Alain de Botton kitaplarından Ateistler İçin Din kitap alıntıları sizlerle…
Ateistler İçin Din Kitap Alıntıları
Yılın büyük bir bölümü boyunca vaazlarda ağırbaşlılığı, düzeni, ölçülülüğü, kardeşliği, dürüstlüğü, Tanrı sevgisini ve cinsel terbiyeyi telkin ederken, yılbaşında toplumsal ruhun kilitlerini açıp festum fatuorum’u, Çılgınlık Şöleni’ni başlatırdı. Dört gün boyunca sanki dünya tersine dönerdi: Rahipler sunağın üzerinde zar atardı, ‘Amin’ demek yerine eşek gibi anırırlardı, kilisenin orta bölümünde içki içme yarışmaları düzenlerlerdi, Meryem Ana’ya Selam duası eşliğinde osururlardı, İncil’in parodisini yapan (Tavuk Götü İncili, Luka’nın Ayak Tırnağı İncili) uydurma vaazlar verirlerdi. Maşrapalarca ale içtikten sonra kutsal kitaplarını ellerinde ters tutar, bitkiler için dua eder, çan kulelerine tırmanıp oradan aşağıya işerlerdi. Eşeklerle ‘evlenir’, gömleklerinin önüne yün örgüsü kocaman penisler bağlar, onları kabul eden her cinsiyetten kişiyle seks yapmaya çabalarlardı.
Yahudilerin yeni yılının başlamasından kısa bir süre sonra, Tişri ayının onuncu gününe denk gelen Kefaret Günü (ya da Yom Kippur) İbrani takviminde önemli ve ciddi bir olaydır. Levililer Kitabı’na göre bu tarihte, Yahudiler evleriyle ve işleriyle ilgili geleneksel etkinliklerini bırakıp, geçen yıl boyunca yaşadıklarını ve yaptıklarını zihinlerinde tartarlar, incittikleri ya da adil olmayan bir biçimde davrandıkları kişileri tek tek belirlerler. Sonra da hayal kırıklığına uğrattıkları, kızdırdıkları, anlık duygularla hayatlarından çıkarttıkları ya da ihanet ettikleri insanları arayıp bulmaları, onların karşısına geçip sonsuz pişmanlıklarını dile getirmeleri gerekir. Bu hem Tanrı’nın arzusudur, hem de geniş kapsamlı bir affedicilik için de çok nadir bulunan bir fırsattır. Tüm insanlar hata yapar denilir akşam duasında ve bu yüzden de İsrailoğullarının hepsi, onlarla birlikte yaşayan yabancılar da affedilebilirler .
Katılanların, rahibin elinde ince bir dilim ekmek ve bir kupa şarapla arkasında durduğu sunağa bakan sıralarda oturduğu bir ibadet töreni olmadan önce ayin bir yemek töreni olarak düzenlenirdi. Bugün Kutsal Komünyon adını verdiğimiz tören, tarihteki ilk Hıristiyan toplulukların Son Yemek’in anısını canlı tutmak için işlerini ve evleriyle ilgili uğraşlarını bir kenara bırakıp (genellikle şarap, kuzu eti ve mayasız ekmek dilimleriyle dolu olan) bir masanın etrafında toplanmaya başlamasıyla gelenekselleşti.
Hayattaki her şeyden vazgeçip sadece işe odaklanmak, günümüz dünyasında fazlasıyla olası bir strateji; ne de olsa işyerinde kazanılan başarıların, yalnızca fiziksel olarak hayatımızı sürdürmemiz için gerekli olan finansal kaynakları değil, aynı zamanda psikolojik olarak da ayakta kalmamızı sağlayan ruhsal gücü bize kazandırdığına inanılan bir dünyada yaşıyoruz.
Modern ateistlerin yanlış bir düşünceye kapılıp, kesinlikle Hristyanlığa özgü görüp kaçındıkları paganlara özgü sayısız uygulamayı Hıristiyanlık o ilk dönemlerinde kendi içine almayı başarmıştı. Yeni inanç sistemi, kış ortası kutlamalarını alıp onları Noel adında yeni bir pakete soktu. Felsefe topluluklarının Epikürcü anlayışla birlikte yaşama idealini kendi içine aldı ve onu bugün manastır hayatı adını verdiğimiz birlikte yaşama biçimine dönüştürdü. Eski Roma İmparatorluğu’nun harap kentlerinde bir zamanlar pagan kahramanlara ve temalara ayrılmış olan tapınakların çatılarına yerleşmekte de hiçbir mahzur görmedi.
Seküler toplumun başarılı bir yolla karşılamayı beceremediği iki temel gereksinim nedeniyle dinleri yarattığımızı anlıyoruz. Bu gereksinimlerin ilki, çok derinlerimizde kök salmış, bencil ve vahşi dürtülerimize rağmen hep birlikte, topluluklar halinde uyum içinde yaşama gereksinimi. İkincisi, mesleki başarısızlıklar, sorunlu ilişkiler, sevdiklerimizin ölümü, sağlığımızın bozulması ve kendi ölümümüz konularındaki kırılganlıklardan kaynaklanan ürkütücü yoğunluktaki acıyla baş etme gereksinimi.
Bilgiyi değil de bilgeliği öğretmek
Cesur ve dürüst davranıp başkalarından özür dilemek, insan ile kutsal varlıklar arasındaki farkı anlayıp, bu farka saygı göstermenin bir işaretidir.
Dinlerdeki etiğin temelinde, ilk insan topluluklarının üyelerinin şiddete olan eğilimlerini denetim altına alma ve onları şiddetin tam karşıtı olan uyum ve affedicilik ile tanıştırma gibi pragmatik gereksinimlerin olduğu açıktır. Dini ahlak, işte bu türdeki uyarı kurallarıyla oluştu ve sonra da gökyüzüne gönderilip madden var olmayan, o yüce biçimleri ile yeniden dünyaya yansıtıldı. Bu tür kurallar hayatta kalmamız için o kadar önemliydiler ki binlerce yıl boyunca bu kuralları biz insanların koyduğunu kabul etmeye cesaret edemedik, bunu yaparsak kuralların eleştirel bir bakış açısıyla incelenip saygısızca çiğnenmesini engelleyemeyiz diye korktuk.
Bir acı okyanusunda küçücük bir damladır bizim çektiğimiz
acı.
Olağan sınırların ötesindeki varlıklarla ilgili düşüncelere ka pılma gereksinimimizi karşılamak için, kent meydanlarının uygun yerlerine konulmuş televizyon ekranlarının bir kısmının, gezegenimizin ötesini gözlemleyen teleskopların vericilerinden yapılan canlı yayına bağlanmasını ısrarla istemeliyiz.
Ancak o zaman başarısızlıklarımızın, kırık kalplerimizin, bizi aramayanlara duyduğumuz nefretin ve kaçırdığımız fırsatlar yüzünden kapıldığımız pişmanlığın birleşimiyle oluşan o mut suz ruh halimiz, galaksi görüntülerinin karşısında değişerek hu zura doğru yol alacaktır.
Her gece -belki ana haber bültenlerinden sonra, magazin prog ramlarından önce-galaksimizde sayısı 200 ila 400 milyar arası değişen yıldızı, uzaydaki 100 milyar galaksiyi, evrendeki üç sep tilyon yıldızı düşünmek için bir sessizlik anı yaşayabiliriz. Yıldızlar bilim için ne anlam ifade ederlerse etsinler, bizler için me galomaniyi, kendine aamayı ve endişeyi iyileştiren varlıklar ola rak son derece değerliler.
İyi düşünceler kitapların içinde hapsedildiği sürece gelişemezler.
Auguste Comte
Sanat, ruhlarımızın sağlığı için hayati önem taşıyan düşüncelerin duygusal sunumudur.
Derin bir kederin eşiğindekiler için, insanın en küçük umut kırıntısını bile öğütmeyi amaçlayan bu kitaptan daha iyi bir kitap bulunamaz; bu ne kadar çelişkili görünse de doğrudur. İntihar etmek üzere yüksek bir duvara tırmanmış birini bu kararından, iç güzelliği, pozitif düşünceyi ya da içimizde saklı olan gücü öven sevimli kitaplar değil de Düşünceler vazgeçirebilir.
Pascal’ın kötümserliği bizi teselli etmeyi başarır, çünkü genellikle olumsuz düşüncelerin değil de umudun kendisinin yüzünden kasvete kapılırız. Bizi kızdırdığı, içimizde acı duygular uyandırdığı için asıl suçlamamız gereken, umuttur -kariyerimize, aşk hayatımıza, çocuklarımıza, siyasetçilerimize ve gezegenimize yönelik beslediğimiz umutların toplamdır asıl suçlu. İsteklerimizin büyüklüğüyle hayatımızın sıradanlığı arasındaki uyumsuzluk, günler boyunca bize işkence eden ve yüzlerimize acının gölgesini düşüren şiddetli hayal kırıklıkları yaşamamıza yol açar.
Dünyanın anlamsızlığını görmeyen kişinin kendisi anlama becerisinden yoksundur
‘İnsanın büyüklüğü, sefil bir varlık olduğunu kabul etmesinden gelir.
Zayıflıkları nedeniyle doğaüstü güçlere sarılan inananlara saldırmanın şehvetine kapılan ateistler, hepimizin hayatının bir parçası olan zayıflıkları görmezden gelme tehlikesiyle karşı karşıyalar. İnsani olarak nitelenip onurlandırılması gereken kimi gereksinimleri çocuksu gereksinimler olarak sınıflandırabilirler; ancak çocuksu olan duygu ve düşüncelerle gerçek bir hesaplaşma yaşamadan insan olgunlaşamaz ve her yetişkin de arada sırada bir çocuk gibi teselli edilmeyi ister.
Eğitimin amaçlarını belirleyen bir başka Viktorya dönemi düşünürü olan John Stuart Mill şöyle yazmıştır: Üniversitelerin amacı, başarılı avukatlar, doktorlar ya da mühendisler yetiştirmek değildir. Asıl amaçları, yetenekli ve kültürlü insanlar yetiştirmektir.
İnançlar karşısında benimsenebilecek iki tutum olduğunu, ya saygıyla önlerinde eğilmek ya da hiç durmadan onları kötülemek zorunda olduğumuzu düşünmekten vazgeçmemiz gerekir.
Hem inançlı, hem de inançsız gruplardan oluşan köktencilerin işgaline uğramış bir dünyada, dini inancın tamamen yok sayılarak reddedilmesini, kimi dini ritüellere ve kavramlara saygı duyarak dengelemek mümkün olmalı.
İnsanın herhangi bir dinle ilgili sorabileceği en sıkıcı ve kısır soru, o dinin doğru olup olmadığı, gökyüzünden peygamberler ve kutsal varlıkların yönetiminde, boru sesleri eşliğinde doğaüstü bir olay olarak inip inmediği sorusudur.
Zaman kazanmak için, bu projenin daha en başında okurları üzücü bir biçimde kaybetme riskini de alarak hiçbir dinin olası hiçbir anlamda doğru olmadığını açıkça söyleyelim. Bu kitap, mucizelere, yanan fundalıklardaki hayalet öykülerine inanmayı beceremeyen, sıra dışı kadın ve erkeklerin serüvenlerine derin bir ilgi duymayanlar için yazılmıştır.
Sanat yapıtlarının tür ve dönem açısından ruhlarımızın gereksinimlerine göre yapılacak bir sınıflandırması çok daha verimli olacaktır. Gezdiğimiz salonların her biri böylece hayatlarımızın sorunlu alanlarıyla ilişkili önemli düşüncelerden birini duyularımıza seslenerek -iddiasız etiket ve katalogların yardımıyla- bize anımsatmaya çalışacaktır.
Sanat anlaşılmama duygusunu hafifletir.
Roma’daki bir kardeşlik örgütü, on dördüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın sonuna dek darağacına gönderilen mahkumlara tavolette, yani Hıristiyanlık tarihinden resimlerin olduğu küçük tahtalar göstermesiyle ün salmıştı. Genellikle çarmıha gerilmiş İsa ile Bakire ve Çocuk resimlerinin olduğu bu tahtaları idam mahkumlarına hayatlarının son dakikalarında huzur bulmaları için gösteriyorlardı. Resimlerin böylesine kurtarıcı bir gücü olduğuna duyulan inancın daha belirgin olduğu başka bir örnek bulmak zordur. Kardeşlik örgütü aslında Hıristiyan sanatının tarih boyunca benimsemiş olduğu görevi uygulamaktan başka bir şey yapmamıştı: Zor anlarımızda en önemli düşünceerin resmedildiği tablolara bakmak, hem yaşamaya devam etmemizi hem de huzurlu bir ölüme kavuşmamızı sağlar.
Yıldızlar bilim için ne anlam ifade ederlerse etsinler, bizler için megalomaniyi, kendine acımayı ve endişeyi iyileştiren varlıklar olarak son derece değerliler.
Pascal’ın kötümserliği bizi teselli etmeyi başarır, çünkü genellikle olumsuz düşüncelerin değil de umudun kendisinin yüzünden kasvete kapılırız. Bizi kızdırdığı, içimizde acı duygular uyandırdığı için asıl suçlamamız gereken, umuttur -kariyerimize, aşk hayatımıza, çocuklarımıza, siyasetçilerimize ve gezegenimize yönelik beslediğimiz umutların toplamdır asıl suçlu. İsteklerimizin büyüklüğüyle hayatımızın sıradanlığı arasındaki uyumsuzluk, günler boyunca bize işkence eden ve yüzlerimize acının gölgesini düşüren şiddetli hayal kırıklıkları yaşamamıza yol açar.
Hıristiyanlıktaki Meryem, eski Mısır’daki İsis, Yunanistan’daki Demeter, Roma’daki Venüs ve Çin’deki Guan Yin, insanların çocukluktaki şefkate yeniden ulaşmalarına olanak sağlamıştır. Heykelleri rahmi andıran karanlık yerlere dikilmiştir, yüzlerinde merhametli ve destekleyici bir ifade vardır, yanlarına oturup sıkıntılarımızı anlatmamıza ve huzurla ağlamamıza izin verirler.
Farklı coğrafyalara ve inanç sistemlerine ait bu figürler arasındaki benzerlikler çarpıcıdır. Bu figürler, farklı kültürel kökenlerin bir dışavurumu olarak değil, insan ruhunun evrensel gereksinimlerine karşılık veren ölümsüz anneler olarak ortaya çıkmışlardır.
Birçok din, tarihleri çok eskiye uzandığı için şanslıdır; alışık olduğumuz şeylere bağlılık duyma özelliğimiz dinlerin işine gelmiştir. Bize yeni önerilmiş olsa tuhaf bulup göz ardı edeceğimiz uygulamaları hiç sorun çıkarmadan kabul edip gerçekleştiririz. Bugün hayal ürünü olarak görülen bir düşünce, aradan birkaç bin yıl geçince saygın bir düşünce olarak kabul edilebilir.
Demokrasiler ifade özgürlüğüne ve düşünce çeşitliliğine olan bağlılıklarını ne kadar sıklıkla vurgularsa vurgulasınlar, bir toplumun değerleri akşam haberleri sırasında otuz saniye ekranda belirmeyi karşılayabilecek maddi gücü olan ticari kuruluşların değerleriyle kısa bir zaman içinde örtüşecektir.
Modern çağın beklenmeyen felaketlerinden biri, bilgiye erişimin hayal bile edilemeyecek ölçüde hızlanıp kolaylaşmasının sonucunda bir konuya yoğunlaşma becerimizi yitirmemiz oldu. Uygarlığın en önemli başarılarının temelinde bulunan derin ve yoğun düşünme eylemi, günümüzde eşi benzeri görülmemiş bir saldırıyla karşı karşıya. Bizim için gerçek dünyadan büyüleyici ve zevk dolu bir kaçış alanı yaratan makineler, hayatımızın her anında yanı başımızda bekliyor. Bilgisayar ve televizyon ekranlarına bakarak kaçtığımız duygu ve düşünceler, bizden intikamlarını istek dışı el kol oynamaları ve sürekli artan uykusuz gecelerle alıyorlar.
Yıldızlar bilim için ne anlam ifade ederlerse etsinler, bizler için megalomaniyi, kendine acımayı ve endişeyi iyileştiren varlıklar olarak son derece değerliler.
İşte tam da bu noktada Spinoza’nın önerisinin Tanrı’nın Eyüp’e verdiği öğütten o kadar da uzak olmadığı anlaşılır: Yaşadığımız acıları, önemli bir varlık olduğumuza dair kapıldığımız yanılsamadan güç alarak canlı tutmak yerine temeldeki hiçliğimizi görüp kavramalıyız.
Hırıstiyanlık kutsal bir varlığa bağlılık duymayı ,ahlaki ve ruhsal sağlığın işareti olarak görür.YalnıZca kibirli ve kendini beğenmiş olanlar kendi zayıflıklarını yok saymayı denerler ..
İnsan doğasında mükemmelliğe yer yoktur , bu yüzden de pişmanlık duymak son derece önemlidir.Cesur ve dürüst davranıp başkalarından özür dilemek,insan ve kutsal varlıklar arasındaki farkı anlayıp bu farka saygı göstermenin bir işaretidir.
Dinler, yalnızca inananlara bırakılmayacak kadar yararlı, etkili ve zeki olan bir bakış açısını dönem dönem de olsa sunmayı her zaman başarmıştır.
Başkaları da tıpkı bize benzerler; sonuç olarak onlar da bizim gibi delicesine sevgi isteyen, hemen affedilmek için çırpınan, kırılgan, kararsız, hatalı insanlardır.
Genellikle olumsuz düşüncelerin değil de umudun kendisinin yüzünden kasvete kapılırız.
İnsan genellikle çok kötü şeyler yaşadığında değil de, uzun zamandır sessizce kabul ettiği acılarını sahiplenmesini sağlayan şefkat dolu bakışlarla karşılatığında kendisini bırakıp hıçkırıklara boğulur.
Aslında bir yandan da iç dünyamızın gereksinimlerinin gerçek doğasını kabul etmekten utanıyoruz.
Artık davranışlarımızı düzeltmek için cehennem korkusu ya da cennet vaadi ile kandırılmamıza gerek yok; yalnızca bir zamanlar doğaüstü varlıkların bizden istediğini düşündüğümüz yaşam biçiminin aynısını, bugün yalnızca kendimiz istediğimiz için benimsememiz gerektiğini hatırlamamız gerekiyor.
Uygar bir toplumun herhangi bir bireyi üzerinde, onun onayı olmadan uygulanabilecek haklı baskının tek bir amacı vardır: onu başkalarına zarar vermekten alıkoymak. Onun kendi fiziksel ya da ahlaki iyiliğini korumak, ona baskı uygulamak için yeterli bir amaç değildir.
En önemli sorunların çözümü yoktur, ancak onları yaşayıp acı çekmek için tüm insanlar arasından seçildiğimiz varsayımından kurtulmak bize iyi gelecektir.
Modern devletin kurallarıyla hayatımıza ne kadar geç ve yavaş müdahale ettiğini düşünün. Artık iş işten geçtiğinde, elimize silah aldığımızda, para çaldığımızda, çocuklarımıza yalan söylediğimizde ya da eşimizi balkondan attığımızda hayatımıza giriveriyor. Büyük suçlar doğuran küçük tacizleri hiç düşünmüyor.
Seküler eğitimde ders, Hristiyanlıkta vaaz verilir. Bu iki eğitim yönteminin amaçlarına baktığımızda birinin bilgi vermeyi, ötekinin ise hayatımızı değiştirmeyi amaçladığını görürüz.
Edebiyatın aniden kazandığı saygınlığın temelinde, Kutsal Kitaplar gibi, karmaşık ahlak mesajlarını duygusal yoğunluğa sahip metinler aracılığıyla verebilme ve böylece insanlarının kahramanlarla kalplerini kaplayacak özdeşleşmeler yaşayıp kendilerini incelemelerini sağlama becerisi bulunuyordu.
Ego, hep arzularının tatmin edilmek üzere olduğunu düşünür. Sükunet ve güvenlik hayalleri kurar sürekli: Belli bir işi kaparsa, bir insanın kalbini fethederse ya da maddi bir varlığa kavuşursa çektiği acılar son bulacaktır. Ancak bu hiçbir zaman gerçekleşmez çünkü giderilen her endişenin yerini bir başkası alacak, tatmin edilen her arzu yeni bir arzuyu açığa çıkarcaktır; böylece de Budistlerin ‘elde etme’ adını verdiği o acımasız döngü başlar.
Pascal yazdığı Düşünceler’inde insanoğlunun doğasını göstermek için her fırsatı kullanır:
Dünyanın anlamsızlığını görmeyen kişinin kendisi anlama becerisinden yoksundur.
Gerçekten mutlu bir varoluş içinde olsaydık, kendimizi bu varoluşla ilgili düşünmekten alıkoyacak uğraşlar bulmaya çalışmazdık.
İnsanın büyüklüğü sefil bir varlık olduğunu kabul etmesinden gelir.
Ruha odaklanan bir eğitim görevini üstlenecek en uygun adaylar olan üniversite öğretim görevlileri, kendilerine önsel bir önem atfeden bir poza bürünüp hayatla ilgili isteklerini dile getiren insanları görmezden geldiler. Dinleyicilerini büyüleme sorumluluğunu üstlenmediler, basit anlatımdan delicesine korktular, ne kadar kırılgan olduğumuzu fark etmediler, ne kadar önemli olursa olsun her şeyi çok çabuk unuttuğumuzu da hiç görmediler.
İnanç sistemlerindeki bilgelik, tüm insanlığa aittir, içimizdeki en mantıklı insana da aittir ve doğaüstünün en büyük düşmanları da bu bilgelikten kendi seçimlerine göre yararlanabilirler.
Kitaplar, konuşmalar ve gazeteler aracılığıyla sunulan düşünceleri tam olarak içselleştirmemiz için bu düşüncelerin aynı zamanda giydiklerimizde, yediklerimizde, söylediğimiz şarkılarda, evimizde kullandığımız eşyalarda ve banyo küvetindeki kokulu köpükte de yansıtılması gerekir.
Batıl inançları reddederken, dinlerin başarılı bir biçimde tanımladığı ve asil bir yöntemle çözdüğü ilkel sayılabilecek arzularımızı yok saymamaya özen göstermeliyiz.
Mutsuzluğumuzun bozuk ruh halimizden kaynaklandığı ortadayken, modern boş zaman değerlendirme endüstrisinin yalnızca bedenimizin rahatına odaklanmayı yeğlemesi ne kadar saçma görünüyor.
Henüz okumadığımız bütün o kitaplar yüzünden suçluluk duyuyoruz; ancak Augustine ya da Dante’den daha fazla kitap okumuş olduğumuz gerçeğini görmezden geliyor, bu yüzden de sorunun kesin olarak tüketim miktarında değil de, tükettiklerimizi hazmetme yöntemimizde olduğunu fark etmiyoruz.
Geceleri, yeni bir demiryolu hattının açılışı ya da göç üzerine öfkeli bir tartışmayla ilgili bir haberi izleyip televizyonu kapadıktan sonra salonu sessizlik kapladığında arada bir neleri yitirdiğimizi düşünürüz: Teorik olarak bildiğimiz ama uygulamaya koyamadığımız, daha sakin gerçekleri kendimize anımsatmak için bir fırsatı daha kaçırmışızdır; bunun nedeni de kendimizi teknolojik ve siyasi açıdan mükemmelliğe ulaşmaya çalışan, hırslı bir adamın hep ileriye doğru yürüyüşünü anlatan bir metni yaşamaya mahkum etmemizdir.
“ Benim amacım hayatım boyunca okuduğum her şeyi unutmak.“
John Wesley
Üniversiteler, kültürle ilgili genel bilgi aktarımında zaman içinde benzersiz bir uzmanlık edindiler ancak öğrencilerine bu bilgiyi bir bilgelik kaynağı olarak kullanmayı öğretmekle hiç ilgilenmediler.
İnsan, boş inançlara başvurmadan da hayatta bir anlam bulabilirdi.
“Üniversitelerin amacı, başarılı avukatlar, doktorlar ya da mühendisler yetiştirmek değildir. Asıl amaçları, yetenekli ve kültürlü insanlar yetiştirmektir.” John Stuart Mili
Gelişmiş toplumların çoğunda özgürlük sorunu diye bir şey yoktur. Atalarımızın son üç yüzyıl boyunca çabalayıp elde ettikleri özgürlükle ne yapacağımızı bilemiyor oluşumuz asıl tehlikeyi yaratıyor bugün. İstediğimiz her şeyi yapmakta özgür bırakılmaktan bıktık artık, çünkü bu özgürlüğü bilgece değerlendirme becerisine sahip değiliz.
Yapmayı istediğimiz ama bir türlü yapmadığımız o kadar çok şey vardır ki Kalbimizde doğru olduğunu bildiğimiz, ancak günlük hayatımızda benimsemediğimiz o kadar çok davranış biçimi var ki..
Toplumdan uzak durmak isteyen, derin bir bencilliği arzulayan yıkıcı duygularımızı, tüm karanlıklarıyla kabul etmemiz gerekir.
Üzülecek bir nokta olmasaydı kutlama ritüellerine gereksinim duyar mıydık?
Katıldığımız sohbetler başkalarının hayatları ile ilgili kurduğumuz hayallerin ne kadar çarpık olduğunu bize gösterecek, çünkü çevremizde sunduğumuz o güzel görüntünün altında bir çoğumuzun bir parça aklını getirmiş olduğunu anlayacağız ve böylece de bizim kadar acı çeken yanımızdaki insanlara elimizi uzatmak için bir nedenimiz olacak.
Korku, suçluluk, öfke, melankoli, karşılıksız aşk ve ihanetin egemen olduğu kişisel sırları öğrendiğimizde hepimizin toplu bir delilik ve zarif bir kırılganlık içinde yaşadığımızı anlayacağız.
Yalnızca dinler, ruhun gereksinimlerini yüksek miktarda paraya çevirmeyi başarmıştır.
Günlük hayatımızın büyük bir bölümünde olgun bir insan olduğumuza inansak da, mantıklı düşünme becerimizi, cesaretimizi, yaşadığımız dramları anlama çabamızı birden yok edip, bizi o ilkel çaresizliğe hapseden felaketlerle karşılaştığımızda birden hiç de olgun olmadığımızı fark ederiz.
arkadaşlık denilen ilişki, korktuğumuz ya da üzüldüğümüz şeyleri paylaşmaya cesaret ettiğimizde gelişir.
İntihar etmek üzere yüksek bir duvara tırmanmış birini bu kararından, iç güzelliği, pozitif düşünceyi ya da içimizde saklı olan gücü öven sevimli kitaplar değil de Düşünceler vazgeçirebilir.
Çağdaş toplum bize tek bir topluluk vaat eder, o da temelinde mesleki başarıya tapınmanın olduğu topluluktur. Bir eğlenceye gittiğimizde karşılaştığımız ilk soru olan Ne iş yapıyorsun? sorusunu duyduğumuzda bu topluluğun kalesinin kapılarına çarptığımızı hissederiz; bu soruya verdiğimiz yanıt üzerine eğlencedeki insanlar ya bizi sevgiyle içlerine alır ya da bir daha görmemeye karar verdiklerinin arasına yerleştirir. Bu tür rekabetçi, sözde toplumsal sohbet etkinliklerinde kişisel özelliklerimizin yalnızca birkaçı yabancıların iyi niyetini satın almak için geçerli akçe olur. Bizim her türlü kişisel özelliğimizden daha önemli olan, kartvizitimizde ne yazdığıdır; hayatlarını çocuklarına bakarak, şiir yazarak ya da orkide yetiştirerek geçirmeye karar verenler, güçlü olanların belirlediği egemen normlara uymadığı için dışarıda bırakılacak ve aşırıcılık içinde olanlar diye nitelendirileceklerdir.
Edebiyat hayatımızı değiştirebilir.
Merton Edebiyat Profesörü George Gordon kendi alanına düşen görevin boyutunu şöyle vurgulamıştı: ‘İngiltere hasta ve bu hastalıktan onu ancak İngiliz Edebiyatı kurtarabilir.
Üniversitelerin amacı, başarılı avukatlar, doktorlar ya da mühendisler yetiştirmek değildir. Asıl amaçları, yetenekli ve kültürlü insanlar yetiştirmektir. John Stuart Mill
Modern devletin kurallarıyla hayatımıza ne kadar geç ve yavaş müdahale ettiğini düşünün. Artık iş işten geçtiğinde, elimize silahı aldığımızda, para çaldığımızda, çocuklarımıza yalan söylediğimizde ya da eşimizi balkondan athğımızda hayatimıza giriveriyor. Büyük suçları doğuran küçük tacizler üzerine hiç düşünmüyor.
Çok cazip bulduğumuz kimi şeylerin çağrısına hayır diyemiyoruz; ahlak anlayışımızdan kuşkuya kapılıp kendimizden iğrenerek istemediğimiz, ancak karşı da koyamadığımız o cazip ama kötü şeylerin peşinden gidiyoruz. Kalbimizin derinliklerinde birinin ortaya çıkıp bizi kendimizden kurtarmasını isteriz.