İçeriğe geç

Aziz Nesin’in Anıları: Böyle Gelmiş Böyle Gitmez Kitap Alıntıları – Aziz Nesin

Aziz Nesin kitaplarından Aziz Nesin’in Anıları: Böyle Gelmiş Böyle Gitmez kitap alıntıları sizlerle…

Aziz Nesin’in Anıları: Böyle Gelmiş Böyle Gitmez Kitap Alıntıları

&“&”

“Patronun köle gibi çalışmanı ister,
Ailen, onların istediği gibi biri olmanı,
Sevgilin ise sürekli değişmeni ister.
Kimse olduğun gibi görmek istemez seni.Herkes kendi icat ettiği gibi bakar sana. Sonuç olarak bambaşka bir insan olursun.”
Bu bizim sağcılar kadar Türkiye’yi küçük düşüren avanaklar dünyada olmaz.
Neden hasta çocuğun son iyi olma umarı olarak mezarlığa bırakıldığını sonraları çok düşündüm. Çocuğu doyuracak gücü bile olmayan, doktorsuz, ilaçsız yoksullar Tanrılarına yakarıyorlar:

Tanrım! İşte yavrumu sana bıraktım, yavrumun hastalığını toprağa göm, onu bana dirimli, sağlıklı geri ver!.."

anılarımı yazmaktan başlıca amacım, yaşadığım çağda, toplumsal çevremi içtenlikle anlatarak insanlara yararlı olmaktır ki bu, isteristemez gelecek kuşaklara ders vermek anlamını taşır. Böyle olunca, yapılmış kötülüklerin bidaha yapılmaması için onları özyaşamöykümde anlatmak zorundayım. Niçin yazıyorum bunları? En başta yararlı olmak için. Yazmak mı, yazmamak mı? Benim yanıtım, yazmaktır.
Shakespeare, Hamlet’in ağzından şöyle konuşuyor: Olmak yada olmamak! işte bütün sorun bu!"
Her insanın yaşamında olmakla olmamak, susmakla konuşmak, ölümle kalım, yazmakla yazmamak arasında ikircimli kalıp: "İşte bütün sorun bu!" dediği trajik durumlar olmuştur Türk insanı Shakespeare’in "Olmak yada olmamak! İşte bütün sorun bu!" dediği durumları "Zurnanın zırt dediği yer" diye anlatmıştır. Zurnanın zırt dediği yer, insanın söylemekle söylememek, yapmakla yapmamak, yazmakla yazmamak arasında, çok darda, çok zorda kaldığı o ikircimli yerdir.
Yazdığım anılarımın burasına gelince. "Yazmak yada yazmamak! İşte bütün sorun bu!" denilen yerde bulunuyorum.
Ben bir savaşa girmiştim. Bitek umarım vardı, o da çalışmak… Çalışmak, bu yaşam savaşındaki tek silahımdı. Yoksa çok iyi seziyordum ki, ancak çalışıp kazandığım başarıyla sırtına bindiğim, mahmuzlayıp kamçılayarak koşturduğum, elimde tuttuğum dizginlerle yönettiğim bu acımasız yaşam, ilk sürçmemde, ilk başarısızlığımda silkinip beni sırtından atacak, çapaçul kalabalığın ayakları altında çiğnenip ezilerek yitecektim. İşte bu nedenle hep birinci oldum.
Konfüçyüs Tanrıya şöyle yakarmış: Tanrım! Bana kitap dolu bir evle çiçek dolu bir bahçe ver!"
O yaşımda çiçek dolu bir bahçeyi gereksinmiyordum. Ama kitap dolu bir ev, hayır, bir ev değil kitap dolu bir oda, bir odacık için yanıp tutuşuyordum. İçi kitap dolu bir küçümencik oda yeterdi bana.
Ne yapacaktım? Ne yapacaktım? Ne yapacaktım?
Gece gündüz düşünüyor, bu soruya bir cevap bulamıyordum.
Ne yapacaktım? Hiç! Nasıl okuyacaktım?
Aldatan kişinin, cinsiyeti ne olursa olsun medeni hali şerefsizdir."
Gerçek düşman tanınmayınca, araçları, aracıları, renkleri, simgeleri düşman sandık. Oysa balığın düşmanı, yem takılı olta iğnesi değil, oltayı tutan balıkçıdır."
Genellikle alaycı kişilere bakınız, onlar bir eksiklerini çevrelerinden örtüp gizlemek için alaycı, şakacıdırlar.
Herkes büyük işlerin adamı olamaz; ama herkes kendi işinin büyük insanı olabilir. Islık çalacaksın, ıslık… Ama sen ıslık çaldın mı, duyanlar, amma da ıslık çalıyor, diye şaşıp kalacaklar.
Aldatan kişinin cinsiyeti ne olursa olsun, medeni hali şerefsizdir.
Nasıl olsa gideceksin
Hakkım yok durdurmaya
Ama kendini bırak bende.

Aziz Nesin…… Sen söylemeden de biliyorum.

Bizim anılarımızın okurlar için gerçekten önemi yoktur. Yaşamımız geçim sıkıntıları içinde, cezaevlerinde, sürgünlerde, mahkemelerde, adliye koridorlarında, sorgularda, polis kafasıyla boğulmakla geçti. Bunun anlatılacak, okurları ilgilendirecek nesi var? Bizim yaşamımız, herhangi bir yaşam… ama biz bu zor yaşamdan ancak zevk duyarız.
Aşığım sana’ cümlesinin sonundaki &‘a’ harfi terk etti seni. O da üzülmüyor gittiğine, Sen hala &‘Aşığım San’ beni ..
Bir gün bu memleketin yanağına öpücük,
Baş ucuna da bir not bırakıp gideceğim;
Öyle güzel uyuyordun ki uyandırmaya kıyamadım
Biz kahrolmuş bir kuşağın, kaybolmuş temsilcileriyiz.
Bugün beğenilmeyen, biçoklarınca yadsınan Mustafa Kemal, Türkiye’ye ve Türklere ne çok yenilikler getirmiş, ne uygarlıklar armağan etmiştir. Mustafa Kemal olmasaydı, inanıyorum ki bizim bugün hala soyadlarımız olmayacaktı. Daha nelerimiz nelerimiz olmayacaktı… Şevket Süreyya Aydemir’in yazdığı gibi, o gerçekten Tek Adam’dır, ne yazık ki tek adamdır…
Dünyanın bütün meslekleri, işleri, uğraşları hep insanların yaşaması, insan yaşamının uzaması ve kolaylaşması içindir. Oysa askerlik, insanı yaşatmak için değil, öldürmek için vardır. Askerlikten başka amacı insan öldürmek olan bir meslek yoktur…
Ne çok roman okumuştu! Bunca roman okumaya derslerden nasıl zaman bulabiliyordu? Yatakhanede, herkes uyuduktan sonra romanı daha rahat okuyabildiğini söylemişti.
Abe pis ettin Malatya’yı da…Ordan akıllı adam çıkar. Sen nerelisin?
Benim halk sevgimse, toplumsal borcumun bilincine varmamdan kaynaklanır. Yıllar geçtikçe bu halk sevgisi bende biçim değiştirdi. Halkımızın yüzde altmışı aptal ve enayi, diyecek biyere geldim. Bu oranın yüzde altmıştan çok olduğunu da gördüm ve anladım.
… bizi devletin yedirip içirdiğini, okuttuğunu, eğittiğini sanıyordum. Bizlere ve halka böyle öğretiliyordu . Çünkü bir Allah vardı, bir de devlet. Allahı devlet simgeliyordu. Devlet demek Allah demekti. Bu yüzden din-ü devlet" denirdi.
Bakıyorum da şimdiki bizlere utanıyorum
Yoksa sizler göklerden mi indiniz
Sonra darılıp da bize
Yine göklere mi çekildiniz
Saçtan tırnağa baştan ayağa özveri
Ey beni ben yapan öğretmenlerim
Anılarınız önünde ağlayarak eğilir
Hiç el öpmemiş dudaklarımla
Ellerinizden öperim öperim öperim…
Okuyunuz efendiler! Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u mutlaka okuyunuz!
Konfüçyüs Tanrıya şöyle yakarmış: Tanrım! Bana kitap dolu bir evle çiçek dolu bir bahçe ver!"
O yaşımda çiçek dolu bir bahçeyi gereksinmiyordum. Ama kitap dolu bir ev,
hayır, bir ev değil, kitap dolu bir oda, bir odacık için yanıp tutuşuyordum. İçi kitap
dolu bir küçümencik oda yeterdi bana…
Bir insanın, yer yer utanılası ayıplarla dolu yaşamını, hiç yalana gereksinmeden baştan sona anlatabilmesi için bu ayıpların, kusurların kendisine sıçrayamayacağı denli bir üst düzeye ulaşmış olması gerekir. Bu düzey, Nesimi’nin Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne?" dediği yerdir.
Bir atasözümüz var. Her koyun kendi bacağından asılır. Evet doğru, her koyun kendi bacağından asılır ama, koyun olduğu için…İnsanlar koyun değil ki…Hiçbir insan yalnız kendi bacağından asılmaz; her asılanla biraz da biz asılırız, her açla açız, her tutukluyla tutukluyuz. Mutluluk, başkaları mutsuzken, yalnızlıkla olmaz, toplulukla olur.
Çanakkale Anıtı dikilirken, Ele güne borç almak için avuç açmış yoksul Türkiye’nin şehitleri için anıt değil, şehitler adına yoksul çocuklar için okullar açılması gerekir," diye yazdığım için ne çok eleştiriye, hatta saldırıya uğramıştım. Türkiye’de insanın yurdunu sevdikçe yurt haini olarak ilanı da kolaylaşabilir…
Annemin rengi soldukça türküleri de susmuştu. Oysa eskiden güzel sesiyle türküler söylerdi annem. Bu türküler özellikle hastalık, kimsesizlik, yalnızlık, annesizlik, özlem üstüneydi…
Bu acılar çekilmeyecek bigün. İnsanlar eşit fırsatlarla yarışa girecekler Bugün olduğu gibi, ayakları bağlanmış olanla, antreman yapmış olanları birlikte yarışa sokup, İşte özgürlük var, koşun bakalım, kim kimi geçecek!" denilemeyecek.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Bizim anılarımızın okurlar için gerçekten önemi yoktur. Yaşamımız geçim sıkıntıları içinde, cezaevlerinde, sürgünlerde, mahkemelerde, adliye koridorlarında, sorgularda, kovuşturmalarda, polis kafasıyla boğuşmakla geçti Bunun anlatılacak, okurları ilgilendirecek nesi var? Bizim yaşamımız, herhangi bir yaşam… Ama biz bu zor yaşamdan ancak şeref duyarız. Acaba iktidarlar da yaptıklarından şeref duyacaklar mı?
Bir insan elinde hiçbir kanıt olmadan başka birini suçluyorsa, aynı suçu kendisi işlemiş yada işleyebilir demektir. Güvensizlik de böyle; durup dururken birisine güvensizlik, o konuda kendimize güvenilemeyeceğini ortaya koyar.
Köprüaltı çocukları" deyimi, gerçekten köprü altında, denizin dibindeki bu dubaların içinde yaşayan bu çocuklar için söylenilmiştir. Köprüaltı Çocukları adıyla acıklı, ağlamalı roman yazıldı. O roman çok satıldı. Yazar ve yayıncısı çok para kazandı, yine Köprüaltı Çocukları adıyla acıklı, ağlamalı bir film yapıldı. O filmin yapımcısı da çok para kazandı.

Hiçbir iktidar yersiz yurtsuz, kimsesiz çocukların buralara düşmelerini önleyemedi, çocukların bu duruma gelmelerini de önleyemedi.

İnsan hak etmediği şeyin gerçek sahibi olamaz kanısındayım.
İyi ki pekçok başarısızlığa uğradım da, her başarısızlık beni daha çok kamçıladı, tutkularımı tutuşturdu.
Biz mağlup olduk efendim, çirkinliğe, kabalığa bayağılığa malup olduk..
İskele yapımcısı İsmail Usta’nın bu sözlerinin kulağıma küpe olduğu tarihten otuz yıl sonra yazdığım Biraz Gelir misiniz adlı oyunum, Mateh Usta’yla çırağı Bornok arasındaki şu konuşmayla başlar:

MATEH USTA Bu yeryüzünde bir işin olacak Bornok, ama ne işi olursa..

BORNOK Ne iş olursa…

MATEH USTA Diyelim, ıslık çalıyorsun. Herkes ıslık çalar.

BORNOK Çalar usta.

MATEH USTA Ama sen çalınca, Vay anasını, ne ıslık çalıyor," diyecekler.

Bu bana iskele yapımcısı İsmail Usta’nın verdiği derstir: Herkes büyük işlerin insanı olamaz; ama herkes kendi işinin büyük insanı olabilir.

Benim için Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, bir yazarın kendini var kılmak için yazmak zorunda olduğu bir kitabın çok daha üstünde, yazılması görevim olan, borcum olan bir kitaptır. Yedi yıl gecikerek de olsa, işte o borcumun bir bölümünü daha ödemeye çalışıyorum.*
Anladım ki devlet hem herkestir, hem hiçkimsedir; hem herşey devlettir, hem devlet hiçbişeydir.
Bizde genellikle iyi ve güzel işler yanlışlıkla yapıldığından, hemen o iyi ve güzel işler bozularak, doğru düzgün iş yapma yanlışlığı giderilir.
Haksızlığın en ağırı da, yasalar çiğnenerek yapılanı değil, yasalara göre, yasalara uyularak yapılanıdır; hem haksızlık hem de yasal olanıdır.
Bellek, anıların konservesidir; orda anılar hiç yaşlanıp bozulmadan oldukları gibi dururlar.
Gerçek düşman tanınmayınca, araçları, aracıları, renkleri, simgeleri düşman sandık. Oysa balığın düşmanı, yem takılı olta iğnesi değil, oltayı tutan balıkçıdır.
Kimileyin gülmek, utanmayı gizleyen bir örtüdür.
Çocuklar, çocuklar, yaşamı sürdüren çocuklar! Babalarını büyük, çok büyük, en büyük olarak görmek, tanımak isterler ki, kendi güzel ama hayvansı bencilliklerini doyursunlar.
Zamanından önce gelişmiş insanlar vardır, bitürlü kendi ortamlarını bulup yerleşemezler. Ama bunlar, kendilerinden sonra gelip değerlenecek olanlara, kendileri küçümsenerek, ezilerek, hatta yok olarak yol açarlar.
Alaycılık, genellikle başarısız insanın kişiliğini savunması için, başarısızlığını gizlediği bir örtüdür.
Sınıfımın Yazarıyım
Yurdumda otuzmilyon insanın belki de yirmimilyonundan çoğu, benimkine çok benzer olayları yaşamıştır, daha da yaşamaktadır. Dahası, çok daha ağır, kötü koşullar içinde yetişenler pekçoktur.
Anlattığım olaylar beni toplumuma borçlu, sorumlu, yükümlü yapmıştır. Bu yüzden toplumcu olmuşumdur. Benim toplumculuğum, vazgeçilmez bir borç ödeme çabasıdır; anneme olan borcum, Galip Amcama olan borcum, Rıfkı Bey’e olan borcum, bütün yardımını gördüklerime olan borcum. Maddi ve manevi varlığımın bütün hücreleriyle topluma borçluyum.
Size anılarımı da işte bunun için anlattım. Beni yaşamım toplumcu yapmıştır. Sınıf değiştirerek, kendi paçamı kurtarıp rahata kavuşmak elimde değil. Bir atasözümüz var: Her koyun kendi bacağından asılır. Evet doğru, her koyun kendi bacağından asılır ama, koyun oldugu için… İnsanlar koyun değil ki… Hiçbir insan yalnız kendi bacağından asılmaz; her asılanla biraz da biz asılırız, her açla açız, her tutukluyla tutukluyuz. Mutluluk, başkaları mutsuzken, yalnızlıkla olmaz, toplulukla olur. Aç insanlar olduğunu bilirken, lokmalarım rahatlıkla boğazımdan geçmiyor; soğukta titreşenler varken, odamdaki sobamda ısınamıyorum. Bu İsa’ca bir duygu ve duygusallık değil. Bu bilinçli, akılcı bir duygu ve davranıştır.
Yemeğimi rahat yemek istiyorum, rahat ısınmak, rahat uyumak istiyorum, bu benim hakkım değil mi? İşte ben bu hakkı istiyorum. Bu hakkı insanların, çoğunluğun elinden alan mutlu azınlığın sonuna dek, yaşadığım sürece hep karşısındayım, karşısında olacağım. Ben sınıfın yazarıyım, böyle olmak zorundayım, başka türlü olamam, elimden gelmez… Benim sınıfım emekçilerdir, yani otuzmilyon yurttaşımın enaz yirmibeşmilyonu…
Yurdumda sürüp giden bozuk düzenin kökten değişmesi gerektiğine inanıyorum. Bu bozuk düzende çıkarı olanlarla bir de kandırılmışlar, Böyle gelmiş böyle gider" demektedirler. Hayır, böyle gitmeyecek, böyle gidemez, böyle götürmeyeceğiz. Çocuklarımız benim yaşadığım çocukluğu yaşamasınlar.
Acı gerçeği anlayarak, bilincine vararak haykırmalıyız: "Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek!"
Tüm davranışlarımızı da ona göre belirlemeliyiz.
Çoğunun güçsüzlük sandığı yalnızlık, yalnızlığınca kalabalıklaşmasını öğrenmiş insanlar için en büyük güçtür.
Oldum olasıya kavgacı insan değilimdir, hiç değilse kavgayı ben çıkarmam. Ama üstüme bulaşan kavgadan da geri durmam. Oysa beni çok kişi kavgacı bilir. Yazarlığımda da kavgacı olmadım. Çok çetin kalem kavgalarına, şiddetli tartışmalara çok girdim ama o kavgaların hiçbirini ben çıkarmadım. İlk saldırı benden gelmedi.
İyi ki bu çocukluklarımızdan bir küçümen parça içimizde gizli kalıyor. Yoksa büsbütün çekilmez olurduk…
Eğitim diye, iyi adam yetiştirmek diye, çocukların, gençlerin önüne boylarınca dikenli çalılar koyuyorlar. Bu dikenli çalılar arasından sıyrıklar, yara bereler içinde geçip, kan içinde kalıp kurtulmak zor, çok zor… Bişeylerin, önemli bişeylerin değişmesi gerekli. İyi adam" deyince büyükler, yumuşakbaşlı, kabuğuna büzülmüş, nemegerekçileri anlıyorlar; hep böyle yılgın insan yetiştiriyorlar. Oysa ilerleme hep başkaldırmalardan, aşırılıklardan, kabına sığmazlıklardan doğmuştur.
-Her gece yatağınıza girince, önce bir nefis muhasebesi yapınız. O günkü davranışlarınızın hepsini bir bir gözünüzün önünden geçiriniz. Kimlere iyilik, kimlere kötülük yaptığınızı, kimlere kötü davrandığınızı düşününüz ki, ertesi gün daha iyi bir insan olasınız. Yaşamayı hak edip etmediğinizi, bu güzel dünyada yaşamayı hak etmek için o gün ne işler yaptığınızı, ne kadar çalıştığınızı hatırlayınız. Böylece vicdanınız huzura kavuşur. Ondan sonra da dua ediniz!

Rıfkı Bey’in bu sözlerinin o denli etkisinde kalmışım ki, hâlâ her gece hep o nefis muhasebesi"ni yapar, günlük çalışma ve davranışlarımı gözden geçirerek kendimi eleştirir, denetlerim. Böylece geçen o gün için ya kendimden hoşnut olurum yada olmam; olamazsam, ertesi gün için daha hızlı çalışmaya hazırlanırım.

Dönüp dolaşıyorum çamların arasında kendi yalnızlığımla; beni bütün yaşamımda hiç yalnız, hiç tek başıma bırakmayacak olan en iyi dostum yalnızlığımla; bana kendi kendime yetmeyi öğreten yalnızlığımla; bana direnmenin, dayanmanın dersini veren yalnızlığımla; beni bibaşımayken de kalabalık eden yalnızlığımla, her bırakılmışlığımda, her yıkılmışlığımda elimden tutan yalnızlığımla…
Hayal sonsuz, açıl açılabildiğin, düşün düşünebildiğin, kur kurabildiğince…
Genellikle alaycı kişilere bakınız, onlar bir eksiklerini çevrelerinden örtüp gizlemek için alaycı, şakacıdırlar. Başkalarıyla alay, bir anlama, alay edenin kendini savunmasıdır. Şaka ve gülmeceyse, bir eksikliği gidermenin, başkalarından gizlemenin yollarından biridir.
Çoğunun güçsüzlük sandığı yalnızlık, yalnızlığınca kalabalıklaşmasını öğrenmiş insanlar için en büyük güçtür.
İnsan hak etmediği şeyin gerçek sahibi olamaz kanısındayım.
.. Eğitim Bakanlığı, Devlet Basımevi’nde bastırırdı. Şimdiki ve son yıllardaki gibi, özel girişimin gereği olarak, okul kitapları özel çıkarlar konusu olmamıştı
Akşam ezanı okunurken biz evin kapısından içeri giriyorduk. Annemin suçu, akşam ezanı okunmadan önce evde bulunmamasıydı. Bir kadın, akşam ezanını sokakta duyamazdı. Babam annemi döverken, müezzin daha ezanı bitirmemiş, bağırıyordu:

– Hay-yi-alel-felaaah… Hay-yi-alel-felaaah!

Türkçesi şu demek: Hadi mutluluğa! Hadi kurtuluşa!." Minarelerden, "Hadi mutluluğa, hadi kurtuluşa!" çağrıları yükselirken, babamın dövdüğù annem ağlıyordu.

Annem, kocasından dayak yemeyen kadınlardandı. Babamın dayak atmayan koca olduğundan değil, annemin dayak atılamayacak kadın oluşundan. Böyleyken, babam iki kez annemi dövdü.

Benim kuşağımdan olup da annesi babasından dayak yememiş olanlar çok azdır, hele benim sınıfımdan olan ailelerde babaların anneleri dövmesi çok doğal sayılırdı. (Toplumsal birikimimiz bu yönde olduğundan bugün de uygar ve aydın sayılanlar içinde bile eşlerini döven yüksek düzeyde hayvanlar bulunduğunu hepimiz biliriz.)

İnsan nice uğraşsa, çabalasa, bozuk düzen bir toplumda kendine yön veremiyor, istediği uğraşa giremiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir