İçeriğe geç

Aşkın Diyalektiği Kitap Alıntıları – Afşar Timuçin

Afşar Timuçin kitaplarından Aşkın Diyalektiği kitap alıntıları sizlerle…

Aşkın Diyalektiği Kitap Alıntıları

Yetinmek bilgeliğin erdemidir.
İnsan tanrısal bir bilince ulaşmış olsaydı acı hiç çek­meyecekti, bir taş parçası gibi tam tamına bilinç yoksunu olsaydı gene acı çekmeyecekti. İnsan ortada bir varlıktır.
yaşam akıp gitmektedir ama her şey hiç degişmeyecekmiş gibi yerinde durmaktadır. Bu bir yanılsamadır. Dural ya da durağan hiç­ bir şey yoktur. Bir gün bir çevrinti olur ve kişi bir şeylerin hiç degişme­yecekmiş gibi duruşunun bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını an­lar.
gerçek acı genellikle sessizdir: gerçekten acı çeken kişi susar, bağırıp çağırmaz. Acı ve mutluluk dilsizdir derler ki doğru­dur. Acısının büyüklüğünü birilerine göstermek için çırpınanlar da var­dır. Onlar gerçek anlamda acı çekmeyenlerdir.
Gerçek acılar derinlerde, görünmez yerlerde, kuytularda oluşur. Hazlar gibi acılar da kolay kolay ele gel­mez. Gösteriyi seven acılar uydurma acılardır. Herkes kendi acısını yaşar. Acı kolay kolay dile de gelmez.
Bedensel acılar için bir acı tavanı sözkonusudur. Dişinizdeki ağrının daha ötesi yoktur. Ruhsal acıların sınırları belli değildir ya da zaten yoktur.
Kimilerine göre evlilik mutluluğun bulunabileceği yerdir hatta tek yerdir. Mutluluk ne aşkta ne evliliktedir ne de başka bir yerdedir. İnsan­lar onu yanlış yerlerde ararlar çünkü, kendilerinde arayacaklarına dışta bir yerlerde ararlar ve dolayısıyla da bulamazlar.
Aşk tüm evcil görünüşlerine karşın bir yırtıcıdır.
İnsanlar koşullarını düşünüp tartışmadan mut­luluk diye bir şeyi amaç edinmişlerdir. Onu hep ararlar ama hiçbir za­man bulamazlar. Onun amaçlanır bir şey olmadığını, amaçları gerçek­leştirirken duyulan bir heyecandan başka bir şey olmadığını düşünmezler.
aşk açıklanabilir olmaktan çok yaşanılabilir bir şeydir, yaşanılması ge­reken bir şeydir. Onu yaşarken yaşarız da açıklamaya çalıştığımızda uçar gider.
Tartışılmadan benimsenmiş bir değer bir tür iğreti değerdir.
Bilimden doğan teknoloji bilimi yiyip bitiren bir canavara dönüştü. Teknoloji özellikle geri kalmış insanın gözünü parlatacak üretimler yapıyor ve o insanı kıskaçları arasında eziyor.
Otomobil ve telefon, sözde aşkları, aşk olmayan aşkları kolaylaştıran araçlar olarak baş köşeye yerleşti. İnsanlar bundan böyle bir otomobil aşkından, bir telefon aşkından sözeder duruma geldiler.
Yeni insan aşkın yerine ya kaba ölçülerde cinselliği ya da onunla hiç ilgisi olmayan bir şeyi, örneğin televizyonu, otomobili ya da sabah kahvaltısını koymaya kadar varan bir yabancılığı yaşıyor.
Kolaylaşan yaşam insan ilişkilerini donuklaştırdı, giderek anlamsızlaştırdı. İnsanlığın tarihinde böy­lece yalnızlıktan sıkılan ve yalnızlıktan sıkıldıkça yalnızlığa sığınan insan­lar dönemi başlamış oldu.
Aşk yaşamı­mızdaki güçlüktür ama öte yandan insanı insan yapan duygudur, insana insan olduğunu duyuran duygudur.
Henüz kendinin ve kendi kişisel yat­kınlığının bilincinde olmayan insan topluma körü körüne bağlanıyor. Jaspers’in dediği gibi herkesin yaptığını yapıyor herkesin inandığına inanıyor herkesin düşündüğünü düşünüyor. Bu cinsel alanda da böyle­dir.
Bireyleri genelde suça iten duygu yitirecek bir şeyi kalmamış olmak duygusudur.
Evet, belki de aşk’ın kavramı ya da fikridir güzel olan, belki aşkın kendisi diye bir şey yoktur, aşk belki de düşten başka bir şey değildir. İnsanın uyanıkken gördüğü bir yüceye ulaşma düşü.
Kınanmayı göze almadan yaşamak istediğinizde başınıza her şey gelebilir. Gerçek uygar insan biraz da toplumda yürürlükte olan genel değerler dizgesini gözden uzak tutmamakla birlikte bildiğini okuyan insandır.
Dünya serserilik edemeyecek kadar boş ve yüreksiz insanlarla do­ludur. Korku insanları dayanışık ve egemenliğe eğilimli kılar.
dünya egemen olmak için değil yaşamak içindir.
Ben nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir
Serseri dediği­miz kişi bir özgürlük tutkunudur. Kalıplara sığmayan, kurallara körü körüne uymayı düşünmeyen, özellikle yararda sınırlanmayan kişidir o. Gene de onun yaşadığı şey başıboşluk değildir. Serserilik başıboşluk değildir çünkü. Serseriyi iyi tanımıyoruz. Serseri başıboşluğa değil öz­gürlüğe adanmıştır.
Aşk yeteri kadar incelenmedi, yeteri kadar tartışılmadı, ama cinsellik üzerine özellikle ruhbilimciler değişik görüşler ortaya koydular. Ancak bun­ca çalışmanın cinsel yaşamımızın temelinde yatan gizleri sonuna kadar çözdüğünü, onunla ilgili her soruyu rahatça yanıtladığını söylemek hiç de kolay değil. Gerçekte bu tür yayınlardan bir bölümünün bir gerçeği araştırmaktan çok duygu ya da heyecan ticareti yapmak gibi bir amaca yönelik olduğu da kesindir.
Gerçek aşık sevdiğinden sakınmaz kendini: oyun oy­namaz, birşeyi bir başka türlü göstermek için çaba harcamaz.
aşk kendinden başka düşmanı olmayan, kendinden başka bir şeye yenik düşmeyen bir garip savaşçıdır. Evet, gerçekte onun en büyük düşmanı kendidir. O yenildiğinde kendine yenilir. Başka pekçok düş­manı vardır ama bu düşmanlardan herbiri onun kendine yapabildiği kö­tülüğün benzerini ona yapmakta yetersiz kalacakır.
Aşkın en büyük düşmanları aşk yaşamayı beceremeyenlerdir, bece­rememiş olanlardır.
insan zorunlu olarak toplumsal bir varlıktır. Toplumdan soyut­lanmış insan fikri boş fikirdir.
Bitmiş aşklar vardır ama bitmiş anne sevgileri yoktur.
Erkeklerin kadınlarla ve kadınların erkeklerle kolay kolay buluşamadıkları kapalı toplumlarda eşcinsellik çok daha çabuk yayılma olanağı bulur. O durumda gizliliğin de yardımıyla göreneksel değerler de incitilmemiş olur.
Yaşamda bir nedenler bütünü bir sonucun ortaya çık­masında belirleyici olacakır. Ancak şematik düşünmeyi alışkanlık edin­miş sıradan kafalar bir sonuç için tek bir neden belirlemeye eğilimlidir­ler.
Yargılamak çok kolay ama önemli olan yargılamak değil de kavramak. Bir yaşamı anlamak. Kimseyi hor görmeden, kimseyi aşağılamadan. İnsanları bize uyar yanlarıyla olduğu kadar bize uymaz yanlarıyla anlamaya çalışmak.
Aşkın olmadığı yerde insan bir takım gerekleri ye­rine getiren bir makinedir.
Aşkın bencilliğe benzer bir yanı da yok değildir. Aşk kendi dışına yöneliştir ama bir özneyi kendinin kılmak için kendi dışına yöneliştir.
Aptalca söylenilen bir takım sözler aşkın yoğunluğunda hikmet sözleri gibi değerlendirilebilir.
XII. yüzyılda Prise d’Orange Seven insan akılsızlıkla doludur demişti. Gerçek anlamda aşk neredeyse usun bittiği yer­de kendini gösterir. Aynı yüzyılda Marie de France şöyle diyordu: Aş­kın ölçüsü budur işte. Usunu koruyamaz kimse. Aşkta us inmelere uğramış gibidir, etkin olmaya kalktığı yerde batağa saplanır.
Aşk kendinde korkuyu içermez ya da aşk korkuyu dışlayarak aşk olur. Yürekli olmak bir yana, aşk tam anlamında gözüpekliktir. Korku aşkı kemirir, tüketir, hiçe indir­ger.
Aşk ve sanat insanın kendini çırılçıplak sergilediği ve çırılçıplak gözlemlediği yerdir. Elbet bunu söylerken gerçek aşkı ve gerçek sanatı düşünüyoruz. Aşkta ve sanatta insan kendini çırılçıplak ortaya koyar. Bu yüzden sanatta aşka ve aşkta sanata benzeyen bir şey­ler vardır.
Kadın olmak ama her koşulda kadınsı olmamak, erkek olmak ama her koşulda erkeksi olmamak gelişmiş insanın harcıdır. Kendini bilen hiçbir kadın toplumsal yaşamda kadın değildir, kendini bilen hiçbir erkek toplumsal yaşamda erkeksi gösterilere kalkmaz. Ancak basit ya da bayağı insanlar cinselliklerini gündelik yaşama yaymaktan geri durmazlar.
Kendi usundan kuşkuya düşmeyen insanların çoğun­lukta olduğu bir dünyada insanla ilgili tek bir sorunun çözülebileceğine inanamayız.
Mut­suzluğun koşulları kendine yenilmiş insan olmanın koşullarından bes­lenir.
Erkek çok zaman ele geçirilmiş bir varlıktır ama egemen varlık görünümündedir, işin kötüsü o egemen olmamakla birlikte egemen olduğuna inandırılmıştır. Güçlüdür, şişenin tıpasını o sökmeli, sıkışmış bir nesneyi yerinden o çıkarmalıdır. Otomo­bili o sürmeli, odunu o taşımalı, parayı o getirmeli, barınmanın iyi koşul­larını o sağlamalıdır.
İnsan insana görünmez silahlarla ya da çok ince olduğu için iyi seçilemeyen silahlarla saldırır.
Bilinçli ruh kar­şı cinsten birine Sen benimsin derken Sen benim için önemlisin demek ister. Bilinçli insanların dünyasında herkes kendinindir, kimse kimsenin değildir.
Evrenselde erimemiş ben ya da yet­kinleşmemiş ben tam bir oburdur: karşı cinsten gözüne kestirdiği birini kendinin kılmak, daha da kendinin kılmak ister, onu kendinin kıldığında ondan alabildiğine yararlanmayı kurar, bunun için sömürme düze­neklerini sonuna kadar tam bir oyunculukla çalıştırır. Bunun aşkla elbet hiçbir ilişkisi yoktur, çok yerde aşk diye belirlenebilse de. Oysa gerçek aşk ahlakı her durumda iyelik duygusunu dışlayacaktır.
Çünkü aşk küçük oyunlarla sürdürülebilecek bir etkinlik değildir. Aşkın yetkin bilinçlere özgü gelişmiş ahlakı insa­nın insana zarar vermesini engeller.
Bilinç yetersizliğinin en önemli belir­tilerinden biri herkesi kendi gibi düşünmekir.
Her şey dönüp dolaşıp insanın kendini iyi tanımaması so­rununda düğümleniyor. Yarım yamalak kurulmuş bilinçlerle yaşayan in­sanlar her türlü sorunu tam bir gelişigüzellikte yaşayıp tam bir gelişigü­zellikte çözmeye çalışıyorlar.
Cinsler birbirlerini yeterince tanımıyorlar, birbirlerini yeterince ta­nımadan aşk yaşıyor ve birbirlerini yeterince tanımadan evleniyorlar.
İnsa­nın doğada gerçekleştirdiği değişimler basit değişimlerdir, doğanın özünü: değiştirmeye insanın gücü şimdilik yetmiyor. Kim ne derse desin insan doğada bir şeylerle oynuyor ama onu kökten değişikliğe uğratmak gibi bir işe kalkışmayı düşünmüyor, böyle bir şeye gücünün yeteceğini dü­şünmüyor.
insanoğlu verilmiş doğallığıyla yetin­meyen ve onu bilinç yapısına göre dönüşümlere uğratan bir varlıktır.
Öte yandan kadın erkek ayrımı oldukça bulanık bir ayrımdır: ka­dın özellikleriyle erkek özellikleri çok yerde birbirine karışır. Bunlar kadının özellikleri, bunlar da erkeğin özellikleri deyip çıkabiliyor mu­yuz?
Aşk bir yükümlenmedir, önüne çı­kan her engeli yoğun ateşinde eritmek ister. Engel tanımayan yanıyla o tam anlamında bir karşı-toplumsallıktır. Kendini bir gerçeklik olarak ortaya koyduğu yerde öncelikle göreneklerin kalıplarını kırar ya da kır­mak ister, toplumda geçerli her türlü kuralla yıkışır ve toplumsallığa her düzeyde meydan okur. Bu bir ön yargı olmaktan çok bir tepkidir: kendi­ni belli ettiği anda şu ya da bu biçimde toplumsal ön yargıları karşısında bulur.
Aşk bir bilin­cin bir bilince kavuşması, bir bilincin, özellikle duygusal düzeyde, bir başka bilinçte kendini bulması ya da aramasıdır. Böyle olmakla tümüyle bireysel bir olgudur. Alfred Fouillé şöyle der: Erkeğin kadın karşı­sında, sevgilinin sevgili karşısında duygusallığı tüm toplumsal belirle­nimden bağımsız olarak vardır: bu duygu bir insanın bir insana aşkıdır ama topluma olan aşkı değildir, seven kişi bazen topluma başkaldırır. Bu anlamda bir annenin çocuklarına olan aşkından da söz edilebilir. Her ne kadar çocuklar kendi açılarından gelecek toplumu temsil ediyor olsalar da annenin çocuklarda sevdiği her şeyden önce toplum değil­dir: anne çocuklarını sever, çünkü onlar onlardır, çocuklarıdır. Kişile­rarası ilişkiler zorunlu olarak toplumsal değildir.
Aşkın degeri bir bütünsellikte, bir ruh-beden bütününde gerçekleşir.
Gerçek aşklar insanın kendini sevgiliye tam olarak armagan ettigi
aşklardır. Aşkın adanmışlıgı bu noktada anlam kazanır. Sakınıklıkla aşk
olmaz ve her türlü sakınıkhk aşkı öldürür. Ancak insanlar çok zaman
kendilerini tam olarak verme rahatlıgında olmadıkları için aşkta değerlerin
oluşumu yarı yolda kalabilir. Yazık edilmiş nice aşklar vardır. Bu
yüzden aşk yürekliligi gerektirir. Yürekli değilsek aşkla işimiz olmamalıdır.
Yüreksizce yaşanılan aşklar ya aşk olmaktan çıkarlar ya da hastalıklı
özelliklere bürünürler. Aşkın hastalıklı özelliklere bürünmesi de
aşk olmaktan çıkması degil midir?
Her aşk bir yumuşak inişte son bulabiise ne iyi. Her aşk evlilik limanının durgun sularında bitebilse. Pek çok aşkın sonu açık deniz ka­zalarını andırır..
Aşklar dostluklara dönüşmezler, en azından sağlıklı dostluklara dönüşmezler..
Bilinç yetersizliğinin en önemli belir­tilerinden biri herkesi kendi gibi düşünmektir..
Kınanmayı göze almadan yaşamak istediğinizde başınıza her şey gelebilir.
Aşk görünüşte çok yaygındır hatta salgındır.
Sanatçı ve aşık iyileşmez biçimde aykırıdırlar.
Yararcılık bir şeyleri elde etme çabası içinde insanı pek hoş olma­yan yerlere düşürür, onu pek hoş olmayan görünümlere sokar.
Evet, sanat gibi aşk da yarar kollamaz.
Evet, aşkın bir yanı özgürlükse bir yanı silme tutsaklıktır.
Özgür eylem için özgür dü­şünce zorunludur.
Kendini bilen hiçbir kadm toplumsal yaşamda kadın değildir, kendini bilen hiçbir erkek toplumsal yaşamda erkeksi gösterilere kalkmaz.
Gerçek insan gündelik yaşamında cin­ sel dürtülerinin etkisi altında davranmayan, cinsel özellikleri yokmuş gibi duran kişidir.
Hemen her etkinliğinde iki ayrı çirkinlik tablosunu elbirliğiyle ger­ çekleştiren kadın ve erkek bize tek bir gerçeği, insanlaşma yolunda ek­ sik kalmışlık gerçeğini duyurur.
Oysa kadın kadınlığını erkek de erkekliğini yaşama etkin bir güç olarak yayıyor ve insan olmanın temel anlamı olarak benimsetmek istiyor.
Gündelik toplumsal yaşamda kadının kadın er­ keğin erkek olması değil, kadının da erkeğin de insan olması önemlidir.
Cinsellik insan dünyası için tek başına hiçbir şey demek değildir.
Cinsellik salt cinsellik olarak öne geçtiği yerde yani tam bir bilinç- lilikle yaşanılmadığı yerde yaşamı boğuyor, iki ayrı renge, kadın ve er­ kek rengine boyuyor.
En eski zamanlardan beri baştacı edilen bilgelik şurada burada, olmadık bir yerde, bir kırıntı biçiminde karşımıza çıkabilen uyum­suz ve geçersiz bir değerdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir