Yavuz Bülent Bakiler kitaplarından Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır kitap alıntıları sizlerle…
Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır Kitap Alıntıları
ya ‘da bir Avrupa filmi gösterildiği zaman, bizim gözümüz,
gönlümüz o filmin konusundan ziyade güzel bir abajura,
zengin bir yemek sofrasına takılır kalırdı.
leketin gibi iktisaden ve likren yeteri kadar gelişmemiş
bir ülke! Böyle ülkelerde önemli olan ilim değildir.
Önemli olan, liderin görüşleridir. Sözleridir, gösterdiği
istikamettir. Burada da ilmin, hür düşüncenin geçerli-
liği yoktur. Burada Lenin vardır. Lenin ‘in görüşleri
vardır. İşte Moskova da, yüzde yüz Leninci gençler ye-
tiştirmek için sınıfların içine bile, getirip onun heykeli-
ni yerleştirmiş.
katimi çekti: Bütün resmi dairelerde, Lenin’in resimleri,
büstleri, veeizeleri vardı. Büyük meydanlarda, gösterişli
yerlerde Lenin heykelleri insanları gözetler, dinler gibi
duruyordu. Azerbaycan’da -da Leninli meydanlar, Lenin-
li caddeler, Leninli müzeler, Leninli kolhozlar, Leninli
mektepler, Leninli kütüphaneler, Leninli tiyatro salon-
ları, Leninli hastahaneler, Leninli iş yerleri vardı.
Camileri yıkılmış, minareleri yarım
Bu şehrin çilesini ben çekerim yıllardır
Hasretini ben duyarım.
salonuna alıyorsunuz; arkadaşlarımı dışarıda bırakıyor-
sunuz. Olur mu bu?
falık bir şiiri var. Nazım Hikmet, Zona isimli bir Rus
kızının, II. Dünya Savaşı ‘nda faşist Alman subaylarına
karşı başkaldırışını, direnişini, arkadaşlarını ele ver-
meyişini anlatıyor. Moskova, Nazım ‘ın yazdıklarını ka-
fi görmedi. Sansürcüler, Zona ‘ya kendiliklerinden 1 0-
15 sayfa daha ilave ettiler. Zona şiiri oldu 20-25 sayfa.
Şimdi biz bilmiyoruz, o şiirde hangi mısralar Nazım
Hikmet’e aittir, hangi mısralar Moskova memurları ta-
rafından yazılmıştır?
dilenen bir fakir Türk görsem, büyük şehirlerin etrafını
çeviren gecekondularla karşılaşsam, Türk dilinin devlet
radyolarında, televizyonlarında doğrandığına şahid ol-
sam, şurada burada Türk musikisinden daha çok Batı
musikisinin çalınıp söylendiğini dinlesem, Azerbaycan
denilince, Türkistan denilince yüzüme bön bön bakan ve
o da nesi? diye soran insanlarla tanışsam halim ne
olur biliyor musun? Benim için yaşamanın hiçbir manası
kalmaz. Yıkılır darmadağın olurum. Bu bakımdan Tür-
kiye’ye gitmek istemiyorum. Türkiye’yi gönlümde istedi-
ğim gibi allıyar pulluyorum.
tiyorum. O toprağın bir avucunu, şimdi Sivas’ta bulunan
babamın mezarına serpeceğim. Vasiyetim var: İkinci
avuç Karabağ toprağını da, öldüğüm zaman çocuklarım
benim üzerime koyacaklar. Yani ben, Türkiye toprağıyla
beraber ebediyyen Karabağ toprağı altında da yatmak
istiyorum.
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah ‘ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!
Azerbaycan yüreğimde bir şah damardır.
Câmileri yıkılmış, minareleri yarım
Bu şehrin çilesini ben çekerim yıllardır
Hasretini ben duyarım.
Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır:
Ki sızlatır yüreğimi yıllardan beri.
Vatan olmasına vatan Anadolucasına
Ama vatan haritamda yok yeri.
Siz de salih rüyalar gördünüz mü? Yani rüyanızda yaşadığınız bir hadiseye, uyandıktan birkaç saat sonra veya birkaç gün sonra, aynen şahit oldunuz mu? Ben öyle rüyalar gördüm ki, uyandıktan bir süre sonra, bazen de birkaç yıl sonra, o rüyada şahit olduğum hadiselerin bütün çizgilerini, bütün renklerini, bütün kişilerini, konuşmalarına kadar aynen karşımda buldum. Mesela, Sivas’ta, 1961 yılında kapı komşumuz Gürünlü Ali Efendi hastahaneye yatırılmıştı. Bir gece, rüyamda, Ali Efendi’yi hastahanedeki odasında ziyarete gidiyorum. Yatırıldığı odanın kapısını açtığımda bakıyorum ki, genç bir hemşire, Ali Efendi’nin üzerine beyaz bir örtü çekiyor. Beni görünce Vah!Aman!Çok korktum! diyor. Hayrola! Ne oldu? diye soruyorum. Öldü de oğlu geldi sandım! diye telaşlanıyor. O esnada kapı tekrar açılıyor. Başımı çevirdiğim zaman bakıyorum ki, Ali Efendi’nin büyük oğlu İhsan, arkamda. Üzerinde gri renkli, kendinden çizgili, uzun bir pardösü var. Fötr şapkasını iki eliyle göğsüne yapıştırıp kalmış. Sonra birden baba! diye hıçkırarak yatağa kapanıyor. Ben o kadar üzülüyorum ki, başınız sağ olsun! diyemeden odadan ayrılıyorum. Arkamda İhsan’ın boğuk hıçkırıkları Rüyam aynen böyle! Babam da aynı hastahanede yatıyordu. Bir böbrek ameliyatı geçirmişti. Kalktım giyindim. Kendi kendime dedim ki, Gürünlü Ali Efendi’ye bugüne kadar gitmemem çok yanlış oldu. Kendisine uğrayıp bir geçmiş olsun! demeliyim!Babam daha uyanmamıştı. Onun uyanmasını bekledim. Bir süre sonra gözlerini açtı. Ona gördüğüm rüyayı olduğu gibi anlatamazdım. Çünkü zaman zaman komaya giriyor, sonra kendisini zor toparlıyordu. Baba, dedim: Gürünlü Ali Efendi de bu koridorun dibindeki odalardan birinde yatıyor. Geçen gün hastahaneye yatırdılar. Eğer müsaade ederseniz birkaç dakikalığına ziyaretine gitmek istiyorum! Babam: Şu saatlerde hademeler sabah kahvaltısını getiriyorlar. Bekle biraz. Onlar geldikten sonra gidersin! dedi. Belki bir yarım saat kadar da sabah kahvaltısının gelmesini bekledim. Babamı doyurduktan sonra odadan çıktım. Ali Efendi koridorun ucundaki koğuşta yatıyordu. Rüyada gördüklerim aklımda değildi. Ama bin defa hayret!Çünkü Gürünlü Ali Efendi’nin kapısını açtığım zaman, gördüm ki, bir hemşire onun üzerine beyaz bir örtü çekiyor. Beni görür görmez : Vah ! Aman!Çok korktum! diye doğruldu. Hayrola!Ne oldu? diye sordum. Öldü de oğlu geldi sandım! diye telaşlandı. O ara tekrar kapı aralandı. Başımı çevirdiğim zaman arkamda Ali Efendi’nin büyük oğlu İhsan’ı görmeyeyim mi? Üzerinde, rüyamda gördüğüm gibi kendinden çizgili, gri renkli, uzun bir pardösü vardı. Fötr şapkasını göğsünün üzerine yapıştırmış, omzumun üzerinden, babasının karyolasına bakıyordu. İhsan’ın hıçkırıkları arasında duyduğum tek kelime baba! oldu. Ona başınız sağ olsun! bile diyemeden odadan ayrıldım. Sonra günlerce, aylarca, bu müthiş rüyanın tesirinden kurtulamadım. Çünkü düşündüm ki, ben o rüyayı gördüğüm zaman Gürünlü Ali Efendi daha ölmemişti . Hemşire ve İhsan daha ortalıkta yoktu. Peki, nasıl oluyordu bu? Bir ölüm hadisesini, vukundan saatlerce önce, milimi milimine nasıl görebiliyordum? Bu rüyamı, önce Ankara’da Prof. Recep Doksat’a, sonra İstanbul’da, Prof. Ayhan Songar’a anlattım. Bana dediler ki: Bu rüyanın ilmen izahı mümkün değildir. Biz böyle rüyalara salih rüyalar diyoruz. Böyle rüya gören başka kimseler de var. Onlara da aynı şeyi söylüyoruz. Cenab-ı Hakk, bir ölüm hadisesini, vukuundan birkaç saat önce sana olduğu gibi göstermiş. Sonra sen o rüyayı, yeni baştan bütün kareleriyle yaşamaya başlamışsın. Böylesi metafizik olayların kanunlarını bulmak, onları yeniden tekrarlamak ve izahlarını ilmi açıdan yapmak mümkün değildir. Ama bu rüyaları inkar etmek de yanlıştır. ilim her mes’eleyi aydınlatamıyor ki! Hiç rüya görmeyenler de veya rüyaya inanmayanlar da varmış. Ben elbette inananlar için yazıyorum: Benim elimde on bir göbek ötemize kadar uzanan bir aile şeceremiz var. Bunu, babamın dedesi olan Hacı Mahmud Efendi tutmuş. Hacı Mahmud dedem, yüz on yıl yaşamış. Mezarı Sivas’ın Gürün ilçesinde, bir tepe üzerindeki eski bir mezarlıkta. Dedem imzasını hep Hacı Mahmud El Karabaği şeklinde atıyormuş. Yani Karabağlı Hacı Mahmud! Karabağ, Azerbaycan’da eski bir Türk beldesi. Şimdi Ermenilerin işgalinde bulunuyor. Hacı Mahmud El Karabaği dedemin tuttuğu notlara göre, on birinci dedem olan Hacı Ali Murad, Karabağ’ın Ağdam köyü’nde doğmuş. Onun oğlu Hacı Ali Ferahşad da öyle. Mezarları, Karabağ’ın Şuşa şehrinde imiş. Ruslar Azerbaycan’ı işgal edince önce katharnlara başlamışlar. Sonra Şii-Sünni kavgaları düzenlemişler. Karabağ’dan önemli miktarda Sünni Türk (Karapapaklar) Osmanlı Devleti’ne sığınmış. İşte o büyük dalgalanmada Hacı Ali Ferahşad’ın oğlu Mehemmed Sabir de Türkiye’ye göçenler arasına katılmış. Babamın anlattığına göre şair olan ve naatları, münacatları da bulunan Mehemmed Sabir dedem, çoluk çocuğuyla birlikte Kahramanmaraş’a yerleşmiş. Şimdi, sonsuzluk uykusunu Maraş’ta uyumakta. Mehemmed Sabir’in oğlu olan Abdülbaki Karabaği dedem, tekrar Azerbaycan’a dönmek isterken Doğu Beyazıt’tan öteye geçememiş. Yerli halkla aralarında nedense müthiş bir çarpışma olmuş. Devlet, bir grup Karabağ muhacirini Erzurum’a bağlı Toprakkale’ye yerleştirmiş. Dedelerim Genceli Ali Ağa, Mehmet Ağa, Yusuf Ağa oralarda kalmışlar. Hacı Mahmud dedem ise, kalkıp soyunun lakabıyla birlikte Sivas/Gürün’e göç etmiş. Bu arada Kars’a yerleşen akrabalarımız da olmuş. Ben Azerbaycan’ı ve büyük dedelerimi, babamdan yeteri kadar dinleyemedim. Çünkü babam, evvela içine kapanık bir adamdı. Sonra terbiyemin bozulmaması için beni karşısına oturtup konuşmaz, konuşturmazdı. Çok iyi hatırlıyorum: Bundan 50-60 yıl önce, Bakü Radyosunun yayınları, Sivas’tan rahatlıkla dinlenemezdi. Ama babam, bazen çok uzun süre radyo başında oturur, durmadan ses ve dalga düğmesiyle oynar; belki kırk ayrı radyo istasyonu üzerinde gidip gelir, sonra aradığını bulur, odamızı birdenbire bir piyano sinyali doldururdu. Arkasından sıcak bir Türkçe dikkatimizi çekerdi: Danışır Baku!Danışır Baku!Danışır Baku! Sonra pambıx tarlalarında işleyen fehlelerin konuşmaları başlardı. Arkasından neft guyularındaki çox geyretkeş fehlelerin, fehlebaşıların övünmelerini dinlerdik. Anlayamadığım kelimeler olurdu: -Baba! Fehle ne demek? Neft guyusu ne demek? diye sorardım. Cevap verirdi: -Fehle, işçi karşılığında bir kelime!Neft guyusu da petrol kuyusu demek ! Bakü Radyosunun sesi zaman zaman düşerdi. Veya cızırtılara karışırdı. Babam kulağını radyonun hoparlörüne dayardı. Bakü Radyosu müzik yayınma başlar başlamaz babam bana dönerdi: -Koş git, Hacı Karaçoban arncana haber ver!Hemen Baku Radyosunu açmasını söyle. Çabuk! Çabuk!Çabuk! Hacı Karaçoban, babamın çok yakın arkadaşlarındandı. Azerbaycan’dan Türkiye’ye göçmüş güzel bir ailenin örnek isimlerinden biriydi. Babamın emri üzerine, uçar gibi gider Hacıbeylerin kapılarını tokmaklardım. Babam her Baku programından sonra, radyo başından hüzünle kalkardı. Babamın hüznü, bana da geçerdi. Ben, çocuk yaşlarımda, anamın ay balam! lı türküleriyle de büyüdüm. Anamın Türküleri isimli şiirimin ilk iki kıt’ası şöyle: Anam, türkü söylerdi bana masal yerine Hüzünlü, boynu bükük, hep Azeri türküler. Yüzüme bakamazdı; acısını anlardım. Rüzgarlarla savrulur; yağmurlarla yağardım. Ya yer yatağımda, ya serin sofalarda Anamı dinlerken ağlardım. Ben, süt gibi mübarek türkülerle büyüdüm Bir yanım aydınlık, bir yanım gurbet! Anamın ay balam! lı türkülerinde Bin yakarış gibiydi baştan başa memleket! Bir yandan anamın ay balam lı türküleri, bir yandan babamın hüznü, öte yandan Baku Radyosunun sazlı sözlü programları, çocuk yüreğimi baştan sona Azerbaycan’la bezerdi. Azerbaycan ve Karabağ konusunu uzun yıllar sonra, yani üniversite öğrencisi olduğumda, hem büyük amcamla hem de babamla konuşmaya başladım. Azerbaycan yüreğimde bir şah damar gibi vurmaya başladı. Galiba 1965 yılıydı. Erzurum’da, Cevad Dursunoğlu ile tanıştım. Cevad Dursunoğlu’nun Erzurum Kongresi’ni adım adım yaşayan, daha sonra Erzurum’dan milletvekili seçilen siyasetçilerimizden olduğunu elbette biliyorsunuzdur. Kendisine adımı ve soyadımı söyleyince heyecanlandı: -Dur bakayım hele! Sen bizim İbrahim Bakiler’in nesi oluyorsun acaba? -Yeğeniyim efendim ! -Oooo!Ne kadar sevindim bilemezsin!İbrahim, benim çok yakın arkadaşlarımdandır. Adliye Bakanı’yla görüşerek İbrahim’i Büyükada’ya ben tayin ettirdim. İbrahim de bizim gibi Karabağ asıllıdır. Çok yahşi adamdır haaa! -Siz de Karabağlı mısınız efendim? -Elbette!Elbette! Benim dedelerim de Erzurum’a Karabağ’dan çıkıp gelmişler. -Siz Karabağ’ı gördünüz mü efendim? -Görmedim; ama orayı dedelerimden çok dinledim ! -Bana da lütfeder misiniz efendim? Karabağ nasıl bir yer acaba? -Sorulur mu? Sorulur mu? Karabağ cennet gibi bir yer. Diyebilirim ki, dünyanın en güzel köşelerinden biridir orası! Cevad Dursunoğlu konuşurken, sağ elinin bütün parmak uçlarını bir araya getiriyor ve ağzında sanki çok lezzetli bir yemiş varmış gibi konuşuyordu. Bana, Karabağ’ın bitmez tükenmez güzelliklerini, bağlarını bahçelerini, nar ağaçlarını, dutluklarını, kavun karpuz bostanlarını, billur sularını, al-baharlı dağlarını, bakmaya kıyılamayan ceylan duruşlu atlarını, eşine ender rastlanacak nispette zarif halılarını, bağlı bahçeli serin evlerini anlatıp durdu. Sonra ayağa kalkarak o meşhur Karabağ şikestesini mırıldandı. Bayıldım!Bayıldım!Bayıldım ! -Karabağ, işte şu bizim Ağrı Dağı’nın hemen ardında. Ama biz ona hep hasret yaşıyoruz. Karabağ’ı bir kere görebilmek için ömrümün bir yılını verebilirdim ! -Ben de öyle efendim! Ben de öyle! Bu Karabağ sohbeti üzerinde 5-10 gün geçti, geçmedi; Ankara’daki bekar evimde, çok sıkıntılı bir rüya gördüm O unutulmaz rüyam aynen şöyle: Al renkli, uzun bir otobüsün önündeydim. Bir grup gazeteciyle birlikte, Azerbaycan’a gitmek üzere bekleşiyoruz. Derken otobüsümüz hareket etti. Ve bizi adeta uçarcasına Azerbaycan’a ulaştırdı. İlk durağımız Karabağ! Otobüsümüz tek katlı bir bina önünde durdu. Güya o bina, bir gazetenin idarehanesi imiş. Herkesten önce inip oraya koştum. İçeride 4-5 kişi var. Ayaküstü hoşbeş ederken başımı çevirip caddeye baktım. Hayretle gördüm ki, o al renkli otobüs çekip gitmiş. Heyecanla dışarı fırladım. Görünürde otobüs de yok, içindeki yolcular da! Telaşla, korkuyla sağa sola koşuşturmaya başladım. Yok! Yok Yok! Derken yanımda bir genç adam belirdi. -Merak etmeyin! Korkmayın! Ben sizi otobüsünüze götürebilirim. Onun nerede olduğunu biliyorum çünkü! -Hemen gidelim öyleyse ! -Ama ben size, önce Karabağ’ı şöyle bir gezdireyim diyorum. Şehri görmek ister misiniz? -Hem de nasıl görmek isterim!Ben yıllarca, hep bu Karabağ hasretiyle yaşayıp durdum. Çünkü Karabağ, benim ulu dedelerimin memleketi! -Gelin benimle öyleyse! Genç adam elimden tutarak beni bir bedestene götürdü. Bedestenin loş dükkanlarında rengarenk ipekli kumaşlar ve kadifeler yığılı. Dükkan önünde ise, çuval çuval baharat çeşitleri duruyor. Tezgahlar, sedef işlemeli zarif kutularla, rahlelerle, tepsilerle ve tespihlerle yüklü. Kendi kendime diyorum ki, burası tam bir Orta Çağ bedesteni. İnsanların kıyafetleri de eski çağlara ait. Karşımızda, bedestenin büyük kapısı var. Oraya doğru yürüyerek dışarı çıktık. Gördüm ki, biraz önce yağmur yağmış. Çünkü masmavi gökyüzünü, muhteşem bir ebemkuşağı süslemekte. Ayrıca, dikkatimi çeken bir husus daha var: Bu esrarengiz gökkuşağı altında, bir cami enkazı duruyor. Cami tamamen yıkılmış. Ayakta kalan sadece iki yarım minare Bu hazin manzara karşısında, sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyorum. Yanımdaki genç adam bana dönüyor: -Niye ağlıyorsunuz; ne var? -Karabağ’ı ben böyle mi görecektim? Şu yıkılan ve sadece iki yarım minaresi ayakta kalabilen caminin haline bak!Kim bilir benim dedelerim bu camide ne kadar namaz kıldılar? Ağlamamak mümkün mü? O rüyadan kan ter içinde uyandım. Bir süre yatakta hareketsiz kaldım. Rüyamı, kendi kendime yorumlamaya çalıştım. Acaba Cevad Dursunoğlu’nun ballandıra ballandıra anlattığı Karabağ’ın bugünkü hali böyle midir? Çünkü Lenin diyor ki: En masum bir Allah fikri, yeryüzünün bütün kanlı cinayetlerinden, bütün soygunlarından, vurgunlarından daha tehlikelidir! Acaba Azerbaycan’da camiler yine yıkılıyor mu? Yataktan dövülmüş gibi kalktım. Bir süre, odadan odaya dolaşıp durdum. Üzerimde anlatılmaz bir sıkıntı vardı. Bağırıp çağırmak, birisiyle kavga etmek istiyordum. Bir ara, tıraş olduğum duvar aynasına bir yumruk atarak, onu paramparça etmek istedim. Yumruklarım bir süre sıkılı kaldı. Sonra hıncımı bıyıklarımdan aldım. Fakülte ve askerlik yıllarımda bile hiç kesmediğim bıyıklarımı kökünden kazıyıp attım. Sonra oturup Karabağ Hasreti isimli şiirimi yazdım:
Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır
Camileri yıkılmış, minareleri yarım
Bu şehrin çilesini ben çekerim yıllardır
Hasretini ben duyarım.
Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır
Ki sızlatır yüreğimi yıllardan beri.
Va tan olmasına vatan Anadolu’casına
Ama vatan haritamda yok yeri.
Güzelim türküleri türkülerimiz gibidir
Ve kalpaklı, bindallı oyunlarını balam
Bilenlerimiz bilir.
Bir gün bir selam gitse Anadol u ‘mdan
O şehirden sımsıcak bin selam gelir
II
Balam!Balam!diyerek okşardı beni ana m
Anamın dizlerinde, ben Hazar’ı yaşadım.
Hazar’ın diliyle benim dilim bir.
Hazar, şimdi yere inmiş bulutlar mahşeridir
Ve Karabağ, -Karagözlü bir Türkmen kızı gibiHazar’ın
karşısına bağdaş kurup oturmuş
Dedem Hacı Mura t ‘ın destan şehridir.
Öz yurduma yıllar yılı hasret duyarak
Mecnun gibi, Ferhat gibi bir gön ül verdim.
Bir gelen olsaydı Karabağ’ımdan
Gider ayaklarına gözlerimi sürerdim.
Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah ‘ım! Ruh uma biraz h uzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç a vuç m übarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!
-Kime?
-Yok mu bu ülkede
Bir dinleyecek seni?
-Var! Fakat unutma ki kılıç kesmez kendini!
-Rus edebiya tından hangi yazarlan okudunuz?
-Dostoyevski ‘yi , Puşkin’i, Tolstoy’u, Çehov’u, Turgenyef’i , Soljenitsin’i zevkle okudum. Suç ve Ceza romanındaki Raskolnikov’u yirmi yıldan beri adeta kolumda taşıyorum.
-Niçin?
-Suçlu olmasına rağmen, Dostoyevski , konuyu öyle müthiş bir kudretle ortaya koymuş ki , ben, Komiser Javer’in Raskolnikov’u yakalamasını istemiyorum.
Peki, siz Türk edebiyatından kimleri okudunuz?
-Nazım Hikmet’i okudum !
Adam, Nazım Hikmet derken Nazım’ın ilk hecesini: Nasılın, namazın, nasırın ilk hecesindeki (na) gibi okudu. Kısa, küt ve aceleci bir tavırla.
-Başka?
-Başka yok!
-Bizim edebiyatımız sadece Nazım Hikmet’ten ibaret değil ki ! Artık Nazım Hikmet de bizden ziyade sizin bir şairiniz. Burada görüyorum ki , ben , size karşı 6-1 galibim!
Bunlar, komünizm denilen gözü doymaz bir canavarla,
vatanımızı sömürüp durmakta, dilimizi, dinimizi,
ırkımızı yok etmeye çalışmaktadırlar. Bunların en medeni ölçüler içinde bile tenkide tahammülleri yoktur. Buralarda
hak, hukuk, hürriyet, demokrasi . . . Keloğlan’ın keçel
başı gibidir. Rus ‘un beyninde ne hak var, ne hürriyet,
ne demokrasi!
-Elbette biliyorum . Gulag Takımadaları isimli kitabını
aldım; ama daha okuyamadım.
-Soljenitsin, bugünkü Rus edebiyatının en seçkin kalemlerinden
biri. Üstelik dünya çapında da bir şöhreti
var. 1970 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan roman
yazarı . Ruslar, bu edebiyatçılarına karşı nasıl tavır
takındılar biliyor musun ? Soljenitsin, Stalin devrinde
yapılan haksızlıkları, zulümleri, milyonlarca insanın
keyfi kararlarla yok edilmelerini yazdı. Peki, doğru mu
yazdı ? Yüzde yüz doğru yazdı. Çünkü Stalin, canavar
ruhlu idarecilerinden biriydi. Moskova, Stalin devrinde
yapılan zulümlerin yazılmasına tahammül edemedi. Soljenitsin’i tutup Akıl hastasıdır. Çünkü Stalin devrini
tenkid ediyor! diyerek tımarhaneye tıktı. Moskova, Soljenitsin’i öldürmek istiyordu. Ama adam, edebiya t alemi
tarafından bilindiği, sevildiği, okunduğu, takip edildiği
için yazarını boğamadı. Bu defa, Soljenitsin’in Nobel
Edebiyat Ödülü ‘nü reddetmesi, almaması için akla gelmedik
baskılar yaptılar. Sonunda Soljenitsin’i, Sovyetlerden
kovdular. Adam, gidip Amerikaya yerleşti. Yarın
o, göreceksin büyük bir kahraman olarak alkışlanacak
ve yurduna, şanlı, şerefli bir isim olarak dönecektir.
dışında kalan bir şeyin yazılmasına, çizilmesine,
konuşulmasına kat’iyyen tahammül edemez.
Nazım Hikmet, Moskova Hava alanına indiği zaman
dedi ki: Beni, Stalin yarattı ! Gözlerimin ışığını ona
borçluyum!
Bu Nazım Hikmet’in Zona başlıklı galiba on sayfalık
bir şiiri var. Nazım Hikmet, Zona isimli bir Rus
kızının, II. Dünya Savaşında faşist Alman subaylarına
karşı başkaldırışını, direnişini, arkadaşlarını ele vermeyişini
anlatıyor. Moskova, Nazım’ın yazdıklarını kafi
görmedi. Sansürcüler, Zona ‘ya kendiliklerinden 10-
15 sayfa daha ilave ettiler. Zona şiiri oldu 20-25 sayfa .
Şimdi biz bilmiyoruz, o şiirde hangi mısralar Nazım
Hikmet’e aittir, hangi mısralar Moskova memurları tarafından
yazılmıştır?
adım, adım takip ettiler. Yurt dışına çıktığı zaman arkasına
KGB ajanları taktılar. Bir kalp krizi geçirerek
hastahaneye yattığı zaman aynı odaya kendi adamlarını
da uzattılar. Yani Ruslar, Nazım’ı her yerde, her zaman
adım adım takip ettiler. Nazım Hikmet, bir güne bir gün
ağzını açarak: Yahu beni neden böyle takip ediyorsunuz.
Ayıptır! Bu bana hakarettir, zulümdür! diyemedi.
Nazım’ın bütün heyheyleri, kabadayılıkları Türkiye’de
kaldı. Nazım, Rusları tanıyınca kedi gibi pıstı kaldı.
Burada sana Moskova ‘nın büyük taassubunu, zulmünü,
vahşetini, dehşetini anlatmak için Soljenitsin ve Nazım
Hikmet örneklerini de verdim.
Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah’ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!
Karabağ’dan Türkiye’ye iki avuç toprak götürmek istiyorum. O toprağın bir avucunu, şimdi Sivas’ta bulunan babamın mezarına serpeceğim. Vasiyetim var: İkinci avuç Karabağ toprağını da, öldüğüm zaman çocuklarım benim üzerime koyacaklar. Yani ben, Türkiye toprağıyla beraber ebediyyen Karabağ toprağı altında da yatmak istiyorum.
Hapse atacaklarmış Ahmet Emin Yalman’ı
Amerikan’a yaranmak rekabet yüzünden.
Hapisteki hırsızlara acıyorum ben
Ahlakları bozulacak Emin Bey’le aynı damda yaşayarak
Sonra, Başbakanımız Adnan Menderes’e, insaf damarları patlamış bir yüzle sövüp saymaya başladı: Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibi yaban domuzu Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını! Nazım Hikmet, başbakanımıza neden yaban domuzu diyerek saldırıyordu? Adnan Menderes, Türkiye’yi NATO antlaşmasına sokmuştu ya, bizden Boğazları, Kars’ı ve Ardahan’ı isteyen Stalin’in Kızıl Ordusuna karşı Türkiye’yi kolay yutulacak bir lokma olmaktan kurtarmıştı ya, NATO’ya girişimiz Nazım’ın çılgınlaşmasına yetmişti de artmıştı bile! Nazım Hikmet, vefa duygusu sıfır noktasının altında olan bir adamdı
Bir insan, bir şair, kendi milletinin diliyle düşünür, konuşur ve yazar. Biz gördük ki, Nazım Hikmet ‘in dili, aynı zamanda, bizim analarımızın, babalarımızın, atalarımızın da dili. Peki dedik, Nazım Hikmet Türk şairi olduğuna göre onunla aynı dili konuştuğumuz halde biz neden Türk milletinden değiliz de Azerbaycan milletindeniz?
Velhasıl Nazım Hikmet, burada Türklüğün ve Türkçenin bayrağını yeniden yükselttiği için biz onu çok sevdik
Bana, Nazım Hikmet sevgilerini bu gerekçelerle açıklayan Azerbaycan Türkçülerine, onun dedelerinin Polonya’dan Türkiye’ye göç ettiklerini, Borjensky ailesine mensup olduklarını ve Türkçe’yi Türkiye’de öğrendiklerini söylemedim .
Ben Yakub gibiyim uzun yıllardır.
Onda Yusuf’umun kokusu vardır.
Ve hasreti gönlümde büyük
Türkistan kadardır.
Ayettir kitabımda, bayrağımda rüzgârdır
Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır.
Uğruna ölebilirim.
Camileri yıkılmış, minareleri yarım
Bu şehrin çilesini ben çekerim yıllardır
Hasretimi ben duyarım.
Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır
Ki sızlatır yüreğimi yıllardan beri
Vatan olmasına vatan Anadolucasına
Ama vatan haritamda yok yeri.
Güzelim türküleri türkülerimiz gibidir
Ve kalpaklı, bindallı oyunlarını balam
Bilenlerimiz bilir.
Bir gün bir selâm gitse Anadolumdan
O şehirden sımsıcak bin selâm gelir.
Balam balam diyerek, okşardı beni anam
Anam’ın dizlerinde ben Hazar’ı yaşadım
Hazar’ın diliyle benim dilim bir
Hazar, şimdi yere inmiş bulutlar mahşeridir.
Ve Karabağ çekik gözlü bir Türkmen kızı gibi
Hazar’ın yakınında mahzun güzelliğiyle
Dedem Hacı Murat’ın destan şehridir.
Çağrılsam yollarına düşebilirim.
Toprağına bayraklarla girebilirim
Karasevdalılar gibi hasretim Karabağ’a
Uğruna ölebilirim.
Bir gün biterse her şey Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler…
Allah’ım ruhuma biraz sükun ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübârek
Karabağ toprağından serpilse yeter
-Elbette biliyorum. Gulag Takımadaları isimli kitabını aldım; ama daha okuyamadım.
-Soljenitsin, bugünkü Rus edebiyatının en seçkin kalemlerinden biri. Üstelik dünya çapında da bir şöhreti var. 1970 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan roman yazarı. Ruslar, bu edebiyatçılarına karşı nasıl tavır takındılar biliyor musun ? Soljenitsin, Stalin devrinde yapılan haksızlıkları, zulümleri, milyonlarca insanın keyfi kararlarla yok edilmelerini yazdı. Peki, doğru mu yazdı? Yüzde yüz doğru yazdı. Çünkü Stalin, canavar ruhlu idarecilerinden biriydi. Moskova, Stalin devrinde yapılan zulümlerin yazılmasına tahammül edemedi. Soljenitsin ‘i tutup Akıl hastasıdır. Çünkü Stalin devrini tenkid ediyor! diyerek tırnarhaneye tıktı. Moskova, Soljenitsin ‘i öldürmek istiyordu. Ama adam, edebiyat alemi tarafından bilindiği, sevildiği, okunduğu, takip edildiği için yazarını boğamadı. Bu defa, Soljenitsin ‘in Nobel Edebiyat Ödülü ‘nü reddetmesi, almaması için akla gelmedik baskılar yaptılar. Sonunda Soljenitsin ‘i, Sovyetlerden kovdular. Adam, gidip Amerika ya yerleşti. Yarın o, göreceksin büyük bir kahraman olarak alkışlanacak ve yurduna, şanlı, şerefli bir isim olarak dönecektir.
Selâmsız, sabahsız bir efkâr.
Ve yüreğim bin yıllık destanlarla tutuşur
Büyür Azerbaycan kadar!
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah’ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!
Bu rüya ve bu şiir üzerinden tam on dört yıl geçti .
Bir gün biterse her şey,
Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!
Hazar’ın yakınında mahzun güzelliğiyle
Ben Yakup gibiyim uzun yıllardır,
Onda Yusuf’umun kokusu vardır..
Düşlerime yağan kardır.
Boynu bükük bir diyardır.
Yardır
Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır.
Türk’ü Türk’ten başka şimdi kim anlar?
Kılıç kalkan üstüne,
Ve ağzı köpüren yeleli atlar üstüne,
Benim bir yeminim var:
Azerbaycan yüreğimde bir şah damardır!!
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübârek
Karabağ toprağından serpilse yeter.
Hazar’ın yakınında mahzun güzelliğiyle
Dedem Hacı Murat’ın destan şehridir.
Çağrılsam yollarına düşebilirim.
Toprağına bayraklarla girebilirim
Karasevdalılar gibi hasretim Karabağ’a
Uğruna ölebilirim.
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübârek
Karabağ toprağından serpilse yeter.
Yahya Kemal
Yaşasın can Azerbaycan!
“En masum bir Allah fikri, yeryüzünün bütün kanlı cinayetlerinden , bütün soygunlarından vurgunlarından daha tehlikelidir”
Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler…
Allah’ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübârek
Karabağ toprağından serpilse yeter!