyi alaturkaya tercih ederdi. Alaturka güzeldir ama daima gam verir. Alafranga değișiktir. Neșe verir. Piyanoda alaturka dinlenmez. Kendine mahsus alaturka sazlarla çalınmalıdır derdi.
Bașlıca eğlencem musiki dinlemekten ve marangozhanede çalıșmaktan ibarettir.
Bűyükbabamın bütün haremleri Çerkez’dir. Saraya Rum ve Ermeni cinsinden bir kadının girdiği ne görülmüș, ne de ișitilmiștir. Böyle olduğu halde babamın șahsî düșmanları, annesinin Çandır adında Ermeni kadını olduğunu söylemișlerdir.
Tanrı Türk milletini ve Cumhuriyetimizi daima korusun ve payidar etsin
Yaşımız altmışı geçti. Âhir ömrümüzde son vazifemizi yapmak, devletin ve milletin arzusunu ifa etmek en büyük emelimdir. Madem ki millet istiyor, milletimin arzusu her ne ise o olacaktır. Yalnız Allah’tan muvaffakiyet dilerim
İnsanlar çok müfteridir. Bildiklerini, bilmediklerini uydurup söylemekten çekinmezler.