İçeriğe geç

Atatürk ile Allah Arasında Kitap Alıntıları – Sinan Meydan

Sinan Meydan kitaplarından Atatürk ile Allah Arasında kitap alıntıları sizlerle…

Atatürk ile Allah Arasında Kitap Alıntıları

Atatürk’ün,İslam Tarihi içinde en çok eleştirdiği nokta Müslümanlığın en başından beri politik bir araç olarak kullanılmış olmasıdır.
Gökalp’in düşünce yapısının oluşmaya başladığı dönemlerde, saltanat makamına yönelik eleştirileri ve millet kavramına yaptığı vurgular dikkat çekicidir. Daha 1891 yılında yazdığı bir manzumede, “Ey sultan sen çekil, hükümran biziz,” diyen Ziya Gökalp, 1894 yılında da “Padişahım çok yaşa” yerine, “Millet çok yaşa” diye bağıranlar arasında bulunduğundan ahlak notu 10’dan 7’ye düşürülmüştür.
Geçirdiği bir psikolojik buhranla intihara teşebbüs ettikten sonra Dr. Abdullah Cevdet tarafından tedavi edildiği dönemde İbrahim Temo ve İshak Sükuti gibi aydınlarla tanışmıştır. Gökalp’in bunalımının kaynağı, bir yandan Yorgi Efendi’den felsefe öğrenip Yunan filozoflarını tanırken diğer taraftan ailesinin dinci ve muhafazakâr görüşleri arasında sıkışmasıdır. “Bu iki yön arasında kalan Ziya şiddetli bir inanç krizi geçirdi, kurşun kafasında kaldı.”
Din, halkın ilmidir. İlim üst tabakadan olanların dinidir. Aydınların dini olan ilim durmadan gelişiyor yükseliyor iken halkın ilmi olan dinin genişlemesi, yükselmemesi,ilme paralel ve karşı olarak ilerlememesi ve genislememesi İslam aleminin asıl hastalığıdır.
Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır.
.DP dinsel özgürlük kılıfı altında büyük bir hızla Atatürk devrimlerinden ödünler vermeye devam etmiştir. CHP yi dinsizlikle itham ederek kendisini İslam’ın koruyucusu olarak gösteren DP bilhassa ekonomide başgösteren sıkıntıları dinsel ödünlerle gizlemeye çalışmıştır.

Ekonomik durumun gittikçe bozulması üzerine güç kaybeden DP İslam’ı daha açık kullanmaya ve yeni ödünler vermeye başladı. 1957 seçimlerinde dinsel sloganları ağırlıklı kullanırken NURCULARLA da seçim ittifaklarına girdi.

1958’DE İSE YİNE NURCULARIN ANTİ LAİK PROPAGANDALARINA GÖZÜM BULURKEN RADYO ANTİ-LAİK DİNİ PROGRAMLAR ARTTIRILIYORDU. BAŞBAKAN MENDERES 19 EKİM 1958’DE EMİRDAĞ’DA YEŞİL TURALI BAYRAKLARLA VE SAİT NURSİ TARAFINDAN KARŞILANMAK TAN MEMNUNİYET DUYUYORDU.

Menderes parti grubunda yaptığı bir konuşmasında da milletvekillerine siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz diyerek Atatürk devrimlerine ihanet etmekten ve Cumhuriyetin laik karakterine zarar vermekten çekinmemiştir.

.
Menderes daha önce de 29 Mayıs 1950’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada Atatürk devrimlerini halk tarafından kabul edilenler ve kabul edilmeyenler olarak ikiye ayırmıştır dolayısıyla Adnan Menderes’e göre halkın kabul etmediği devrimleri korumaya da gerek yoktur. Bu mantıkla DP döneminde bazı Atatürk devrimleri gericilerin saldırısına açık bırakılmıştır
. . .
O günlerde bir DP milletvekili kendini tutamayıp şöyle demiştir Demokrat parti din koruyuculuğunu da üzerine almıştır. Bu borcun ilk taksidini Allahu ekber ile ödemiştir Allahu ekber e dayanarak ileriye yürüyeceğiz bu yolda ölmek var dönmek.Yok Allah’ın yaktığı bu meşale söndürülmeyecek bilakis alevlenecektir.

Adnan Menderes ve onun DP si Atatürk’ün dinde öze dönüş projesi çerçevesinde topluma yerleştirmeye çalıştığı hurafelerden arındırılmış anlaşılır,Türkçe, yani ulusal İslam anlayışını yavaş yavaş tahrip ederken bu tahribatı din koruyuculu olarak adlandırılmıştır. Böylece rejim karşıtlarına mültecilere oy uğruna akıl almaz tavizler verilmiş din hiç olmadığı kadar istismar edilmiştir.
Şimdiye kadar baskı altında bulunan dilimizi baskıdan kurtardık. İnkılap sofralarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaraştırdık. Türkiye Bir müslüman devlettir ve Müslüman kalacaktır Müslümanlığın bütün icaplarını yerine getirilecektir.

Adnan Menderes 1951 DP İzmir 2.Kongresi

Döneminin bazı tanıklarına göre 1930 yılına kadar izlenen politikalar güya halk üzerinden manevi anlamda bir boşluk yaratmış ya da mevcut boşluğu dolduracak atılımları yapamamıştır !

Doğrusu bu iddia üzerine biraz durup düşünmek gerekir çünkü eğer gerçekten halkta bir manevi boşluk varsa bu üç beş yıllık Cumhuriyet döneminde yapılan devrimlerden, yanlışlardan değil yüzyıllar boyunca devam eden yanlış politikalardan, çürük anlayışlardan kaynaklı bir boşluktur. Yüzyıllardır inandığı dinin kutsal kitabını bile kendi dilinde okuyup anlamasına izin verilmemiş, kendi dili Türkçeyi bile doğru dürüst öğrenmemiş (Osmanlı’da Medreselerde Türkçe yasaktı) akla ve bilime dayalı eğitimle yetiştirilmeyen, okullarında felsefe dersinin yasak olduğu, kadınların dinsel gerekçekler ile adeta toplumdan dışlandığı, toplumun her yanının tarikatlara, tekkelere, hacılara, hocalara, hurafelerle, bağnazlıkla kuşatıldığı; düşünmek sorgulamak yerine inanmanın ve biat etmenin esas olduğu bir toplumda halkta manevi bakımdan bir boşluk yoktu da ne olduysa 1923-1930 arasındaki Atatürk devrimleri ile mi oldu; halk manevi boşluğa düştü demek tarihi tersyüz etmektir.

Serbest Cumhuriyet Fırkası olayıyla su yüzüne çıkan hoşnutsuzluğun yalnız maddi ve iktisadi nedenlerden değil Ruhi ve fikri nedenlerden kaynaklandığını ileri sürenler vardır. Örneğin Ahmet Hamdi Başar şu değerlendirmeyi yapmıştır

Yokluk yoksulluk ve boşluk içinde ve bir şeyler aramak ihtiyacı karşısında kalan gençlik ya hiçbir şeye inanmayarak tembel,maddi ve dejenere oluyor yahut da yabancı idaellerin ve ideolojilerin tesirleri altında kalıyordu. Millet hesabına en çok korkulacak şeyler bunlardı .

Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı yıllarında İslam dünyasını harekete geçirmek için halifelikten yararlanmayı düşünmüştür. Ancak onun yararlanmayı düşündüğü halifeliğin gücü değil, tam tersine güçsüzlüğü dür.
Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Türkiye’de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez. Artık samimi mutekitler (inananlar), derin iman sahipleri hürriyetin icaplarını öğrenmiş görünüyorlar. Bütün bununla beraber, din hürriyetine, umumiyetle vicdan hürriyetine karşı taassup kökünden kurumuş mudur?
Bir taraftan 12 Eylülcüler Atatürk’ü Türk-İslam Sentezi ideolojisinin ideoloğu olarak göstermeye çalışırken diğer taraftan radikal İslamcılar, tatlı su solcuları, dönme liberaller ve hatta bazı ulusal solcular da Atatürk’ü dinsiz göstermeye çalışmışlardır.
Not: Dünya insanlar için bir dar-ı imtihandır (sınav yeridir). İmtihan edilen insanın bu suale (soruya) mutlaka pek muvafık (uygun) cevaplar vermesi mümkün olmayabilir. Fakat düşünmelidir ki bütün cevaplar heyeti umumiyesinden hasıl olan muhassalaya (elde edilen neticeye) göre verilir
Mazi ve mazinin hatıraları ölümsüzdür. Beni unutmayınız Corinne
Hatta bu savaşta ölsem bile
Mustafa Kemal*
Kim olur zor ile maksuduna, reyyab-ı zafer.
Gelir elbette zuhura ne ise hükmü kader. *

*Kimse amacına zorla ulaşamaz; kaderin hükmü ne ise o olur.

Eğer İslam dini mucizeler ve hurafeler dini olsaydı ve bugünkü din bezirgânlarının söylediği gibi çalışıp çabalamadan yeşil sarıklıların beklendiği bir miskinlik dini olsaydı önce Hz. Muhammed’in bir hurma ağacına sırtını dayayarak sadece dua edip yeşil sarıklıları beklemesi gerekmez miydi?
Fakat o, Allah’ın ancak çalışana, düşünene, doğru planlar yapıp doğru kararlar verene yardım ettiğini bildiği için sürekli mücadele etmiştir.
Ancak yüce dinimiz İslama göre hiçbir başarı tesadüf ya da lütuf değildir. Allah Kur’an’da birçok yerde Müslümanların çalışmalarına, aklını çalıştırmalarına vurgu yapmıştır. Nitekim Hz. Muhammed’in hayatına şöyle bir göz atacak olursak, onun İslamiyet’i yayarken sürekli çalıştığı, sürekli düşündüğü ve sürekli planlar yapıp bunları uyguladığını görürüz.
Tanrı olmasaydı bile biz onu icat etmek zorunda kalırdık. Ama bütün doğa onun var olduğunu bize haykırmaktadır diyen Voltaire, Tanrı’nın varlığına ve ruhun ölümsüzlüğüne ilahi dinler açısından değil, sırf akıldan dolayı inanmaktadır; çünkü ona göre inanma ihtiyacı vardır.
Rüşvetin, adam kayırmanın, yalakalığın, din bezirgânlığının prim yaptığı bir çağda namuslu bir şekilde çalışarak ve aklını kullanarak ilerlemiş ve Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda asker olarak önce vatanı kurtarmış, sonra da bir devlet adamı olarak çağdaş bir ulus devlet yaratmıştır.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Cenab-ı Hak milletimize hayat ve selamet versin.
Atatürk’ün ‘bağımsızlık’, ‘her türlü kapitülasyona hayır’, ‘eğitimin milli olması, onun için de her dalda Türkçe yapılması’, ‘Türk kalarak çağdaşlaşma’ (kesinlikle ‘Batılılaşma’ yani Batı taklitçiliği değil), ‘muasır medeniyetin de önüne geçme’, ‘Türk tarihine, Türk harsına önem’, ‘Türk dünyası ile ilgilenme’ temel ilkeleri sahte Atatürkçülerce rafa kaldırılıp ‘Atatürkçülük’ şu yalana indirgendi:
‘Atatürkçülük’ eşittir ‘laiklik’, eşittir ‘Müslüman düşmanlığı’.
Sonunda halk aydınlara ve devlete husumetle bakar oldu.
Olmadı mı?
Mardin, Atatürk’ün, İslam tarihi içinde en çok eleştirdiği nokta Müslümanlığın en başından itibaren politik bir araç olarak kullanılmış olmasıdır diyerek, Atatürk’ün şu değerlendirmesini aktarmaktadır:

Müslümanlık nerede böyle bir nitelik kazanmışsa bir aldatmaca olmuştur. Asıl mesele dini bu gibi konulara bulaştırmamaktır.

La vie est breve / Hayat kısadır
Un peu de reve / Biraz hayal
Un peu d’ amour / Biraz aşk
Et puis bonjour / Ve sonra günaydın
La vie est vaine / Hayat boştur
Un peu de haine / Biraz kin
Un peu d’ espoir / Biraz ümit
Et puis bonsoir / Ve sonra iyi akşamlar.

Mustafa Kemal, mektubunu şu cümlelerle bitirmiştir:
Salih bunları ezberle ve sen hayatı nasıl anladınsa ona göre bunlardan birini benimse.

Yüce Tanrı, Türk ülkelerine ve milletine bir peygamber gönderme gereği duymamıştır. Çünkü Türk milleti İslamiyetten çok zaman önce vahdaniyet inancına sahipti ve hiçbir devirde ahlak yapısını bir peygambere muhtaç olacak kadar kaybetmedi. İnsanoğlunun yaptığı putlara tapınmadı .
Biliyorsunuz ki biz Türkler, İslamiyeti vahdaniyet inancı getirdiği için kabul ettik ve onun dünyaya yayılmasını kafa ve kılıcımızla biz sağladık. Eğer Türkler müslüman olmasaydı, İslamiyet Musevilik gibi göksel bir din olarak kalırdı. İslam alemine bu gerçeği anlatmak gerekir. Araplar topraklarına üç semavi din peygamberi gelmesiyle övünürler ve üstünlük iddia ederler. Bizi de böyle bir nasipten mahrum olduğumuz için küçümserler. Aslında bu bizim ahlak ve benliğimizi, hiçbir devirde peygambere muhtaç olacak kadar kaybetmemiş olmamızın ilahi takdir ve tasdikidir. Çünkü hangi peygamberin nerede doğru yolu gösterme vazifesi alacağı Tanrı’nın takdiridir.
Atatürk’ün Samsun yolculuğu ile Hz. Muhammed’in hicret yolculuğunun hem nitelik olarak hem de kullanılan Kur’an kavramları açısından birbirine benzemesi dikkat çekicidir.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Cahiliye geleneklerinin kıskacındaki bir toplumu 15 yıl gibi kısa bir sürede eski kötü geleneklerinden uzaklaştırmayı başaran Hz. Muhammed, pek çok tarihçiye ve ilahiyatçıya göre, gelmiş geçmiş en büyük insanlardan biri, hatta birincisidir.
Artık söyleneni anlamıyordu. Dilini uzatacağı yer­de tamamen çekti; başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp’e dik­katle baktı ve: ‘Aleykümselam’ dedi. Son sözü bu oldu
İddiaya göre Atatürk, ölümünden yaklaşık 15 gün kadar önce, bütün Müslümanların ancak Hz. Muhammed’in yolunu izleyerek kurtuluşa ulaşabileceklerini söylemiştir.

Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi adlı kitabında Ata­türk’ün Son Mesajı başlığı altında bu iddiaya yer vermiştir

Mesaj şudur: Bütün dünyanın Müslümanlarının Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatlaeı tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar, Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslamiyetin hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli; zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.

Ahmet Gürtaş, söz konusu mesaj hakkında şu yorumu yap­mıştır: Bu mesajın tarihi bakımdan varid olup olmadığını, şayet varid ise, yerli HERHANGİ BIR KAYNAKTA BULUNUP BULUNMADIĞINI BILMIYORUZ. Bu itibarla bu mesaja dayanarak herhangi bir so­nuca ulaşmak istemiyoruz. Zaten Atatürk’ün İslam karşısındaki tavrını tesbit konusunda, bu mesajın mevcuda ilave edeceği yeni bir şey de yoktur. Ancak mesajın, Müslüman ülkeler halkının Atatürk’e bakış açısını göstermesi bakımından ayrı bir değeri vardır ve bunu buraya alışımızın sebebi bunu tebarüz ettirmektir.

Afet İnan’a kulak verelim:
O geceyi rahatsız geçirdi. İlk hafif komayı o zaman atlat­mıştı. Ertesi sabahki açıklamasında, ‘Demek ölüm böyle ola­cak’ diyerek, uzun bir rüya gördüğünü anlattı.’ Salih’e söyle, ikimiz de kuyuya düştük; fakat o kurtuldu. dedi.

Rüya yorumcularına göre Atatürk’ün gördüğü ‘kuyuya düş­me’ sembolü, kendisinin de söylediği gibi, ölümün habercisidir. Salih Bozok’un kuyudan kurtulması ise, Atatürk’ün vefat ettiği gün, buna çok üzülen Salih Bozok’un intihar etmesi ve kurtarıl­masını simgelemektedir.

Atatürk’ün Kütüphanecisi Nuri Ulusu,
Atatürk bazı kereler çalışırken okuduğu tefsirlerin çok te­sirinde kalırdı ve de ‘Hey büyük Allahım Kur’an’a inanma­yan kafirdir, bize nasıl yol gösteriyor? Bunları tüm dünyaya okutmalıyız’ diye de söylenirdi. Sonra o an yanındaki bizlere, ‘Okurken ruhum coşuyor, size de oluyor mu?’ diye sorardı, ama o anlarda gözleri hafıfçe dalar ve kızarırdı, demiştir.
Nuri Ulusu’ya kulak verelim: Yine hiç unutmuyorum bir gece kalabalık bir davetli gru­bu ile her zaman ki gibi yenildi, içildi, şarkılar söylendi. Sohbet filan derken saatler sabaha karşı beşi buldu. Sofradan kalkıldı, misafirlerini eski köşkten bahçeye kadar çıkartıp uğurladılar ve de bize dönüp ‘Çocuklar biraz hava alacağım’ diyerek dolaş­maya başladılar. Beş on dakika dolaştıktan sonra tam köşkün kapısına geldiklerinde kapının tam önündeki kayısı ağacına gözü takılıverdi. Dallannda kayısılar olmuş öylece duruyorlar­dı, şöyle bir baktı sonra alçak olan bir daldan eliyle tıltarak bir­kaç tane kayısı koparti. Sonra eliyle öylesine ovalayıp yemeye başladı ve yerken de ‘Oh oh ne kadar da güzelmiş. ALLAH’IN HİKMETİNE BAKIN, NELER YARATIYOR NELER. İNANMAYANLAR KAFİRDİR’ diye söylene söylene içeri girdi.
Kanımca Atatürk’ün akıl, mantık ve İslam dini arasında bir uyum olduğu yolundaki inancının kaynağı, İs­lamın özü olarak gördüğü Kur’an-ı Kerim’dir.
Atatürk, anlaşıldığı kadarıyla Kur’an’ı çok iyi incelemiş ve sonuçta kuramsal olarak, İslam dininin akla aykırı, mantıkla çelişen ve dolayısıyla ilerlemeye engel olabilecek bir yönünün bu­lunmadığını görmüştür.
Bence Atatürk bu düşüncelerinde hak­lıdır. Çünkü Kur’an incelendiğinde, aklın ve mantığın önemine işaret eden çok sayıda ayet olduğu görülmektedir.
Atatürk’ün özel hayatına ait din, inanç, İslam konusundaki ayrıntılar ayıklanıp gün ışığına çıkarıldığında, onun zaman zaman din karşıtı akımlara da meyletmekle birlikte, genelde oldukça dindar ve inançlı; kutsal sembollere saygılı; di­nin, özellikle de mensup olduğu İslam dininin önemini kavramış; İslamiyeti gerek inanç, gerek ibadet boyutuyla bilen biri olduğu ortaya çıkmaktadır.
Öncelikle şunu hatırlatalım ki din , Atatürk’ün ifade ettiği gibi, ‘Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Dolayısıyla kişilerin inançları sadece kendilerini ilgilendirir. Bu genel kural Atatürk için de geçerlidir. Atatürk’ü, inanıp inanmadığıyla değil, mensu­bu olduğu ulus için yaptıklarıyla değerlendirmek gerekir; fakat öteden beri Atatürk’e saldırmayı alışkanlık haline getirenlerin en büyük silahlarından biri, Atatürk’e dinsiz damgasını yapıştır­mak olmuştur. Bu sayede, İslami duyarlılığı yüksek Türk ulusu­nun Atatürk’e düşman olması amaçlanmıştır.
İslam dinini gerçekten bilen pek çok yerli ve yabancı bilim insanına göre Atatürk, Hz. Peygamber’den sonra İslamiyete en büyük hizmetleri yapan kişidir.
Atatürk bu konuda şöyle demiştir: Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır. Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım arkasından koştuğu ki­tapta neler olduğunu Türk anlasın.
– Takiüddin adlı astronomi bilgininin İstanbul’da kurduğu rasathane, 1580’de Ahmet Şemsettin Efendi’nin, göklerin sırlarını öğrenmeye kalkışmanın bir küstahlık olduğunu ve rasathane kuran devletlerin zeval bulduğunu bildiren bir fetva yayınlamasıyla yıkılmıştır.
– Coğrafya derslerinde harita göstermenin, şeriata uygun olup olmadığı tartışılmıştır.
– III. Mustafa, Prusya Kralı Frederick’e, Ahmet Rasim Efendi adlı bir elçi göndererek ondan üç müneccim istemiştir.
– İbrahim Müteferrika tarafından 1727 gibi geç bir tarihte, Osmanlı Türklerine ulaşan matbaada İslami eserlerin bası­mı, 5 Temmuz 1727’de yayımlanan bir fermanla yasaklan­mıştır.
– 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nı imzalamaya gelen Rus delegelerine, Şeyhülislam muska yazmıştır. Bunlar Rus de­legelerinin geleceği yere gömülürse, Rus heyetinin ağzının, dilinin tutulacağına inanılmıştır.
– 1831’de İstanbul’da çıkan bir veba salgınında, gemilerin ka­rantinaya alınması gündeme geldiğinde, Karantina deni­len şey Frenk adetidir; buna ehli İslam dininde riayet caiz değildir, şeklinde fetva yayınlanmıştır.
– Bir fıkıh kitabında, pırasa demekle maruf (olarak bilinen) olan nesneyi yemek helal mi? Ehli Cennet lisanı Arabi mi­dir? Yoksa Farsi midir? şeklinde, sorular ve yanıtları yer almıştır.

İslam kültürüne giren ve tefsir kitaplarında yer alan hurafe­lerden bazıları da şunlardır:
1. Gökler bir meleğin omzunda dönmektedir. Dünya öküzün boynuzunda veya balığın sırtında bulunmaktadır. Deprem­ler de bunların kıpırdanmasından oluşur.
2. Yıldırım ve gök gürlemeleri, bazı tefsircilere göre meleklerin bağırması ve kalplerinin kükremesidir. Yağmur da melekle­rin ağlamasıdır.
3. Ay, Cebrail’in kanadı ile söndürülür ve nur halinde kalır.
4. Havva’ya, zor doğum yapma cezası verilmiştir. Yılan, sürünmeyle cezalandırılmıştır.

Medreselerde, don ve çakşır giymenin İslama uygun olup olmadığı, mezarlıkta yetişen ağacın meyvesinin yenip yenmeye­ceği, elbiselerin güveden korunması için ceplerine ayetler yazılı kağıtlar koymak gerektiği, hatta Osmanlı ordusu bir kaleyi kuşattığında, tünel kazmakla görevli lağımcılann toprağı sağa mı yoksa sola mı atmalarının dini açıdan daha uygun olup olmadığı tartışılmıştır.
Sovyetler Birliği’nde tüm dinlere karşı adeta bir savaş yürütülmüştür. Örneğin, 7 Ni­san 1960 tarihli Sovyestkaya Kırgıziya gazetesinde: Allah’a inanmayınız. Bu bir aldatmadır başlığını taşıyan yazılı açıkla­mada şunlar söylenmiştir: Allah’a inanmayınız. Allah yoktur. Bu bir aldatmadır. Bu delaletten kurtulunuz. Yeni mutlu hayatın (komünizm) şuurlu kurucularının saflannda yer alınız.

Bu konudaki örnekleri çoğaltmak mümkündür. Sovyetler Birliği’nde, komünizmi yerleştirme döneminde eğitim program­larında ateizmi anlatan derslere yer verilmiş ve okul çağındaki öğrencilerin ateist eğitim konusunda verilen konferansları takip etmeleri zorunlu tutulmuştur.

Atatürk, kendisi gibi toplumsal dönüşüm gerçekleştirenler­den farklı olarak dinsizleştirme (ateistleştirme) propagandasına gizli ya da açık şekilde hiçbir zaman başvurmamıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın başlarında en yakın arkadaşlarına gelecekte tesettürü kadıracağından söz etmiştir. Örneğin Erzurum’da 7 Temmuz 1919’da yakın arkadaşı ve yaveri Maz­har Müfit Kansu’ya gizli kalmak kaydıyla gelecekte yapacağı ye­nilikleri yazdırırken üçüncü sıraya tesettür kalkacaktır diye yazdırmıştır.
Atatürk, 24 Eylül 1925’te Bursa Türk Ocağı’nda çarşaf ve peçeye karşı olduğunun ilk somut işaretlerini vermiştir. Ha­nımlar da erkekler gibi şapka giymelidir. Başka türlü hareket etmemize imkan yoktur. İşte size bir örnek: Bu başla medeni bir hanım Avrupa’ya gidip insan içine çıkamaz.
Osmanlı’da kadınlar üzerine çıkarılan bütün yasalar kadının denetlenmesi üzerinedir. Çıkarılan ferman ve yasalarda kadının giyim kuşamı ayrıntılı olarak tanımlanmıştır. Bu fermanlarda getirilen yasaklar kadına temelde üç alanda müdahale etmiştir:
1. Giyimlerinde (Örtünecekler).
2. Sokaktaki davranışlarında (Duvar diplerinden sessizce, hızlı adımlarla başları önde yürüyecekler).
3. Erkeklerle olan ilişkilerinde (Kocaları bile olsa bir erkekle el ele tutuşmayacaklar, kocalarının yanında değil arkasında yürüyecekler).
Osmanlı geriledikçe kadın kıyafeti konusundaki yasaklar sertleşmiştir. Bu konuda ilk yasak 1725’te çıkarılmıştır
Osmanlı’da kadınlar 19. yüzyılda çarşaf giymeye başlamış­lardır.
1850’lerde Suriye Valiliğinden dönen Suphi Paşa’nın hanımı İstanbul’ da ilk çarşaf giyen kadın olmuştur.
Çarşaf daha çok bir Yunan, Bizans giysisidir. Osmanlı’da peçe ve çarşaf kullanılması bazı problemleri de beraberinde getirmiştir.
Peçe ve çarşafın arkasına gizlenen hırsız­lar rahatça suç işleyebilmişlerdir. Bunun üzerine il. Abdülhamit çarşaf giyilmesini yasaklamıştır.
Tarihçi Şikari’ye göre Osmanlı’da ilk örtünme olayı 1. Mu­rat döneminde Bursa’da yaşanmıştır
Aynı dönemde Bizanslı kadınlar da yüzlerini peçe ile örtmek­tedirler. İstanbul’un fethinden sonra Bizanslı kadınlardan etkile­nen İstanbul’daki Müslüman Türk kadınları da peçe kullanmaya başlamışlardır. Ancak yine de Silvestre’nin 1680 tarihli albümüne kadar yabancı ressall!ların resimlerinde ve eski Türk minyatürle­rinde yaşmaklı bir Türk kadınına rastlanılmamaktadır.
15. yüzyıldan sonra Osmanlı’da peçe ve çarşaf kullanımı artmaya başlamıştır. Hatta bu konuda III. Osman, III. Ahmet, il. Abdülhamit çıkardıkları fermanlarla peçe kullanımını zorunlu tutmuşlardır.
İttihat ve Terak­ki Partisi, Birinci Dünya Savaşı yıllarında laik olarak adlandı­rılabilecek bir dizi reform önerisini kanunlaştırmayı başarmıştır. Daha önce de kısmen vurguladığımız gibi, bu kanunlarla; Şeyhülislam hükümet üyesi olmaktan çıkarılmış,
İlkokullar şeriat makamlarından alınıp Maarif Vekaleti’ne bağlanmış;
Şeriat Mahkemeleri de Şeyhülislamlıktan ayrılarak Adliye Nezareti’ne bağlanmıştır (25 Mart 1917).
1917’de kabul edilen Aile Kanunnamesi’yle imam nikihının tümden bağlayıcı niteliği sınırlandırılmış; kadına da kocasını bo­şama hakkı tanınmıştır (7 Kasım 1917)

İttihat ve Terakki’nin laik reformları sonunda kadınlar sa­dece toplumsal hayata girmekle kalmamış, yavaş yavaş giyim kuşamlarını da değiştirmeye başlamışlardır. Kara çarşaf ve peçe çıkarılmış, az da olsa saçlar görünmeye başlamıştır. Kadınlar­daki bu değişim bazı muhafazakar devlet adamlarını harekete geçirmiş ve bu konuda fazla ileri gidenlere karşı yasal tedbir alın­ması gündeme gelmiştir. Giyim ve yaşam tarzındaki Batılılaşma ise, dini otoritelerce endişeyle izlenmiş ve Şeyhülislam tarafından Nisan 1911’de Müslüman kadınların Avrupalı gibi giyinmemele­ri gerektiği konusunda bir uyarı yayımlanmıştır.

Okul, Mekteb-i Tıbbiye adını 1836’da almıştır. 1838’de Viyana’dan Profesör Bernard getirilerek okula yeni bir düzen ve­rilmiştir. Bu düzenlemeyle öğretim 6 yıla çıkartılmış, daha önce okutulan Arapça ve din dersleri programlardan kaldınlmış, bu­nun yerine klinik dersleri konulmuştur.Bu şekilde Mekteb-i Tıbbiye, Osmanlı’da laik eğitim veren bir kurum halini almıştır.

O dönemde Mekteb-i Tıbbiye kütüphanesini ziyaret eden yabancılar bile şaşkınlık içinde kalmışlardır. Çünkü Batı düşün­cesine damgasını vuran önemli düşünürlerin en temel başyapıt­ları bu kütüphane de bulunmaktadır ve öğrenciler arasında po­zitivist ve materyalist olanların sayısı her geçen gün artmaktadır

Osmanlı Devleti’nde Batılı anlamda ilk Hukuk Mektebi, 1870’te Darülfünun’un şubelerinden biri olarak öğretime açıl­mıştır. Zaman içinde, başta Roma Hukuku olmak üzere çağdaş hukuk dersleri programdaki yerini almaya başlamıştır. Hukuk Fakültesi öğrencileri de tıpkı Harp Okulu öğrencileri gibi dö­nemin siyasi olaylarından etkilenmişler ve zaman zaman tep­kilerini, gösteriler yaparak dile getirmişlerdir. Hukuk Fakültesi öğrencileri, il. Meşrutiyet dönemi öğrenci olaylarında aktif rol oynamışlardır.

Şeriatçı çevrelerin büyük gürültüler koparmalarına, Şeyhülislam Hayri Efendi’nin yeni kanunu protesto ederek istifa etmesine rağmen, yeni adliye kanun tasarısı 24 Şubat 1917’de Meclis’e gönderilmiş, Meclis’ten geçen kanun teklifi, Ayan Meclisi’nde de üç muhalif oya karşı kabul edilmiştir. Bu kanuna göre:
1. Türkiye’de dini nikah kalkmış,
2. Din farkı olmaksızın tüm Türk halkı için aynı nikah konul­muş,
3. Poligami (çok eşlilik) ilk anda kaldmlmamasına rağmen, ilk eşin rıza göstermesi şartı getirilmiştir.

Atatürk’ün, daha sonraları, Medeni Kanun’un kabulü ile Türk kadınını özgürleştirme çabalarını, İslama aykırı bularak eleşti­recek olan zihniyet, o günlerde Osmanlı Meclisi’nde kabul edilen yukarıdaki kanunu da aynı gerekçeyle, ağır bir şekilde eleştirmiştir.

Yeni Türk devleti bir ulus devlettir ve cumhuriyetle birlikte ulusal kimliğini sıkça vurgulama ihtiyacı duymuştur. Mustafa Kemal, yeni Türk devletinin ulusal niteliğini vurgulamaya baş­ladıkça, İslam bağı yavaş yavaş gevşemiş ve Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Türk-Kürt birlikteliği çözülmeye başlamıştır. Ayrı­lıkçı Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kimlik inşasını , Kürt unsurunun dışlanması olarak değerlendirmişlerdir. Oysaki Mustafa Kemal’in ulusçuluk anlayışı, ırk temeline dayanmayan, Anadolu’daki bütün etnik unsurları kavrayıcı, ortak bellek, or­tak dil ve ortak kültür temelinde, Misakımilli sınırları içindeki herkesi yurttaşlık bağıyla devlete bağlayan bir anlayıştır. Mus­tafa Kemal Atatürk bu nedenle Ne mutlu Türk olana değil , Ne mutlu Türk’üm diyene demiştir

Atatürk, 16/17 Ocak 1923’te İzmit’te İstanbul gazetecilerine verdiği mülakatta, Ahmet Emin Bey’in Kürt sorununa yönelik sorusuna, bir tür yerel özerkliklerin oluşacağı yanıtını vermiş­tir. Ancak Atatürk’ün sözünü ettiği yerel özerklikler tabiri, o günün terminolojisi içinde değerlendirilmelidir. Atatürk yerel özerklik ifadesiyle anayasadaki güçlü yerel yönetimleri kas­tetmiştir. Şerafettin Turan’ın belirttiği gibi, o tarihte yürürlük­te olan 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun iller yönetimine ilişkin 11. maddesinde böyle bir özerklik öngörülmüştür. Fakat bu mülakattan yaklaşık bir yıl sonra 20 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 24 Anayasası’nın 91. maddesinde illere tanınmış olan özerklik kaldırılmıştır

1930’lu yıllara gelindiğinde, artık Kurtuluş Savaşı yılların­daki Kürt-Türk ahengi geride kalmıştır. Türk-Kürt etnik bağlaş­masının bozulmasıyla problemler de başlamıştır. Kürtler, uzun süre Türkiye Cumhuriyeti’yle olan problemlerinin etnik değil, dini olduğunu ima etmişler, Atatürk devrimleriyle din ve ge­lenek ağırlıklı teokratik yapının tasfiye edilip çağdaş ve laik bir yapının oluşturulmasını dinsizleşmek olarak değerlendirerek din elden gidiyor sloganıyla, isyan hareketlerine meşruiyet ka­zandırmaya çalışmışlardır. Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı yıllarında birleştirici etki yapan din o yıllarda ayırıcı etki yapmıştır. Nitekim 1930’lu yıllarda patlak veren Kürt isyanlarının dayanak noktası ağırlıklı olarak dindir

Atatürk’ün emriyle Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz bölge­lerini gezen İsmet Paşa, 1935 yılında hazırladığı Kürt Raporu’nu Atatürk’e sunmuştur. İsmet Paşa’nın raporundaki bazı başlıklar şunlardır:
1. Doğu’ da tutunabilmemiz için Elazığ çok önemlidir.
2. Diyarbakır kuvvetli bir Türklük merkezi olmalıdır.
3. Fransızların, Mardin, Urfa, Antep ve Maraş’ta gözleri vardır.
4. Midyat’ı susuzluktan kurtarmak için yüz bin lira lazımdır.
5. Siirt’te halkı ağalardan kurtarmalıyız.
6. Bitlis devlet tedbiriyle Türk merkezi olarak kalabilir.
7. Van, Doğu’da Cumhuriyet’in önemli bir temeli olacak.
8. Türklüğe ısınan Kürtler.
9. En mühimi Kürt Meselesi’dir.
10. Van, Muş, Erzincan ve Elazığ’da Türk kütleleri oluşturmalıyız.
11. Kürtlere kesinlikle dokunulmayacaktır.
12. Kürt merkezlerine seyyar doktorlarla girmek etkili olacaktır.
13. Şeyh Sait isyanı Kürtlük duygusunu besleyip büyütmüştür.
14. Kürtler için Türkçe alfabe hazırlanmalıdır.
15. Kürt kızıyla evlenecek Türklere bazı haklar düşünülmeli­dir.

Birçok vatansever din adamı Ankara’da Mustafa Kemal’in yanında Milli Hareket’e manevi destek verirken, birçok din adamı gönüllü birliklere katılıp cephede düşmanla çarpışırken ve birçok din adamı da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine katılıp vatan mücadelesi verirken Said-i Nursi, Meclis’te namaz kılma­yan milletvekilleri gibi ayrıntılarla uğraşmış, Milli Hareket’in lideri Mustafa Kemal’le çatışmaya girmiş ve Ankara’da dinsiz­lik havası seziyorum diyerek, dinsel duyarlılıkları yüksek milletvekillerini kışkırtmış ve bu vizyonsuz yaklaşımıyla Mustafa Kemal’e ve Milli Hareket’e dinsiz damgası yapıştırmak için fırsat kollayan işgalci İngilizlerin işini kolaylaştırmıştır. Sait Molla ve Said-i Nursi’den sonra yakın tarihimizde İn­giliz çıkarlarına hizmet eden üçüncü bir Sait daha vardır. 1925 yılında din ve şeriat oyunlarıyla doğuda büyük bir Kürt ayak­lanması çıkaran bu üçüncü Sait, İstiklal Mahkemelerinde yargı­lanıp idam edilecek olan Şeyh Sait’dir.
Mustafa Kemal onların gözünde kutsal bir varlıktı. Hz. Ali ve Hacı Bektaşi Veli’nin don değiştirmesi Yüzyıllardır bek­lenen ‘mehdi’ olarak yeryüzüne gelmiş, göreviyse kızılca kıya­met aşamasına varmış, toplumu kurtarmaktı Alevi halka göre, Mustafa Kemal Evliya’dan başka bir şey değildi. Ancak Evli­yalar böyle dar günlerde ortaya çıkar ve halkı korurlar İşte Mustafa Kemal hakkında halkın inancı buydu.
Koyun sürüsü diye adlandırdığı Müslüman Türk halkı, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde büyük bir zafer kazanıp vatanını kurtardığında, Vahdettin işgalci İngilizlere sığınarak ül­keyi terk etmiştir.

Üstelik Hz. Muhammed’in halefi sıfatını taşıyan Vahdettin, Çanakkale’ de 250.000 Müslüman Türk evladının kanını döken, Kurtuluş Savaşı’nda eli kanlı Yunan’a para ve silah yardımı ya­pan Hıristiyan İngiltere’ye sığınmıştır. Dahası hiç utanıp sıkıl­madan ve hiç Allah’tan korkmadan hain Mustafa Sabri’ye kaleme aldırtıp yayımladığı Beyanname sinde vatanını terk edip İngilizlere sığınmasını anlatırken bu onursuz davranışını Hz. Muhammed’in hicreti ile özdeşleştirmiştir: Müvekkil-i zişam olduğum Peygamber’in hicret sünnetini izledim.

Daha önce detaylandırdığımız gibi onun bu dönemdeki İslam karşıtlığı kişisel değil tamamen devrimseldir. Ay­rıca bu durum çök uzun sürmemiştir. Atatürk 1932’de -ileride detaylarıyla anlatılacağı gibi- İslamın kutsal kaynağı Kur’an’ı Türkçeleştirerek, başka bir ifadeyle İslamı ulusallaştırarak bu duruma son vermiştir.
Atatürk, 1930 yılında, Kemalizmin resmi tarih tezlerini içe­ren Türk Tarihi’nin Ana Hatları adlı kitabın ilk daktilo tas­lağına bazı bölümler eklemiş ve bazı bölümlerde de değişiklikler yapmıştır. Atatürk’ün bu ekler ve değişiklikleri yalnızca eski Mısırlıların dinleriyle ilgilidir ve burada din eleştirisi yoktur. An­cak Atatürk’ün okuyup yayınlanmasına onay verdiği bu kitapta dinlere yönelik eleştiriler vardır

Her durumda hayatın, herhangi bir tabiat harici etkenin müdahalesi olmaksızın, dünya üzerinde tabii ve zaruri bir kim­ya ve fizik seyri ne’ticesi olduğunu kabul etmek gerekir. Burada da evrimci bir yaklaşımla dinlerin, hayatın başlan­gıcıyla ilgili iddiası çürütülmek istenmektedir. Bu yaklaşımın ne­deni de dinlerin nakilci ve değişmez hükümleri yerine bilimin akılcı ve değişken hükümlerini hatırlatılmak istenmesidir. Kitabın tamamında dinler sadece kültürel boyutuyla işlen­miş, tüm tarihsel açıklamalarda bilimsel ölçüler dikkate alınmış­tır. Bu yönüyle Türk Tarihinin Ana Hatları tarihsel materyalist bir anlayışıyla kaleme alınmıştır denilebilir .

Atatürk’ün yukarıdaki yazıları dikkatle okunduğunda önce­likle onun burada İslam dini kavramını hiç kullanmadığı, eleştilerini Arap dini veya bu din kavramlarını kullanarak yaptığı görülmektedir. Çünkü Atatürk burada kendisinin de mensup olduğu gerçek İslam dinini değil, Arap-İslam anlayışını eleştirmekte­dir. Bu din derken Arap-İslam anlayışını kastetmektedir. İkincisi, bu dindeki ümmetçilik anlayışının millet olmayı engellediğini ileri sürmektedir. Üçüncüsü de bu dinde ana dilde ibadete sıcak bakılmamasından dolayı Türk milletinin Kur’anı’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüğünü, iddia etmektedir.
Atatürk’ün okuduğu kitaplarda din karşıtı bazı bölüm­lerin altını çizmesi ve özel işaretler koyması, onun bu bölümler­le ilgilendiğini, dolayısıyla bu bölümleri önemsediğini gösterir. Bu altı çizili satırlar Atatürk’ün duygularından arınarak, adeta bir bilim insanı gibi genelde dinlere, özelde İslam dinine eleştirel yaklaşmaya çalıştığını kanıtlamaktadır. Bu çabası onun dinsiz olduğunun değil, bilimsel duyarlılığa sahip olduğunun kanıtıdır.

Hayatında aklı ve bilimi hep ikinci planda bulundurmuş ve tüm dinsel bilgilerini atadan dededen gelen geleneksel öğretilerle ya da cemaat kültürüyle oluşturmuş bir birey için Atatürk’ün dinleri sorgulamasının tek bir anlamı vardır: Dinsizlik! .. Ancak hayatı, evreni, maddeyi ve ruhu anlamak isteyen ve bilimin gü­cüne inanan bir birey için Atatürk’ün dinleri sorgulamasının çok daha başka anlamları vardır.

Öyle ki Kurtuluş Savaşı’nın en sıcak dönemlerinde zaman zaman akılcı yaklaşımlarını unuttuğu olmuştur. Örneğin, bir dö­nem kehanete ve rüyaya inanır hale gelmiştir.
O yıllarda Mustafa Kemal’in yanında bulunan, onun ruh halini gözlemleyen Halide Edip Adıvar, Mustafa Kemal’in karargahında, yazıhanesinin hemen arkasında bir hoca ya da kahin tarafından yazılmış yeşil zemin üzerinde Arapça yazılar olduğunu ve her sabah yanındakilere o gece rüya görüp görme­diklerini sorduğunu anlatmaktadır.[432]
Bir keresinde gördüğü rüyayı Fevzi Paşa’ya yorumlatmak isteyen Mustafa Kemal Paşa, onu yanına çağırdığında Fevzi Paşa’nın da o gece aynı rüyayı gördüğünü öğrenince çok şaşır­mıştır.
Fevzi Paşa ve Mustafa Kemal Paşa o gece rüyalarında Hz. Muhammed’i görmüşlerdir.

[432: Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, İstanbul, 1962, s. 148.]

Atatürk’ün din ve Allah konusunda yazdıklarını değerlen­dirirken, onun aynı zamanda İslami geleneklere sıkı sıkıya bağlı bir ahret toplumunu akıl ve bilim ekseninde çağdaş ve laik bir ulus haline getirmeyi her şeyden çok istediği unutulmamalıdır; çünkü eğer bu gerçek unutulursa Atatürk’ün Türkiye’yi çağdaş­laştırırken aklın ve bilimin önemini vurgulamak için genelde dine, özelde de İslam dinine yönelik bazı eleştirel yazıları, Can Dündar ve Doğu Perinçek’in yaptığı gibi Atatürk’ün dinsiz ol­duğu! ” biçiminde yorumlanabilir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm ömrü boyunca okuduğu 4289 kitaptan 161’i doğrudan dinle ilgilidir. Bunlardan 121’i doğrudan İslam diniyle, 21’i diğer dinlerle, 19’u da din, toplum ve siyasetle ilgilidir.
Mustafa Kemal, Çanakkale’de olağanüstü bir cesaret ve inançla mücadele etmiştir. Askerlerini imkansız hücumlara kal­dırmış, kendisi en ön saflarda yer almış, bizzat sıcak çatışmaya girmiştir. Ancak ölümün kol gezdiği Gelibolu sırtlarında, sanki gizli bir güç onu korumuş gibidir.
Ben kadın olsaydım dinsizliği ihtiyar eder de (seçer), İslam olmayı istemezdim. Üzerime üç karı ve istediği kadar odalıklar almasına cevaz veren, kocama cennette huriler hazırlayan, başımı yüzümü dolap beygiri gibi örttürdükten maada, beni her bir eğlenceden men eden, kocamı boşayamamak, sesimi çıkaramamak gibi, dai­ma erkeklere hayırlı, kadınlara muzır kanunlar vaz eden (koyan) bir din benden uzak olsun derdim.
Tuhaf. Bu da bir nevi (tür) sinir hastalığı olmalı, dine dair bahis açıldı mı kendimi zapta muktedir olamıyorum Zaman böyle kalmayacak Fahireciğim, ne faide ki biz erken veyahut bahtsız bir memlekette doğmuşuz.
Mustafa Kemal’in amacı, bir taraftan Mec­lis içindeki sol muhalefeti etkisizleştirmek, diğer taraftan da Sovyet Rusya’dan askeri, ekonomik ve diplomatik yardım al­maktır. Nitekim Mustafa Kemal bu amaçlarına ulaştıktan sonra Türkiye’de solu ve komünizmi tasfiye etmiştir. Dönemin ateşli komünistleri Mustafa Kemal’in isteği ile İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanarak çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Bu nedenle Mus­tafa Kemal’in savaş yıllarında Rus temsilcileriyle kurduğu iliş­kiler, Devlet Sosyalizmi, Halkçılık Programı ve sol söylemleri, onun sosyalist olduğuna kanıt olarak gösterilemez. Kendisi de Kurtuluş Savaşı sırasında Mazhar Müfit Kansu’ya Sosyalist filan bizim anlayamayacağımız, kanşık bir zihniyetin ifadesi­dir. Sosyalist bilmem, ( ) vatan, millet, milliyetçilik biliyoruz demiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, sosyalizmi genç yaşında tanımış olmasına karşın, bu düşüncenin o zamanın Türkiye’sinin gerçekleriyle bağdaşmadığı­nı düşünmüş olacak ki ömrünün sonraki dönemlerinde ideolojik anlamda sosyalizmle olan bağını kesmiş, hatta ömrünün önemli bir bölümünde antisosyalist bir görünüm sergilemiştir.
Efendiler, dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başan için en gerçek yol gösterici ilimdir; fendir. İlmin ve fennin dışında rehber aramak gaflettir, cehalettir, delalettir. Yalnız ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarını, ilerlemesini, idrak etmek ve gelişimini zamanla takip eylemek şartır.

Pozitivistlerde görülen, bilimi topluma şekil vermede araç olarak kullanma biçimindeki hareket tarzı, Atatürk’te de gö­rülmektedir.

Atatürk’ün bilim anlayışının ayırıcı özelliği, bilimi toplumu şekillendirmek için kullanmak istemiş olması, bu açıdan po­zitivizmin getirdiği anlamda hareket etmiş olmasıdır.

Mustafa Kemal, Abdullah Cevdet’in pozitivist ve mater­yalist görüşlerinden etkilenmiş olmasına rağmen, yine de onun din konusundaki kişisel tutumu Abdullah Cevdet’ten oldukça farklıdır. Abdullah Cevdet’i ateist ya da deist olarak tanımlamak mümkün görünmesine karşılık, aynı tanımlamayı -ömrü­nün değişik dönemlerinde din ve Tanrı kavramlarına eleştiriler yöneltmiş olsa da- Mustafa Kemal için yapmak imkansız görün­mektedir.
Abdullah Cevdet, aslında dinin ilerlemenin önünde bir engel olduğunu düşünmesine rağmen, dinin toplumsal önemini kabul etmektedir. Abdullah Cevdet’in amacı, toplumsal yapıda İslam dininden kaynaklandığını düşündüğü sorunları yine İslamın toplumsal içeriği ve gücüyle çözmek ve sonuçta materyalizmin, di­nin toplumda oynadığı rolü oynamasını sağlamaktır. Bu nedenle Cevdet, İslamın tümüyle olumsuz olduğu görüşüne itiraz ederek ondan amacını gerçekleştirinceye kadar ” yararlanmak gerektiğini düşünmektedir.

Mustafa Kemal’in, pozitivist düşünceyi ve pozitivist hareket tarzını tanımasında Abdullah Cevdet’in önemli katkıları olduğu anlaşılmaktadır.

Abdullah Cevdet’in, Latin harflerine geçiş, kadın hakları, kılık kıyafetin modernizasyonu ile akıl ve bilim konusundaki görüşleri, Mustafa Kemal’in görüşlerine şaşırtıcı derecede benzemektedir.

Örneğin, Abdullah Cevdet, Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet Avrupa medeniyetidir. Bunu gülüyle, dikeniyle is­tiknas etmeye mecburuz derken, Mustafa Kemal aynı ko­nuda, Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegane medeniyete iştirak etmesi lazımdır, demiştir.

Abdullah Cevdet bir yazısında akıl ve bilim konusunda­ki düşüncelerini, Halbuki insaniyete salah ve saadet vermeye yegane salih olan akıl, ilim ve hürriyettir. Ancak batıl fikirler­den tahlis edilmek sayesindedir ki, insanlık siyat-ı ahlakiye­lerinden ve derdlerinden kurtulabilir ” şeklinde ifade ederken, birkaç yıl sonra Mustafa Kemal aynı konuda, Gerçek yol gös­terici akıl ve ilimdir. Akıl ve ilim dışında yol gösterici aramak, gaflettir, cehalettir. ve İnsanlık batıl fikirlerden tamamen kurtuluncaya kadar din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır demiştir.

Tevfik Fikret’in kitabının önsözüne koyduğu, Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim dizesini, Atatürk’ün öğ­retmenlere seslenirken, Hiçbir zaman hatınnızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller is­ter, şeklinde ifade etmesi de onun Tevfik Fikret’ten ne denli çok etkilendiğini göstermektedir.
Tarikatları, tekkeleri, otoriter ve baskıcı zihniyetleri, ilerlemeye kapalı, yozlaşmış, çıkar amaçlı davranan insanları ve değnekli hocaları dinle özdeşleştiren genç Mustafa Kemal’in bu kurum­lardan ve kişilerden kaçışı, zaman içinde (pek de derinlemesine düşünmeden) din, inanç ve İslamiyet gibi kavramlardan da yavaş yavaş uzaklaşmasına yol açmıştır. Bir de buna gençliğin dinamiz­mi, heyecanı ve Selanik’in baştan çıkartan hareketli ve coşkulu ortamı eklenince, tarikat, tekke ve camilerden kaçış Selanik kor­don boyundaki gazinolarda noktalanmıştır.
Mustafa Kemal’in çocukluğunu ve gençliğini yakından bilen Kılıçoğlu Hakkı, Falih Rıfkı Atay’a gönderdiği bir mektupta, genç Musta­fa Kemal’in tekke ayinlerine katıldığını şöyle ifade etmiştir: Ailece pek yakındık. Zübeyde Molla’yı ikinci defa kocaya veren benim büyük kaynatam Şeyh Rıfat Efendi’dir. Mustafa Kemal, tatillerde Selanik’te sılaya geldiği vakit büyük kayna­tamın tekkesine gelir, ayin günlerinde dervişler halkasına ka­tılarak huuu huu diye kan ter içinde kalıncaya kadar döner dururmuş.
Daha doğrusu kelimeler, ibadet vasıtası olamazlar. Ancak ibadet düşüncelerin Allah’a tevcihidir.
Atatürkçülük, ulusal ve uluslararası düşün öğelerini akıl, mantık ve kültürel değerler süzgecinden geçirerek çağa göre yeniden yorumlayan, ulusal egemenliğe ve tam bağımsızlığa önem veren, dünyanın siyasal, kültürel ve toplumsal bakımlardan gelecekte varacağı durumu göz önüne alarak politikalar belirlemeye çalışan ve sürekli gelişimini öngören özellikle mazlum milletlere örnek bir kurtuluş ve kuruluş yöntemidir.
Okumak onun hayatının adeta bir parçasıdır.
Bugün Atatürk’ü seven insanları putperestlikle suçlayan dinci Atatürk düşmanlarına da şu gerçeği hatırlatmak gerekir: Şimdiye kadar Anıtkabir’e çaput bağlayıp mozoleye sürtünüp Atatürk’ten yardım bekleyen birini görmedik, ama yatırlara, türbelere sürtünüp ölülerden yardım bekleyenleri çok gördük!
Atatürk milliyetçiliği ırkçı, dinci ve saldırgan faşizmle karıştırılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. diyen Atatürk’ün, Vatandaşlık bağıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı herkesi Türk kabul eden bu anlayışında önemli olan Misak-ı Milli sınırları içinde ve ay yıldızı Türk bayrağı altında tasada ve kıvançta birleşebilmek ve ortak bir kaderi paylaşabilmektir.
Türk olmaktan derin bir haz duyan Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı bütüncül ve kavrayıcı bir anlayıştır.
Atatürk’ün en önemli özelliklerinden biri, gerçek bir Türk milliyetçisi olmasıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir