Filiz Özdem kitaplarından Aşk Meçhule Yürür kitap alıntıları sizlerle…
Aşk Meçhule Yürür Kitap Alıntıları
Bazen, hayatını taşıyamayacak hale gelirsin. Hayatının içinde kaçacak delikler, gizli koridorlar, şefkatli çatlaklar ararsın. Her şeyi yeniden yazmak istersin, kendine başka bir güzergah, başka bir kader çizmek… Ama ne yaparsan yap, yine de kaçamazsın kendinden, aklından firar edenlere gıpta edersin. Yollar değişse de ışık hep aynı ışık, karanlık hep aynı karanlık, sen hep aynı sensindir.
Bir yaraya merhem olamamak ne büyük bir çaresizlik. Ve çaresizlik ne kadar korkunç bir duygu. Ben neyi yapamadım ya da eksik yaptım da biz bunları yaşamak zorunda kaldık!
İnsan bir şeye karar verirken bir şeyden vazgeçiyor. Bir şeyden vazgeçerken de aslında bir başka şeye karar vermiş oluyor. Hayat ne tuhaf.
Hangi korkularının, nasıl kılık değiştirip karşısına dikileceğini kestiremiyor insan.
Zamanla, herkesin yaraları kabuk bağlar mıydı?
Hayatımın üst üste binmiş parçaları arasında kayboluyorum düşündükçe. Kaybettiğim o kadar çok şey var ki…
Neden yaşamak bu kadar ağır bir yüke dönüşüyordu bazılarının ellerinde?
Bu hayatlarımız olmadı! Hiç gün görmedik! Keşke yeniden başlayabilsek!
Her milletin de iyi insanı kötü insanı var.
Deniz çekildiği zaman, nasılki kumsalda görmediğimiz bir sürü şey açığa çıkarsa, akıl çekildiği zaman da hayat başka türlü görünebilir insana.
Bir erkeği ağlarken görmek kadınlar için sarsıcı bir tecrübedir, tamam ama ağlayan bir de babansa bu dayanılır gibi değildi.
Güzellik ne kadar tuhaf bir şeydi. İnsan, güzellerin hiç üzülüp ağlamayacağını, hiç mutsuz olmayacağını, hep el üstünde tutulacağını sanıyor.
Evde biri rüya anlatmaya kalktı mı, ninem hemen kalkıp koluna yapışır ve musluğun yanına götürürdü. Suyu açar, Hah Şimdi anlat, rüya akan suya anlatılır evladım derdi. Bir derdi olana da, Suya koy iç! deyişini hiç unutmam. İnsanı, yine kendi derdi iyileştirirmiş. Benim derdimi iyilestirebilecek bir su yoktu; daha doğrusu ben derdimi içimden çıkaramıyordum, her yanım su olsa neye yarardı!
Bizi inciten aşk değil Teslimiyet
Bazı bedenlerin birbiri için yaratıldığını ve bu bedenlerin buluşmasının her zaman mümkün olmadığını, hatta bu mutlu tesadüfün bazı insanları hiç bulmadığını kim inkar edebilir? Yine de, bedenleri birbiri icin yaratılmış olması, ruhların da birbiri için yaratıldığı koşulunu beraberinde getirmiyor. Hatta bazen, ruhu bile kendisi için yaratılmamış birine teslim oluyor insan.
Bir yaraya merhem olamamak ne büyük bir çaresizlik ve çaresizlik ne kadar korkunç bir duygu. Ben neyi yapamadım ya da eksik yaptım da biz bunları yaşamak zorunda kaldık!
Yaşadığın anın içinde kendini yetişkin sanıyorsun. Halbuki, üzerinden yıllar geçtikçe, hafızanın fotoğrafhanesindeki karelere baktıkça, insanın burnunun direği sızlıyor, hayata ve kendisine karşı içi merhametle doluyor. Meğer çocukmuşuz hep
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Bir yaraya merhem olamamak ne büyük bir çaresizlik Ve çaresizlik ne korkunç bir duygu. Ben neyi yapamadım ya da eksik yaptım da biz bunları yaşamak zorunda kaldık!
Hayatında kimseye teslim olmamış, kimseyi kaybolarak sevmemiş ve kimsenin onda kaybolmadığı ; gömleğinin altında gizli teslim taşını arada sırada okşarken yakaladığım, kederli bir adamdı Ruhi.
İnsanı yine kendi derdi iyileştirirmiş. Benim derdimi iyileştirebilecek bir su yoktu ; daha doğrusu, ben derdimi içimden çıkaramıyordum, her yanım su olsa neye yarardı !
Şimdi anlat, rüya akan suya anlatılır evladım derdi. Bir derdi olana da, Suya koy iç ! deyişini hiç unutmam.
An geliyor, her şey geriye doğru akıyor, birbiriyle yer değiştiriyor, birbirinin görüntüsünü bozuyor, tanınmaz hale getiriyordu.
Demek ki bu dünyada yegânelik, benzersizlik diye bir şey yoktu. Birbirine benzemeyen bir sürü insan benzer duygular yaşıyor, benzer düğmelerinr basıldığında benzer sesler çıkarıyordu.
Demek ki üslup, parmak izi gibi bir şey değildi. Taklit edilebilir ya da yeniden üretilebilirdi.
Niye zaman, boşlukta sallanıp duran yassı ve akışkan bir yüzeye dönüşmüştü ve beni üstünde tutmuyor, sabit bir noktada durmama izin vermiyordu ?
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
İnsan cevabını zaten bildiği soruları neden ilk seslendirmek ister ?
Acı diye bir şey yoktur ! diyordu Ziya, Ölüm de yoktur ! Hayat akıp gider, bir yerinde hepimiz söner gideriz, hepsi bu ! Nasıl ve ne zaman olduğunun hiçbir önemi yok !
Onunla ya bulutların üstünde uçtum ya da yerin dibinde, karanlık labirentlerde süründüm. Yeryüzünün bahçelerinde yürümedik hiç.
Bir ruhum varsa, onun kelimelerden yapılmış olduğuna inandım belki de.
Bir ömrü har vurup harman savurmuştuk. Artık yaşlanmıştık, belki de bundan korkuyorduk. Kiminle karşılaşsak hastalıklardan konuşuyorduk artık. Tenimiz tazeliğini bedenimiz kıvraklığını çoktan kaybetmişti.
Kendi gölgemden eksilttiklerimle kendimi var etmiştim. O zaman, bu gerçek bir varoluş sayılır mıydı ?
Hayatında, çocuğunun çekmecesini açmayı bile onun özel hayatına saldırı olarak algılayan ben ( keşke saldırsaydım, o başka ), ne demeye babamın dolabını, çekmecelerini dökmüştüm ki ! Hem de her gün o evde yaşayan biri gibi.
Çünkü, kendimiz dahi, bazen kendimizde uyuyan şeyleri bilemeyebiliriz.
Bence her insanda pek çok duygu durumu faal olmasa da öz olarak mevcut. Magmamızda, derinlerde uyuyor.
Hayatımı, yaşadığımdan farklı anlatarak, ben de kendimden ayrılmış olmuyor muydum ? Hem ruhsal hem de cismani olarak
Ama ne yaparsan yap, yine de kaçamazsın kendinden, aklından firar edenlere gıpta edersin. Yollar değişse de ışık hep aynı ışık, karanlık hep aynı karanlık, sen hep aynı sensindir.
Bazen, uydurmak özgürleştirir, belki hafifletir insanı. Bazen, hayatını taşıyamayacak hale gelirsin.
Deniz çekildiği zaman, nasıl ki kumsalda göremediğimiz bir sürü şey açığa çıkarsa, akıl çekildiği zaman da hayat başka türlü görünebilir insana.
Cevabını veremediğim sorularla uğraşmaktan çoktan vazgeçtim. Artık hiçbir şeyi beklememeye karar verdim.
Acı, kokusu alınan ve insanları tuhaf bir şekilde buluşturan bir duygu.
Yeniyetme yaşlarımda, hayat bana çok zormuş gibi gelirdi. Büyüyünce her şeyin kolaylaşacağını, insanın her şeyi denetleyebileceğini hayata vâkıf olacağını sanırdım. Ne kadar yanıldığımı anladığımda yaşadığım şaşkınlığı ve hayal kırıklığını tahmin edersin. İnsanın ne kadar parçalanabileceğini görmek, bunu kaldırmak Sustu gözleri yaşardı.İnsan duyarsızlaşıyor sanki bir şey oluyor
Sevmek somut bir şeydir dedi bir gün bana. Elle tutulur, gözle görülür İşte o kadar somut bir şey Sevmek, sevdiğini psikolojik ve fizyolojik olarak rahat ettirmektir. Onun arzularında boşluk bırakmamaktır. Ama sen beni çok yalnız bırakıyorsun.
Yine de, bedenlerin birbiri için yaratılmış olması, ruhların da birbiri için yaratıldığı koşulunu beraberinde getirmiyor. Hatta bazen, ruhu bile kendisi için yaratılmamış birine teslim oluyor insan.
Bazı bedenlerin birbiri için yaratıldığını ve bu bedenlerin buluşmasının her zaman mümkün olmadığını, hatta bu mutlu tesadüfün bazı insanları hiç bulmadığını kim inkâr edebilir ?
Öfke yerini boşluğa bırakmıştı. Meltem atladığı kattan yere çakılmış, ben ise içimde, kendi içimin bilemediğim boşluklarına düşmüştüm.
Eskiden bir evde öksüz bir kız kardeş varsa, askere almazlarmış oğlanı, kardeşine baksın diye.
Annelerimizin her söylediğini yapsak, hayatımız nasıl olurdu acaba ?
Bir yaraya merhem olmamak ne büyük bir çaresizlik Ve çaresizlik ne kadar korkunç bir duygu.
Bir erkeği ağlarken görmek kadınlar için sarsıcı bir tecrübedir, tamam, ama ağlayan bir de babansa bu dayanılır gibi değildi.
Meltem’in boş bulduğu, bir türlu dolduramadığı kuyu ruh idiyse, benim içinde kaybolduğum tıkış tıkış yıvışkan,peltemsi şey, ne idi peki ?
Çünkü bazen gerçek inanılamayacak bir boyuta bürünür.
Roman dediğin, parlak fikirlerle ya da güzel cümlelerle yazılamazdı ki
Çapkın bir adam olmadım hiçbir zaman. Sadece kapım aralıktı, geleni geri çevirmiyordum. Her isteyen uzanıp beni alabiliyordu.
İnsan bir şeye karar verirken bir şeyden de vazgeçiyor. Bir şeyden vazgeçerken de aslında bir başka şeye karar vermiş oluyor. Hayat ne tuhaf.
Hangi korkularının, nasıl kılık değiştirip karşısıns dikileceğini kestiremiyor insan.
Su alıp götürseydi bütün kelimelerimi ve onların taşıdığı, gizlediği her şeyi Konustuğumuz kelimelerin dünyası ile yazdığımız kelimelerin dünyası arasında, sözlü dil ile yazılı dil arasında ne aşılmaz bir uçurum var aslında. Belki de bunun için daha çok susmayı sevdim ben, en çok da okumayı
Zaman çizgisinin kırıldığı bir sürü dünya dönüyordu sanki evrende ve her biri birbirinin benzeriydi. Sadece, aynı şeyler eş zamanlı olmuyordu.
Elbette tutku, bedenle değil, ruhla ilgiliydi. O derinlerdeki tutkuyu, inancı, teslimiyeti yansıtan gözlere mi bakmaktan korkuyordu insanlar ? Kendi tutkularıyla yüzleşmekten ya da o gözlerdeki tutku/inanç tarafından esir alınmaktan veya yargılanmaktan mı korkuyorlardı ?
Büyüklüğü ve derinliği aynı, ama birbirinin zıddı bir ruh hali. Onunki yok eden, benimki var eden bir incelme hali.
Çürüyorum. Onun, ölmekte olan gövdesinin kabuğunu soyunmasına gerek yok. Ben çoktan giydim bile onu üstüme.
Kıl deyip geçmemeli. İnsanın genetik haritasını açığa çıkarabilecek kara, kıvrık, endamsız mektuplar bunlar.
Bizi inciten aşk değil, teslimiyet.
Ne de olsa zaman geçiyordu ve biz ayrıntılarıyla anlattığımız pek çok şeyin yavaş yavaş dallarının budandığını, geçmişin gitgide bulanıklaştığını ; söylenenlerin, eylenenlerin, olup biten her şeyin biçimsiz bir bulutsuya dönüştüğünü, geriye sadece ve sadece belirsiz duygu izlerinin kaldığını fark ediyorduk.
Yoksa, dünyayı dolduran gelmiş geçmiş bütün acılar, bende sızacak nice çatlak bulmuştur çocukluğumdan beri. Yine de, taşa toprağa bakmak bile yeterdi kendimi mutlu hissetmem için.
Bütün kalbimle bu umuda sarıldım. Olacak her şeyin benim hükmümde ve iznimde olacağı umuduna.
Henüz benden hiçbir şey talep etmiyordu, onu zihnen, kalben seviyordum. O zaman, ölesiye lafı kolaycacık çıkabiliyor insanın ağzından değil mi ? Kimse sana kendi varlığını, seçimlerini, isteklerini, kişiliğini dayatmadığı, sana hayır ya da dur demediği, sana sınırlar çizmediği ya da senin koyduğun sınırları aşmak istemediği, hükümranlığını ya da kurduğun oyunu bozmadığı sürece
Biri sevdiğinden ayrı düştü mü, Yerin altında olacağına, dağın ardında olsun! derdi ninem.
Peki, ya dağın ardı da bir tür yeraltı ise?
Bazen bilemiyorsak nerede olduğumuzu Yer, gök, ufuk çizgisi birbirine karışıyorsa Ya da kendi ücra yalnızlık adamızdan soğuk sulara dalıp çıkıyorsak Kim iddia edebilir bunun yüzme olduğunu? Bunun aşk olduğunu
Peki, ya dağın ardı da bir tür yeraltı ise?
Bazen bilemiyorsak nerede olduğumuzu Yer, gök, ufuk çizgisi birbirine karışıyorsa Ya da kendi ücra yalnızlık adamızdan soğuk sulara dalıp çıkıyorsak Kim iddia edebilir bunun yüzme olduğunu? Bunun aşk olduğunu
Demek bu dünyada yegânelik, benzersizlik diye bir şey yoktu. Birbirine benzemeyen bir sürü insan benzer duygular yaşıyor, benzer düğmelerine basıldığında benzer sesler çıkarıyordu.
İyi de, ben niye zamanın bir yerinde takılıp kalmıştım? Niye zaman, boşlukta sallanıp duran yassı ve akışkan bir yüzeye dönüşmüştü ve beni üstünde tutmuyor, sabit bir noktada durmama izin vermiyordu? Belki de ne zamanın, ne mekanın bir suçu vardı benim bu halimde. Bir yerlerde bir şey kırılmıştı ve artık hiçbir şekilde birbirini tutmuyordu. Bu bir benzetme değildi. Bir şey değil, aslında çok şey kırılmıştı. Kemiklerimle beraber, aklım da, ruhum da
Neden bu yaraları bu kadar sevdin?
Neden kapanmasına izin vermedin?
Neden kendine yeni bir hayat kurmadın?
Neden kapanmasına izin vermedin?
Neden kendine yeni bir hayat kurmadın?
Kuramadım Ziya. Kuramadım işte. Ben herkeste sende olmayanları aradım. Sende olmayanları bulduğumda da, sende olanların hasretiyle yandım.
Bazen tek bir ânın içinde olmak istiyordum.
Yeniden çocuk olmak Henüz incitilmemiş, henüz hiçbir şeye başlamamış, hiçbir seçimde bulunmamış, anasının kucağında bir çocuk Hatta hep çocuk olayım, hep o yaşta kalayım Etrafımda ne baba, ne koca, ne sevgili hiçbir erkek olmasın. Tombul ve yumuşak elli, anaç kadınlar şefkatle saçımı okşasın. Başım onların kucağında, öylece kalakalsın. Zaman geçmesin hiç.
Yeniden çocuk olmak Henüz incitilmemiş, henüz hiçbir şeye başlamamış, hiçbir seçimde bulunmamış, anasının kucağında bir çocuk Hatta hep çocuk olayım, hep o yaşta kalayım Etrafımda ne baba, ne koca, ne sevgili hiçbir erkek olmasın. Tombul ve yumuşak elli, anaç kadınlar şefkatle saçımı okşasın. Başım onların kucağında, öylece kalakalsın. Zaman geçmesin hiç.
Onunla ya bulutların üstünde uçtum ya da yerin dibinde karanlık labirentlerde süründüm. Yeryüzünün bahçelerinde yürümedik hiç
Baktığımız şeylere, yanımızda duran insanlara yüklediğimiz anlamlar ne kadar şaşırtıcı olabiliyor bazen değil mi? Okuduğumuz ne? Belki, sadece kendimizden yansıyan bir şey. Belki, o insanla hiç ilgisi yok. Ondan aldığımızı değil, ona verdiğimizi seslendiriyoruzdur belki de
Hayat. Böyle işte. Başımıza bütün gelenlerle hayat. İyisiyle kötüsüyle, belasıyla hoşluğuyla Hayata teslim olmayı bilmezsen, yaşamak çok zor. Ondan gelene kapını kapatmayacaksın, ki zaten sen kapıyı kapatsan o pencereden girer, hiç fark etmez.