Ulus Baker kitaplarından Aşındırma Denemeleri kitap alıntıları sizlerle…
Aşındırma Denemeleri Kitap Alıntıları
İgnoramus telaffuz edilmez, telaffuz edilen her şey tarafından örgütlenen bir sonuçtur. Orada artık her şey biter. : Ya Foucault gibi gülmeye başlarsınız , ya da bir Stoacı gibi sessizce ölüme geçersiniz.
En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan… Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı… Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı…
Güzelsin…
Uzaktan zor seçilebilir bir harf… Hayır hayır! Şimdi anlıyorum…
Gizli bir rakam, Kabala’dan… kumun üzerine çizilen… Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz…
Ama güzelsin…
Unutulmaması gereken, bir toplumun en korktuğu şeyin, denetleyemediği , akıp giden şeyler olduğu, karşılaşabileceği en büyük felaketin bir sel baskını olduğudur. Bütün toplumlar gibi, burjuva toplumu da böyle şeylerden korkar. Ölümden, azalmaktan, seyrelmekten korktuğundan çok daha fazla, bir selin gelip, üzerine ayağını bastığı toprağı aşındırıp götürmesinden korkar. Unutulmaması gereken, kapitalizmin bizzat böyle bir sel baskını olduğu ve hala sürekli sel baskınları türünden iş gördüğüdür.
burada herkes kendi gecesi ile yüz yuzedir artık. Belki bir takatsizliği veri alacağız. Yetişmemek, yakalayamamak düşüncesi de bize eskisi kadar kaygılayıcı gelmemeye başlayacak belki. Ve o ilk mecalsizliği kızgınlığın( ve apansız sevinçlerin) yardımıyla atlattıktan sonra, gecenin geç saatlerinde, orada ileride yavaş yavaş, bizimkine çok benzeyen ama enerjetik yüklerinden arınmış bir dünyanın sözlerinden oluşmaya başladığını görebileceğiz..
Ya anlarsa? Bundan dolayıdır ki kadın, her cinsel sapmadan sonra, uzun uzun bedenini inceleme, eksikliğin ya da eklemlerin nerelerde ve nasıl ortaya çıktığını anlama çabasına girmektedir. Tam bir beden hermenötiği. Ama yapışıp kalan şey tam anlamıyla bir fantazma oluşundan dolayı kısa sürmeye mahkum bu muhasebe esnasında, kadın, kendi bedenini üç farklı gözle görmeye çalışır; merkezin gözü, aşığının gözü ve sapmanın gözü. Pişmanlık duyma ya da duymamak , kendini suçlu hissetmek ya da hissetmemek ve yaşamın ‘ bundan sonrası’nın nasıl sürdürüleceği sorusuna verilen yanıt, bu üç ayrı gözün gördükleri arasındaki çatışmada, neyin ya da nelerin baskın geleceğine bağlıdır. Öyleyse: Arındırmak mı bedeni, sapkınlığın izlerinden yoksa bir kez daha çekip çıkarmak mı suyu çoğaltma ritüelini, heteroseksüel aşkın merkezinden.
Sapkınlığın işaretleri bizim kadınlarımızdan , ne kadınlar sevdim, zaten yoktular a geçişin öykülerinde izlenebilir kanımızca. Toz pembeden, siyah ve kırmızının erotik çağrışımlarına değin; çürümüş, sıkılmış, ısırılmış, koparılmış etin morarmışlığına kayışın ayak izleridir bu bir anlamda.
Türkiye’de modernleşmeyle birlikte erotik literatürde yaşanan önemli dönüşümlerden biri de bekaret temasına atfedilen ve takıntıya varan önemin, romantik- heteroseksüel ilişkin ağır, kadife örtüsü altına gizlenmesidir.
Aşk,bir yandan sapışı ‘ anlaşılabilir’ ve ‘ bağışlanabilir’ kılarken, bir yandan da onu örtmekte, görünmez yapmaktadır. Örtüyü araladığımızda kuytu noktalardan göz kırpan vurgu ise bir zamanlar son derece masum ve temiz olan kadının, fethedilme arzusuyla yanıp tutuşarak, bekaretini yitmek suretiyle kirlenmesi ve bir daha asla eskisi gibi olmayışıdır.
Böylesi bir kurgulanışta, bedensel itaat ve disiplinin çiğnenmesi geçici zevkler de kalıcı yitirişleri sürüklemektedir peşisıra. Ve ilk cinsel birlikteliğin ardından pek çok hemcinsleri gibi erotik modernist Türk romanlarındaki kadınların temel kaygısı da anlık sapmanın izlerinin dışarıdan bakanlar tarafından anlaşılıp anlaşılmayacağı, geçici olanın ardından neyin ya da nelerin bedenine yapışıp kalacağıdır. Ya anlarsa?
Yazı da girdiği alanı tümüyle kuşatamaz hiçbir zaman. Bukalemun gibi renklerini alır içine girdiği zamanın ve mekanların. Yine de edilgen ya da yumuşak bir biçimleniş değildir söz konusu olan. Değildir ki, yazanlar kadar yazılanlar da, söyleyenler kadar söylenenler de ateşin çıtırtıları arasında, kendilerini seyreylemeye, küllerini solumaya gelen insanların yüzlerine bakarak yakılmışlardır meydandaki saatin altında.
Peki ya ben değilsem, azınlık olan; azıcık olan; azıcık kalan; azımsanan? Ya yazdığım öyküler, şiirler, makaleler ya da çektiğim kısa filimler veya başkalarına yükleyip gönderdiğim, tanımsızlıkta sınırlanmış, ama bir o kadar da tanımlanamadığı ölçüde soluk almış, sapmış ‘şeyler’ ise azınlık olan, azıcık kalan? Belki bu cendereden çıkılabilir böylelikle. Yani bir şekilde ‘ ben’ imle ilintili, ilgili olan ama ‘ ben’ e ait olmayan; ‘ ben’de mola verip, ‘ ben’ den esinlenerek, ‘ ben’ siz yola devam ederlerse azınlık olan; azıcık kalan? Yani yaptıklarımı ya da ‘ yaptım’ farz edilenler.. hem ne fark eder? Beni değil, kitaplarımı ; bedenimi değil, bedenimin renklerini alanı yakarsınız olur biter
Ben de hayatta kalırım; unutmanın aktif bir eylem olduğuna inanmak bunu dayanılmaz migren ağrılarına çevirse bile.
Bir de şunu düşünmenizi istiyorum. Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak; dünyayla ilişkimizin düzeyinden ibaret, tümü değil.
Klossowski, bireyliğin bu salınım hareketini kimliğin imkansızlığı boyutuna kadar taşımıştı: yalnızca kendi merkezini arayıp duran ve bizzat kendisinin de bir parçasını oluşturduğu çemberi bu yüzden bir türlü göremeyen bireyi sarsan ateşli titreşimlere (şahit olun); çünkü eğer bu titreşimler onu sarsıntıya uğratıyorlarsa bunun nedeni her birinin, bireyin o keşfedilemez merkezin bakış açısından edindiği ve kendine mal ettiği bireylikten tümüyle başka bir bireyliğe tekabül etmesidir. Böylece bir kimlik özü itibariyle arızidir ve bu arıziliğin onları mutlak olarak zorunlu kılması için herbir kimliğin bireylikler dizisi tarafından katedilmesi gerekir.
Nietzsche’ye göre sindirim sistemi, küçümsenemeyecek bir biçimde, son derece ayrık, farklı duran unsurları içine alıp öğüterek, sindirerek ve farklılıkları usul usul eriterek çalışıyordu. Tıpkı teker teker insanlar gibi, toplumlar gereken onca Yahudi, Kürt, Çingene, Göçmen sapkın bulunuyor ve öğütülecek unsurların sayısı ya da miktarı azalma göstermiyordu. Aralıksız çalışan, tökezlediğinde ciddi sorunlar çıkaran ve son derece karmaşık bir yapıya sahipti çoğunlukların midesi. Öte yandan, Almanların kolay kolay ortadan kalkmayacak sorunları, hastalıklı sindirim sistemleri yüzünden, mönülerindeki unsurları pek iyi öğütememeleriydi. Kısacası, asimilasyon adını verdiğimiz işleyiş, aslında, üzerinde pek düşünme gereği duymadığımız sindirim sisteminden başka bir şey değildi.
Hiç gelmeyecek o yolcu;çünkü yolda olan da,yolculuğun yönü de belirsiz.
Zamandan bahsetmek için,her zaman gerçektenartik çok geç tir.
Muhafazakar,geçmişe yönelik değildir,geleceğe yöneliktir: çocuklarım, toplumum,gelecekte de benim yaşadığım gibi,benim arzuladığım gibi yaşasınlar
Doğa,uluslar,kavimler,hatta ırklar filan yaratmaz,yalnızca bireyler üretir ve bu bireyler kollektif aidiyetlerini ancak sonradan bulurlar.
Doğa, uluslar, kavimler, hatta ırklar filân yaratmaz, yalnızca bireyler üretir ve bu bireyler kollektif aidiyetlerini ancak sonradan bulurlar. Önemli olan, işte bu sonradan ın ne anlama geldiğidir, kimlik ya da aidiyet duygusunun kendisi değil.
Insan,perspektiflere ve bakış açılarına yerleştiği anlarda belli bir dünya algısına,düşünceye bu hakikatin çerçevesine sahip olur.
Dünyadaki birey sayısı kadar çok sayıda bakış açısı bulunduğu besbellidir.
Akıl ya da ruhun beden üzerindeki hakimiyeti ve bunun savunulurluğu devam ettikçe, sapkınlık, bedensel bir meseledir, hatta bir zorunluluk ve
ihtiyaçtır.
Muhafazakarlık ancak gelenek ortadan kalkarak tarihsel bir hayal perdesinin ardında kaldığı andan itibaren mümkün bir duygusal yaşantıdır. Fenomenolojik geçmişe özlem değerinin altında gelecek üzerinde kurulacak bir hakimiyet güdüsü yatar. Muhafazakar, geçmişe yönelik değildir, geleceğe yöneliktir: çocuklarım, toplumum, gelecekte de benim yaşadığım gibi, benim arzuladığım gibi yaşasınlar
Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür.
Marx
Kötülük hakkında düşünmek,onu bir kader olarak yeniden üretmektir
Bilimci ise, kısa ve tok bir sesle, insanların yüzüne pek bakmadan söylenen bir bilmiyorum u telaffuz ettiği anda, herkes bir tür henüz değil in ima edildiğini anlayacaktır: Henüz o düzeyde, varlığın katmanlarının o kadar derininde değiliz, demektedir.
Nefret,geriye çevrilerek artar,ama Sevgi ile yıkılabilir.
Her şey, kendi gücü yettiğince, varlığını sürdürmeye çabalar
Kaybedilen düş,görülmemiş olan düştür.
İnsanlar, şeyler karşısında direnebilmek türünden lükse sahip değildirler, çünkü şeylerin düzeni, sözgelimi kapitalist sistemin, birikimin, borsanın piyasa mekanizmalarının işleyişi onların eyledikleri düzlemlerden farklı düzlemlerde gerçekleşir. Öyleyse temel bir devrimci faaliyet olarak direnç şeylere, yani insanlara, zenginlikleri, özel ethos tiplerine (İslâm gibi) karşı gösterilemez, onların işleyiş biçimlerine karşı gösterilebilir.
Başkalarının rüyalarına yakalanmak felaketinden kurtulabilmek için kendi rüyamızı üretmeye davet ediyor.
Kapitalizme geçiş, yasalar aracılığıyla formüle edilemez. Bunu belki bugün, Chicago Üniveritesi’nin kampüsünü çevreleyen muazzam yoksulluğu ve sararıp solmuş insanları uzun adımlarla atlayarak çökmüş Doğu Avrupalı ülkelere kapitalizme geçişin yasalarını öğretmeye koşan neo-liberal iktisatçılarına ancak Marx’ın kitabını yeniden okumaya-kalkışmak öğretebilir.
Anlaşılan Descartes’ın patolojisi özel bir tutkudan, saplantı haline dönüşmektedir. Evrenin, dünyanın hatta Tanrı’nın bile, bizi kandırabileceği , enayi yerine koyabileceği kuşkusu. Psikanaliz bize bunu neredeyse evrensel bir insanlık hali olarak sunuyor. Bana hakikati değil, kesinliği ver! Bir duygu ile bir hakikati değiştokuş etmeye razı olmanın ne büyük bir kayıp olabileceğini bir düşünmeye çalışın: Üstelik zarar, hem duygudan hem de hakikatten verilmiştir. Descartes, kendisini kandırabilecek her şeyin önünden çekilir, hedef küçültür, hakikatlerin tümünden vazgeçer, duyguların ve tutkuların hepsini askıya alır Psikanalizin ileride gerileme , regresyon adını takacağı bu ruh halini, çok daha önceden, aktif bir yöntem haline getirmeyi başarır.
veritas, index sui et falsi
(Doğru, kendinin ve yanlışın işaretidir)
“Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür.”
Marx’ın ve Lenin’in “bilgeliği”, duyulmayan sese kulak vermek değil, onu görünür kılmak, evet, duyulur bile değil, “görünür” kılmaktır.
“İnsanın körlüğünü ve sefaletini görerek, dilsiz kainata ve ışıksız, kendi başına bırakılmış, evrenin bu ücra köşesinde yapayalnız, kendisini oraya kimin koyduğunu bilmeden, orada ne işi olduğunu, ölürken başına neler geleceğini bil meden kalakalmış insan karşısında bilisizliğimden korkuya kapılıyorum;
“Öyleyse kör inancı doğuran, koruyan ve besleyen neden korkudur Her insan doğası itibarıyla korkunun eline düşer
Yüzey ile derinlikler hiçbir zaman aynı düzlem üzerinde çatışmaya girmedikleri için, her zaman düşmanın karanlık gölgeler oyunu ile karşı karşıya kalmaya mahkûm ediliriz.
Deleuze’ün söyleyeceği gibi “gerçekliğinizi” başkalarının rüyalarına “yakalanmış” olarak bulabilirsiniz.
Bu deneyimler insan “sanatları”nı zorlaştırıyorlar: Sevmenin ve âşık olmanın sanatını, ölme sanatını, hakikati söyleme sanatını, ignoramus (bilmiyorum) sanatını ve çalışma sanatını
Kötülük hakkında düşünmek, onu bir kader olarak yeniden üretmektir.
Her şey, kendi gücü yettiğince, varlığını sürdürmeye çabalar her şeyin varlığını sürdürmeye çabaladığı çaba şeyin edimsel özünden başka bir şey değildir.
İsa ateistti, çünkü kendisinin tanrı olduğunu söylemişti
Tesadüflere ve mucizelere, olumsallığa yer yoktur; yalnız zihnimizin yetkin olmayışı ve nedenleri tanımamamız yüzünden bir şeyin tesadüfi ya da olumsal olduğunu hayal ederiz.Dinsel düşüncenin hastalıkları arasında yer alan mucizeler ve hayaletler, kaynaklarını “olumsallık” fikrinden alır.Özünde bir çelişki bulunup bulunmadığını bilmediğimiz durumlarda, ya da özünde hiçbir çelişki bulunmamasına rağmen, nedenlerinin farkında olmadığımız için var olup olmadıklarını bilmediğimiz şeylere işte bu yüzden “olumsallık” niteliğini yakıştırırız.
Tanrı’nın doğasında düşünen varlık olma varsa bu, bizim düşünmemiz ya da zihnimiz gibi, nesneleri var olduktan anda ya da onlar olup bittikten sonra kavrayan bir zihne değil, her şeyi aynı anda kavrayan bir zihin olmalıdır: Yani nesnelerin tümünün “biçimsel nedeni” bu zihni oluşturmaktadır.
Tanrıbilimcilerin Tanrısı, sanki yaratılabilir sonsuz sayıda nesneyi bilmekte, anlamaktadır ama bunları hiçbir zaman üretememektedir. Her şeye gücü yeterliğine ve mutlaklığına böylece gölge düşürüldüğü de sayısız tanrıbilimsel önyargı aracılığıyla gözlerden saklanmaya çalışılmaktadır.
Tanrı’nın “varlığı”nın kanıtlanması aslında mümkün bile değildir. Spinoza’nın yaptığı Tanrı’nın inanmak üzere yapılmış bir kanıtlanması olmaktan çok, onun doğasının “tanıtlanması”dır (definitio). Tannbilimciler ve filozoflar ise, varoluşun kanıtlanmasını istemekte devam ederler. Buna hiç gerek yoktur.
Spinoza için, Tözün, yani Tanrı’nın yani Doğa’nın (Deus sive Natura) kanıtlanmaya ihtiyacı yoktur: Kendinin nedeni (causa sui) olan ve varoluşu zorunlu olarak doğasına ait olan varlığın ta kendisi, tanımıdır
Düşünceler, fikirler ve sezgiler, kök-köken tanımaz bir biçimde hareket ederler.
Toplumlar da sindirim sistemlerine sahiptiler.
Belediyelerin kentlerin meydanlarına, sokaklarına, parklarına ya da ana caddelerine kendi zihniyetlerince yeni isimler verme çabaları, isimler üzerinde yoğunlaşan oldukça köklü ve geniş bir çatışmanın içinde değerlendirilmeli, yorumlanmalıdır. Bir sabah uyandığınızda, sokağınızdaki tabelanın değiştiğini görürsünüz.
Akıl ya da ruhun beden üzerindeki hakimiyeti ve bunun savunulurluğu devam ettikçe, sapkınlık, bedensel bir meseledir, hatta bir zorunluluk ve ihtiyaçtır.
Aslında “toplumsal düzene yöneltilen isyan”, modern toplumda asiyi ayrıcalıklı bir konuma getirir. Ne de olsa asi, modern toplumda savaşabilecek bir şeyler bulabilmektedir hala.
Yaptıklarım ya da ‘yaptım’ farz edilenler hem ne fark eder? Beni değil, kitaplarımı; bedenimi değil, bedenimin renklerini alanı yakarsınız olur biter.
Salo’nun çılgın nazi subaylarını ancak kırık aynalardan seçebiliyorduk. Dinlerin bütün sapkın dervişleri, bütün azizleri, kendilerini Nietzsche’nin maskelerine geriden, pek geriden bakar buluverdiler. Nihilizmin sabırsız emekçileri ortalamanın büyük ahlakını pek kolay benimseyebildiler.
Zamandan bahsetmek için, her zaman gerçekten “artık çok geç”tir. ..
Zamandan bahsetmek için, her zaman gerçekten “artık çok geç”tir.
Muhafazakarlık ancak gelenek ortadan kalkarak tarihsel bir hayal perdesinin ardında kaldığı andan itibaren mümkün bir duygusal yaşantıdır. Fenomenolojik “geçmişe özlem” değerinin altında gelecek üzerinde kurulacak bir hakimiyet güdüsü yatar. Muhafazakar, geçmişe yönelik değildir, geleceğe yöneliktir: çocuklarım, toplumum, gelecekte de benim yaşadığım gibi, benim arzuladığım gibi yaşasınlar
Tarih istediği yere götürür insanı, ama orada bırakmak şartıyla.
Natüralizm ne doğayı taklit eder,ne de onu anlatır; aksine doğayı “belirlenebilir” tarihsel mekan ve zamanla, “kökensel dünyayı”; gerçeğin gerçeküstü korkunçluğunu birbirine bağlayan bir bağ haline dönüştürür (bkz. Deleuze, 1983,1: 96).
Suni bir dilin yaratılmasına kadar varan bir “mutlak” propaganda düşüncesi. Öyle ki, bu suni dilin sözcükleri bile düşünme özgürlüğünü yok etmektedir.
Yine unutmayalım ki, arzular akışlardır; davranışlar akışlardır; zaman ve olaylar akıp geçerler.
Diyalektikte “anlar” ayrıcalıklı, başlı başına “nitelikler” ve “özler” taşıyan, başka bir deyişle, “herhangi bir varoluşu” değil, “ayrıcalıklı konumları” ön plana çıkaran biçimler olarak görülürler.
Kapitalizmin yeni işleyiş biçimlerinin ve devreye girmekte olan yeni birikim ve tüketim tarzlarının ince eleyip sık dokuyarak araştırılması dışında bir partide gerçekleştirilebilecek çok fazla bir “entellektüel” ve “teorik” girişim pek bulunamaz.
Sendikal biçimlerin çoğu, kapitalizm-öncesi biçimlerden miras alınmıştır – çıkar ve üretim birlikleri, “compagnonnago”lar
Althusser’in bile söz konusu “hata”yı sürdürdüğü söylenebiliyor. “Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür”, açıkçası, bize ideolojiler üzerine değil, “düşünceler” üzerine bir şey söylemiyor mu?
Sabah, evimizden yola çıktığımızda, her birimiz farklı amaçlarla, farklı güzergahları takip ediyoruz. İdeolojinin bilimi güzergahların ve farklı bakış açılarının bilimidir. Doğal olarak, dünyadaki birey sayısı kadar çok sayıda bakış açısı bulunduğu besbellidir.Bu noktada Merleau-Ponty’den bir formülü yardıma çağırmalıyız: Hegelcilerin ve Marksizm’in de sorgulamadan pek kolayca kabul ediverdiği bir “karşıtların sentezi” diyalektiği yerine, bir “aşırı karşıtların gerilimi” diyalektiğinden söz edilebilir mi?
Kapital’in kuruluşunun -unutmayalım ki, “kapitalist toplumun muazzam bir metalar yığını” olarak belirdiğini yazarak başlar – kapitalizmin evrimi ile çakıştığını tam da bu noktada söyleyebilir miyiz acaba? Ama tartışma, hemen, metaların dilinin “meta dolaşımı” içinde, dolayısıyla “sermaye birikimi” çerçevesinde konuştuğunu hatırlatarak devam eder.
Zayıf düşünce kültür dünyasının tuzağındadır. Yolunu orada bulur, saldırı nesnelerini seçer. Onun mekaniği, fizyonomisi, çoğu zaman tasavvur ya da kavramlar bile değil, kültürel hisler ve yaşantılar dünyasıdır. Sol ya da Marksist kültürün ne kadar büyük ölçekte zayıf düşüncenin boyunduruğu altında bulunduğunu anlamak için, bir zamanlar yoksun olmaya hayıflandığı,şimdilerde dünyaya yeniden açılmanın tek şansı olarak gördüğü şu “ütopya” unsurunu nasıl ele aldığına bakmak yeterlidir.
Zayıf düşüncenin sırtına bindirilmiş eleştiri, ya radikalizm, ya da eleştirel felsefenin yeni olanakları olarak sunulmaya devam ediyorlar bu günlerde.
Mesaj hakikatin paketlendiği bir söylem olmaktan çıkarak zorunlu olarak ezoterik anlamlarına geri itilir, ‘kutsal’ın yaşantısından koparak, artık kimsenin dolaysız duyarlığına dokunmayacak bir dogmaya dönüşür.
Heterodoksilerinden yoksun bir İslâm, kendi içinde ‘tartışma’ yürütebilme olanaklarım büyük ölçüde yitirmiş olduğundan, kendini “bastırılmışın gen dönüşü” biçiminde algılayacağı bir modernist görüş toplumunun içinde, artık kendinden menkul bir hakikat olarak değil, toplumsal bir hareket, bir akım, bir “görüş” olarak ifade etmeye itilecektir.
Birincisinde insan bireyliğine toplumdan ve aile, din ve kült gibi bütün toplumsal bağlardan koparak, bir yalnızlık içine çekilerek kavuşacaktır.
Dinin kör inanca tercümesi gücün ve kitleler üzerinde kurulacak egemenliğin yalnızca bir aracım değil, aynı zamanda genel biçimini oluşturuyor. Eğer dinlerin tarihi karşımıza bir felaketler şeceresiyle çıkıyorsa, asırlar önce geride bıraktığımızı sandığımız din savaşları ister yerel odaklarda isterse daha geniş dünya cephelerinde ufkumuzu yine karartacak gibi görünüyorsa, kör inancın dinamiklerini ve nedenlerini tanıma yolunda daha çok adım atmamız gerektiği ortaya çıkıyor. Dinin şiddet tasarımıyla nasıl biraraya geldiği, eğer dinsel bir “öz”e başvurmuyorsak, tümüyle tarihsel nedenlere bağlıdır. Tarih boyunca insanlar arası şiddetin en yoğun ve en vahşi örneklerini din savaşları verdiyse elbette bunun suçunu bir ‘ethos’ olarak dinin olumlu gücünden çok, insanın bizzat kendi gücü olan bu gücün kör inanca aktarılmasına yüklemeliyiz.
“Öyleyse kör inancı doğuran, koruyan ve besleyen neden korkudur Her insan doğası itibarıyla korkunun eline düşer Kalabalık (vulgus) her zaman aynı sefalet içinde bulunduğundan bu tutarsızlık birçok felakete ve vahşet dolu savaşa neden olmuştur. Kalabalıkları yönetmede hiçbir yöntem kör inanca başvurma kadar etkili değildir (nihil efficacius multitudinem regit, quam superstitio). Doğru olsun yanlış olsun her din işte bu yüzden, kendisine başka her şeyden daha fazla bir ağırlık kazandıran bir kültle ve bir aygıtla (cultu et apparatu) çevrelenmiştir. Bu yöntemler hiçbir yerde Türklerde sahip olduktan güce erişmemiştirler. Monarşik rejimin büyük sırrı ve en büyük çıkarı insanları aldatmaktır vs.” (Baruch Spinoza)