İçeriğe geç

Araplar’ın Türkistan’a Girişi Kitap Alıntıları – Zekeriya Kitapçı

Zekeriya Kitapçı kitaplarından Araplar’ın Türkistan’a Girişi kitap alıntıları sizlerle…

Araplar’ın Türkistan’a Girişi Kitap Alıntıları

Türklere göre Çinliler, Araplara nazaran çok daha tehlikeli idi. Onun için bu Çin tehlikesinin bir an önce bertaraf edilmesi gerekiyordu. Bu bakımdan Türk Hakanı yüksek komutanları toplayarak durumu müzakere etmiş ve demiştir ki: Bu iş çok uzadı. Bu adamlar harp için öyle bir yere yerleşmişler ki, bundan önce yaptıkları harblerde böyle bir yer seçememişlerdi. Üstelik bunlarla harp etmenin bize pratik olarak pek faydası da yoktur. Haydi biz gidelim. Bu karardan sonra Türk askeri, bulundukların yerden bir gece yarısı sessizce ayrılarak Türkistan’ın içlerine doğru çekilip gitmiştir
(H.22/M.642)32. O gün sabah olup da Araplar; karşılarında kimseyi görmeyince, Türklerin geri çekildiklerini anlamışlardı. Daha sonra Ahnef’e gelen haberler, Türk Hakanı’nın Belh’e ulaştığı ve Yezdücerd’ i beklediği mahiyetinde idi. Ahnef, böylelikle büyük bir tehlikeyi çok ucuz bir şekilde atlatmış oluyordu.
Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın Bizanslılara karşı kazandığı Malazgirt zaferi ( 1071) kadar Araplar için önemli olan bu harp, İranlıların tam manasıyla hezimete uğramaları ile sona erdi . Artık İran kapıları Arap istilalarına karşı açılmış bulunuyordu.
Bölgede Arap İslam fetihleri başladıktan sonra lrak’taki askeri garnizonlara ve şehirlere yerleştirilen Arap kabileleri yanısıra, Ezdiler, Temimiler, Yemeniler, Mudariler, Bahililer v.s. gibi, Arabistanda yaşayan bedevi Araplar yeni yeni göç dalgaları ile fethedilen Horasan şehirlerine yerleştirilmiş ve buralarda Türkler ve İranlılar yanısıra önemli etnik bir unsur, bedevi olmalarına rağmen yerli halkın yabancı oldukları aristokrat bir sınıf oluşturmuşlardır. Horasan’ın medeni şehirlerinde onlar koloniler halinde
yaşıyorlardı.
Abbasi yeraltı teşkilatının lideri M.b. Ali b. Abdullah b. el-Abbas, Horasan’a gönderdiği atlarına, yani teşkilat propagandacılarına şu talimatı vermiştir:
Sizler Horasan halkını yanınıza almaya çalışınız. Oralarda sizin davanızı destekleyecek bir çok sağlam yapılı insanlar (Türkler) vardır. Onların gönülleri temiz, kalbleri geniştir. Geçici hevesler onları parçalamamış, aşırı duygular onları birbirine düşürmemiş, bozgunculuk onlara ulaşmamıştır. Onlar gerçek askerdirler. Bedenleri sağlam, görünüşleri heybetlidir. Sakal ve bıyıklan olan er kişilerdir. Onların harb sahalarındaki naraları korkunç, konuşmaları uludur. Onların konuştuğu kelimeler kirlenmemiş ağızlardan çıkmaktadır .
Horasan’ ın Türkleşmesinde önemli bir rol oynayan bu Kuşan veya Ak-Hun
Türkleri, genellikle İslami kaynaklarda Heytal veya çoğul olarak el-Heyatıla şeklinde zikredilmiştir.
İslam coğrafyacılarına göre Horasan doğuda; Sicistan ve Hindistan, batıda; Oğuz çölü ve Cürcan, kuzeyde; Maveraü’nNehr (Aşağı Türkistan), güneyde ise; eski Fars çölü ve Irak-ı acem sınırlaı ile çevrilmiş çok geçmiş coğrafi bir bölgedir. Nisabur Herat, Merv, Belh, Talakan, Nese, Toharistan,
Ebiyurd, Serahs, Tos bu bölgenin önemli şehirleri arasındadır.
Horasan; bütün Emeviler devri boyunca imparatorluğun en hareketli, bereketli, J. W. Hausen’in tabiri ile; merkezi devlet üzerinde mesela Afrika ve İspanya’dan çok daha fazla tesiri olan bir barotmetresi idi .
Türklere karşı uygulanacak genel politikanın temel esaslarını ortaya koyan hadisler; Hz. Peygamber bu mealdeki hadislerinde hiç bir şüpheye yer vermeyecek bir tarzda, müslüman Araplardan, Türklerin hiç bir surette tahrik edilmemelerini kendi hallerine bırakılmalarını, kesin bir zaruret olmadıkça Türklerle harbe tutuşmamalarını, onlara bitaraf davranmalarını istemiştir. Kısaca Türklere dokunmayınız! diye formüle edebileceğimiz bu hadisler, müslüman Arapların ilk fetihler ve daha sonraki devirlerde, Türklere karşı takib edecekleri politikanın esasını oluşturmuş ve Hz. Peygamberin, bütün müslümanlara umumi bir tavsiyesi olmuştur.
Hadislerde, Türklerin ırki özellikleri, etnik yapıları diğer bir ifade ile Orta-Asya’nın kendine has iklim, tabi şartlar, çevre ve coğrafi bölgenin müşterek tesirleri sonucu vücuda getirdiği güçlü kuvvetli Türk ırkı üzerinde durulmuş, onların bedeni yapıları, heybetli yüz çehreleri, sosyal yaşayışı hatta soğuk iklim şartlarının gereği olarak giyim kuşanılan hakkında çok ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Bu babtaki hadislerde; Türkler geniş yuvarlak yüzlü, çekik gözlü, ince ve yassı burunlu, kırmızı benizli heybetli, öyleki yüzleri sanki çekiçle örs üstünde döğülmüş ve üzeri kılıflı kalkanlar gibi güçlü, kuvvetli ve son derece sağlam bünyali bir kavim olarak zikredilmiştir. Bunlar Türkleri, ancak çok yakından gören bir kimsenin söyliyebileceği hadislerdir. Hz. Peygamberin bu hadisleri incelendiğinde bir insanın şaşmaması ve hayretler içinde kalmaması mümkün değildir
İslam öncesi, Türk-Arap siyasi münasebetlerinin aydınlatılmasına yardım
edecek bir diğer önemli kaynakta; cahiliye devri Arap şairleri ve onların şiirlerindeki Türklerdir. Yekı1nü bir hayli kabarık olan bu şiirlerde, çeşitli yönleri ile Türkler ve Türk kahramanlığından bahsedilmiş ve konumuzla ilgili fevkalade önemli ip uçları verilmiştir.
Sasani ordularında büyük ölçüde muharip Türk unsuru bulundurma geleneği
Hz. Peygamber devride dahil, daha sonraki devirler, hatta asırlık İran devletinin yıkılışına kadar devam etmiştir.
Hire kabilesinin ileri gelenlerinden saygın kişi ve fakat yüksek
meclislerde Arap kavmini öve öve bitiremiyen geveze konuşmaları ile meşhur Numan b. el-Münzir, söz konusu İran Kisrası tarafından kabul ediliği bir sırada yine Araplardan bahsetmiş ve onları dünyanın en yüce, en büyük, en faziletli bir kavmi olarak gösterince Kisra dayanamamış ve onun lafını keserek şöyle demiştir;
Türkler ve Hazarların güçlü hükümdarları vardır. Bu hükümdarlar onları
idare eder, işlerini yoluna koyarlar, ya Araplar, ben Arapların bu konuda, din ve dünya işlerini yoluna koyacak zikre değer bir şeylerini görmüyorum!
Bu beyanların Cahiliye devri Araplarının Türkleri yakından tanıdıklarını göstermesi bakımından ayrı bir önemi bulunmaktadır. Türkler Arap ve İranlılar nazarında disiplinli, medeni bir millet olarak kabul edilmiştir.
Türklere gelince; Başlarında boybeyi, Han ve Hakanları ve çoğu zaman büyük mal varlıkları ile göç eden akıncı Türkler, kendileri için münbit topraklar, hayvanları için ise yeşil yaylalar, otlaklar, sulak vadiler, arıyorlardı. Esasen, Asya bozkırlarından göç etmelerinin ve kendilerine yeni yeni yurtlar aramalarının asıl nedeni de bu idi. Arabistan, yukarda zikrettiğimiz bu özelliği nedeni ve insafsız tabiat şartları dolayısıyla, değil göçebe Türkler, Müslüman Türk boyları için dahi pek fazla çekici bir ülke olmamıştır. Hatta bu hüküm daha sonraki devirler mesela Selçuklu ve Osmanlı Türkleri içinde geçerlidir. Şüphesiz bu da ilk çağlardan beri Türk – Arap ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen önemli faktörlerden biri olmuştur.
Türk – Arap münasebetlerinin gelişmesini önleyen bir üçüncü faktör de Arabistan’ ın göçebe ve akıncı Türkler için; Arabistan’ın verimli ve cazip topraklar olmayışıdır. Bilindiği gibi Arabistan, büyük bir kısmı çöllerle kaplı çok geniş bir ülkedir. Bu bakımdan insanların yaşamasına elverişli meskün bölgeler, sahil şeridindeki çok dar bir sahaya sıkışmış kalmıştır. Çölde ise hayat mücadelesi çok zor ve bir o kadar da insafsızdır.
Atilla önderliğinde yürüyen Hun Türklerin’ in Orta Avrupa’yı nasıl da ayağa kaldırmış oldukları herkes tarafından bilinmektedir.
Tarih boyunca Orta Asya ve Arabistan iki ayrı iklim ve bu iklimlerde yaşayan insanlar da, iki ayrı iklimin insanları olarak yaşamışlardır.
Orta Asya Arap fetihleri özellikle yerli halk ve mahalli Türk büyükleri, Hanları, Hakanları ve Aristokrat Türk ailelerinin müslüman Araplarla olan amansız mücadeleleri hakkında çoğu hallerde ayrıntılara varan bilgiler vermesi bizim; sadece tarihi değil, aynı zamanda kültürel zenginliğimizi de ortaya koymaktadır.
Nasr ve ordusu için son derece tehlikeli olan bu anlarda talih, bu defa da, Nasr’a yeni hem de, beklemediğinden fazla bir şekilde yardım etti. Zira Türk Hakanı; bir grup arkadaşı ile birlikte Nasr’ı ve onun harb mevzilerini gözetlemek ve gerekirse bir baskın yapmak için bir gece yarısı harp sahasında dolaşırken farkında olmıyarak Arap öncülerinin içine dalmış ve her nasılsa Arap askerleri tarafından esir edilmişti. Arap askerleri ellerine geçirdikleri ihtiyar adamı, üzerinde ipekli elbiseler olduğu halde Nasr’ın huzuruna getirdiler. Nasr, huzuruna getirilen bu esirin ne kadar büyük bir kimse olduğunun çok geçmeden farkına vardı. Bu adam günlerdir kendisini zorlayan ve pek çok korkulu
günler yaşatan Türk hakanı KUR-SUL’un ta kendisi idi.
Evet; Ömrünü harb meydanlarında geçiren, Türklerin, Aşağı Türkistan üzerindeki tarihi haklarına ölünceye kadar sahip çıkan ve bunun içinde ölünceye kadar Araplarla mücadelesini sürdüren, bu uğurda hiç bir taviz vermiyen, Araplarla bir çok ciddi harpler yapan, çok şerefli zaferler kazanan, ayrıca mahalli Türk hanları üzerinde çok derin bir tesiri, çok saygın bir kişiliği olan ve askerleri tarafından her Türk Hakanı için olduğu gibi, çok aşırı bir şekilde sevilen, sayılan bu yürekli, vatanperver insan, inadına kahraman Türk Hakanı Sulu Han, aslı esası olmıyan bir kısım sebeblerle, hemde en yakın silah arkadaşı Kur-Sul tarafından öldürülmüştür.
Su-Iu Han; mağrur Arap komutanı Esed’e karşı Hottelde kazandığı büyük zaferden sonra Araplar’ı bütün Belh ve yöresinden, hatta bütün Horasan’dan söküp atabileceği ümidine kapılmıştı. Nitekim, Su-lu Han’ın: Esed’in pılısını-pırtısını toplayarak Belh’e doğru kaçmaya hazırlandığı bir sırada askerlerinden birini çağırması ve Esed’in okuyabileceği bir şekilde; -Ey Esed! Huttel toprakları benim babamın ve atalarımın ülkesidir. Eğer kendine güveniyorsan Nehrin arkasında (Aşağı Türkistan) savaşılacak çok yerler vardır diye nida ettirmesi bize bu gerçeği hatırlatmaktadır.
Türgeşler karşısında başarısız olan ve bu bakımdan sık sık azledilen Arap valilerinin bu durumu Emevilerin en değerli halifelerinden biri olan Hişam b. Melik’ in halife olmasına kadar devam etmiştir (724-743).
Esed’de Türgeş akınları karşısında fazla bir varlık gösterememiştir. O, bir defasında Garşistan meliki Nemrun’un ülkesine sefer etmiştir. Nemrun Araplarla başlayan bu münasebetleri ve Esed’in telkini ile müslüman olmuştur. Esed diğer bir defasında da Hottel üzerine yürüdü. Civarı kasıp kavurmaya başladı. Halkın bu olup bitenlerden acı acı yakınması ve Türk Hakanı Su-lu Han’dan yardım dilemesi üzerine Su-lu Han derhal Aşağı Türkistan’a dalmış ve süratle Hottel önlerinde görünmüştür. Esed büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu anlayınca selameti kaçmakta bulmuş ve derhal Horasan’a dönmüştür (727).
Müslim; İç Asya seferlerine devam etmek istiyordu. Hazırladığı büyük bir ordu ile hareket etmiş ve Seyhun nehrini geçerek Ferganeye doğru ilerlemiş ve yol boyunca bütün meyveli ağaçları da keserek merkeze ulaşmış hatta şehri kuşatma hazırlığına bile başlamıştı. Müslim’in böyle, hem de bir vahşet halinde ilerlediğini haber alan Türkeş Hakanı; onu, arkadan vurmak üzere derhal harekete geçmiş ve Ferganeye yürümüştür. Müslim, Türk Hakanının çevik kuvvetlerle üzerine geldiğini öğrenince herşeyi
olduğu gibi yüzüstü bırakmış ve Araplara, bütün güçleri ile geri çekilme emri vermiştir. Müslim öylesine kaçıyordu ki; artçı birliklerinin, Türk Hakanı tarafından imha edilmesine bile aldırmayarak yoluna devam etmiş, bütün harb ağırlıkları; teçhizat ve yiyecekler ki bunların haddi hesabı yok’tu, hepsini yaktırmış ve bin bir güçlükle Türk süvarilerinin takibinden kurtularak Semerkanda ulaşabilmiştir.
Said’in Türklere karşı bu korkaklığı, daha doğrusu pısırıklığı çevresinde alay konusu olmuş ve müstehcen hicviyeler yazılmıştır. Nitekim, el-Hicri adındaki Arap şairi, bu konudaki şiirinin bir beytinde Said’ le şu şekilde alay etmektedir; Harbe değilde sanki düşmanla oyun oynamaya eğlenmeye gidiyorsun! Oysa senin kılıcın kınında sarkıp duruyor ama başka şeyin kalkıktır Evet, bu şekilde halkın diline düşen ve Türkeşlere karşı fazla bir başarı sağlayamayan Huzeyne (ev dadısı) Said azledilmiş ve yerine Said b. Amr el-Haraşi vali olmuştur (722).
Dinamik Türkeş Hakanının bu üstün başarıları; müslüman Araplar karşısında çok sıkıntılı bir devir geçirmekte olan Aşağı Türkistan’daki Türk varlığı ve bu arada yerli halk için nerede ise yeni bir nefes borusu ve bir ümit olmuştur. Zira bu dirayetli Türkeş Kağanı; Horasan’a gönderilen beceriksiz Arap valilerinin kısa zamanda korkulu bir rüyası ve adeta bir kabusu olmuş, onlara bir türlü rahat ve huzur vermemiştir. Bu bakımdan Araplar O’na Hakan, Türk hükümdarı, en büyük hükümdar ve Ehi Müzahim; Araplar’a zor günler yaşatan zahmet veren kimse lakabını takmışlardır.
Doğu Gök Türk Hakanlığı’nın başında olan Kapağan Kağan’ın bir takım entrika ve huzursuzluklar sonucu öldürülmesinden sonra Nuçe-pilere bağlı Kara Türgeşler’den Sulu Han ortaya çıkmış, Kara ve Sarı Türgeş boylarına varlığını kabul ettirerek ikinci Türgeşler Devletini kurmuştur (717-738). Yeni Türkeş kağanı, diğer taraftan daha ciddi teşebbüslerde bulunmuştur. O Doğu Gök Türk Hakanı Bilge Kağanla kız alıp vermek suretiyle dünür olduğu ve dostluk bağlarını geliştirdiği gibi, bu ilk kuruluş yıllarında Çinlilerle bir çok başarılı mücadelelerde bulunmuş ve Türkeşlere büyük ümidler vermiştir. İşte Araplarla yaklaşık bir çeyrek asır mücadele eden, hiç beklenmedik zamanlarda onların karşısına çıkan ve bir çok kere onları mağlup eden Türk Hakanı bu Su-lu Han idi.
Şimdi sıra, Allah’a karşı yaptığı o acı yemin ve verdiği o meşum sözü yerine getirmeye gelmişti. Bu maksat için de 12.000 kişi ayırdı. Eli kolu bağlı olan bu Türkleri, Cürcan’ın vadilerinden biri olan Enderhiz’e doğru sevketti. Akıbetlerinin ne olacağından
ve niçin buraya getirildiklerinden tamamen habersiz olan bu zavallı Türkler, Enderhiz vadisine gelince orada durduruldular. Ondan sonra Yezid yanındaki Arap askerlerine dönerek: Bunlardan intikamını almak isteyenler intikamını alsın! emrini verdi. Enderhiz vadisinde, kendilerini müdafaa edecek en küçük bir silahları bile olmayan bu zavallı esir Türkler’e, Araplar böyle bir hışımla çullanıyordu ki, her Arap, bir hamlede 4-5 Türk’ün birden işini bitiriyordu. Yezid 12.000 kişiyi böylece feci bir şekilde
kılıçtan geçirdikten sonra suyun mecrası değiştirildi. Bu tepeler gibi yığılıp kalan kafa, kol, gövdeler üzerine doğru akan kan nehri ilerdeki bir değirmene ulaşıyordu. En sonunda Yezid, bu kanların öğüttüğü unlardan yapılan ekmeklerden yedi. Böylelikle
Allah’a verdiği sözü yerine getirmiş oluyordu.
Kuşatma yedi aydan fazla devam etti. Hiçbir yerden en ufak bir yardım dahi almadan, aylardır Arap askerlerine karşı şehir kalesini kahramanca müdafaa eden yerli halk ve savaşçı Türk unsurları, için, sonunda Araplara boyun eğmekten başka bir çare kalmamıştı. Fatih Arap komutanı şehre girince; şehrin bütün erkeklerinin bir araya getirilmesini emretti. Geçeceği yolun sağ ve soluna 4 fersah; (24 km.) uzunluğunda bir mesafeye dar ağaçları diktirerek bu Türkleri astırdı. Ayrıca gençleri esir aldı. Eli silah tutanların hepsini kılınçtan geçirdi. Cürcan Merzabanı ve el altından Yezid’i tahrik ederek Dehistanı yağmalamasına sebeb olan Firuz b. Kul’a bu boynu vurulanlar arasında idi. Bu bir harb değil, adeta bir soy kırımdı. Diğer taraftan şehri Araplara, istedikleri gibi yağma ettirmeyi de ihmal etmedi.
Yezid b. el-Mühelleb Dahistan ve Taberistan’ı cebir ve kahrile ele geçirdikten sonra şimdi tekrar, Cürcan Türkleri üzerine yürümüştür. Yukarıda da belirtildiği gibi o, Cürcan’a çok büyük önem veriyordu. Oranın mutlak ele geçirilmesi gerekiyordu. İbni Cerir, Yezid’in; daha yola çıkmadan önce: Eğer kendisine zafer müyesser olursa, Türklerden akacak kanlarla öğütülen undan yapılan ekmeği yiyinceye kadar oradan ayrılmayacağına ve Türklerin boyunları üzerinden kılıncını kaldırmayacağına (devamlı olarak katlettireceğine) dair Allah’a karşı yemin ettiğini bildirmektedir.
Yezid b. el-Mühelleb karşımıza, Kuteybe b. Müslim’ den bin defa daha beter bir Türk düşmanı, hayır! Türk kasabı olarak çıkacaktır.
Yaklaşık olarak on üç sene devam eden Horasan valiliği sırasında ömrünü harp meydanlarında geçiren Kuteybe; Aşağı Türkistan’ı bir kan ve ateş kasırgası halinde fethetmiş, onbinlerce insanın kanını akıtmış, hasmını mağlup etmek için icabında her türlü vasıtaya başvurmuş, hatta çoğu kere sözünden döndüğü haller bile olmuştu. Nitekim onun bu tutarsız durumunu J. Wellhausen çok ağır bir dille tenkit etmekte ve çoğu zaman başarılarını vicdansızlığına borçlu idi demektedir.
Temel kaynaklarda çok daha ayrıntılı bir şekilde bildirildiği gibi, Veki’ b. Ebi Suud et-Temimi emrinde harekete geçen kızgın ve yalın kılınç Arap askerleri bütün müdafa hatlarını geçerek Kuteybenin çadırına yaklaşmaya muvaffak olmuşlar ve çok kanlı yakın boğuşmalardan sonra bu değerli Arap komutanının başını uçurmuşlardır (715). Kuteybe öldürüldüğünde henüz kırk beş yaşında idi. Asi kabile şeflerinin kızgınlığı ne ilginçtir ki çok sınırlı olmuştur. Bu baskın hareketinde onlar sadece Kuteybe’ye saldırmışlar o; ve onun çok yakınları yani; çocukları ve kardeşlerinden sadece on bir kişinin boynunu vurmuşlardır.
Arapların Harzem faciası ve buralarda boynu vurulan yüzlerce, binlerce insandan gururla bahseden Kaab el-Aşkari, etTaberi’nin kaydettiği uzun bir kasidesinde şöyle demektedir: Kazalı ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarmaş dolaş olmuş o, zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız! Herkesi kılınçtan geçirmiştiniz. Sadece ata dahi binemeyecek yaşta küçük çocuklar kalmışdı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler
et-Taberi’de, Harzemde işlenen bu kanlı facianın çok ilginç bir perdesini daha aralanmaktadır. Şöyle ki; Abdurrahman Harzemden pek çok mal ve ganimet ele geçirmiş ve 4.000 esirle birlikte Kuteybe’nin yanına dönmüştür. Bunlar arasında Hurzad’da vardı. Kuteybe, Abdurrahman’ın böyle kalabalık bir esir grubu ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını emretmiştir. Tahtının üzerine mağrur bir eda ile oturan Kuteybe, bu esirlerden bin tanesini sağına,
bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesininde önüne dizmelerini söylemiş ve bundan sonra yalın kılınç bekleyen Araplara dönerek bu esirlerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. Onun bu vahşi emrini yerine getirmek için kılıçlarını sıyıran Araplar, her bir hamlede bir kaç zavallının başını uçuruyor ve birbirleri ile alay ediyorlardı. Bu hamleler sırasında o kadar insan kellesi uçurulmuştuki kılınçların ağzı kütelmiş ve bir çoğu ise işe yaramaz bir hale gelmişti.
Mevcud temel kaynaklarımızdan özellikle İbn A’semin çok daha ayrıntılı bir şekilde bildirdiğine göre, Harzem hükümdarı Cangan, Kuteybe’ye çok gizli bir elçi göndererek ülkesine çağırmış ve kardeşi Hurzad’ın zorbalıklarından kurtarması halinde ona pek çok mal ve insan vereceğini bildirmiştir. Hatta o, daha da ileri gitmiş ve bu yöndeki samimiyetinin bir ifadesi olmak üzere, Harzem’in üç büyük şehrinin altın anahtarını bile Kuteybe’ye göndermiştir. Cangan, Harzemin bedbaht hükümdarı, çok yakınları da dahil hiç kimseye en ufak bir haber bile vermeden memleketini Kuteybe’ye teslim ettiği gibi, Kuteybe’de en yakınları da dahil hiç kimseye haber vermeden bu ülkeyi teslim almıştı. Hiyanetin bir tarafında Cangan ve diğer tarafına ise Kuteybe dikilmiş, böylece Harzemin devir teslim işi sessiz sedasız bir şekilde yapılmıştır. Cangan’ın teslim ettiği altın anahtarlar, onun hiyanetinin apaçık, somut bir belgesi idi.
Kuteybe bu cümleden olmak üzere, bölgenin önemli merkezlerinden biri olan zengin ve mamur şehir Şuman’a geldi. Şehir halkını kılınçtan geçirdi, birçoklarını da esir aldı. Daha sonra Keş ve Nesefe yöneldi, bu iki şehride hunharca ele geçirdikten sonra, Faryap’ ın teslim olmasını istedi. Faryap halkı korktuklarından dolayı buna yanaşmadılar. Kuteybe onlardan intikamını başka bir şekilde aldı. Şehrin tamamen yakılmasını emretti. Onun içindir ki, bazı Arap kaynaklarında Faryap’a ”yakılmış şehir manasına gelen el muhteraka denilmiştir.
Şehir halkı bu direnmenin faturasını çok ağır bir şekilde ödemişlerdir. Şehir, Baykent’te olduğu gibi, Araplar tarafında yakılıp yıkılmamıştı. Buna rağmen Arap askerleri tarafından günlerce yağma edilmiş, savaşçı Türk unsurunun bir kısmı kılınçtan geçirilmiş, ileri gelenlerin bir çoğu asılmış ve bir o kadarı da esir edilmiştir. el-Hamevi esir edilen bu gençlerinin sayılarının 50.000 kişi olduğunu kaydetmektedir.
Kuteybe, Buhara’yı istila etmeye azmetmişti. Bunca ağır zayiatlar
vermesine rağmen, kuşatmadan vazgeçmedi. Üstelik dört aydan beri devam eden bu kuşatma sırasında Arap askerinde de savaşa karşı bezginlik alametleri görülmeye başlamıştı. Askeri dehası Kuteybe’yi bu sıkışık durumdan kurtardı. Arapların yağmaya ve paraya karşı zaaflarını iye bilen Kuteybe, onlara bir taraftan parlak vaatlerde bulunurken diğer taraftan da; Türklerden her bir kimsenin kafasını getirene yüz dirhem nakid para verileceğini ilan etti. Kuteybe’nin bu parlak vaadi, yağmaya düşkün Arap askerleri üzerinde beklenilenden fazla tesir etmiş ve herkes, nerede nasıl olursa olsun bir Türk’ün kafasını koparmaya dalmıştır. Bu şekilde, yüzlerce, binlerce Türk’ün kafası koparılmış ve bunları getirenlere, vaad edilen nakdi mükafat, hiç tereddüt etmeden ödenmiştir. Kuteybe’nin huzuruna yığılan kafaların sayısının 10.000’in üzerinde olduğu rivayet edilmektedir.
Kuteybe bu faciayı Buhara ve Semerkant’ın ele. geçirilmesinde de tekrar edecektir. Onun asıl maksadı sadece Türk yurtlarını fethetmek değil bu şehirlerde yaşayan muharip Türk unsurunu da saf dışı etmekti. Çünkü Baykent muharebelerinde bu bir avuç muharip Türk unsurunun askeri yiğitlik ve kahramanlıkları kendi yurtlarını korumadaki üstün cesaret ve yiğitliklerini görmüş ve bundan adeta dehşet içinde kalmıştır. Bu bakımdan o, bir kan ve ateş kasırgası halinde devam eden Aşağı Türkistan harekatında o,
menhus kılıncını Türklerin ensesinden hiç bir zaman kaldırmamış ve yüz binlerce Türk gencini kılınçtan geçirmiştir.
Kuteybe’nin büyük bir hışımla ikinci defa Baykent’e gelmesi, bu güzel Türk şehri için tam bir facia olmuştur. Kuteybe sadece savaşçı Türk unsurunu kılınçtan geçirmekle kalmamış Baykent şehrini de viraneye çevirmiştir. Gözü dönmüş ve Türklere olan öfkesinden dolayı nerede ise çatlayacak bir hale gelen bu Arap komutanı, şehrin surlarını tahrip etmiş, göz kamaştıran köşk ve konaklarını bir bir yıktırmış, nerede ise taş üstünde taş bırakmıyacak bir şekilde bu güzel şehri bir harabeye çevirmiştir. Bu yağma, yıkma, yakma, çapulculuk ve talan etmede o kadar ileri gidilmiştiki; Çin’e gitmiş olan Türk tacirleri, şehre döndükleri zaman şehri tanıyamamışlardı. Ayrıca eşleri ve çocukları harb suçlusu olmadıkları halde Araplar tarafından tamamen esir edilmişlerdi. Türk tacirleri bunları çapulcu Arapların elinden kurtarmak için çok yüklü bir fidye ödemek durumunda kalmışlardı.
Kuteybe’nin Nizek Tarhan ve müslüman Türk aristokratlarına yaptığı bu ihaneti ve zulmü hoş görmeyen Araplarda vardır. İşte bunlardan biri olan Sabit Kutna, Kuteybe’yi yerden yere vururcasına şöyle demektedir; Zannetmeki hiyanet sağlam bir adımdır. İnsan bir defa hiyanetle yükselse bile, çoğu zaman o, insanı zelil eder
Bu üzücü olaylar sebebiyle başta Nizak Tarhan, olmak üzere onun çocukları, yakın akraba ve silah arkadaşları, bu arada sağ kolu Sol ve kardeşinin büyük oğlu da dahil hükümdar ailesinden çoğu müslüman 700, el-Bahililerin rivayetine göre 12.000
kişinin boynunu vurdurmuştur. Bu tarihte ancak Kuteybe’nin yapacağı, eşi emsali görülmemiş bir vahşet ve zulüm ve bir aile trajedisi idi. Kuteybe; bu insanlık dışı vahşeti ile de yetinmemiş ve ona sanki tuz biber ekercesine bir yenisini daha ilave etmiştir. O, başta Nizek Tarhan ve kardeşi Osman olmak üzere boynunu vurdurduğu ve çoğunlukla masum ve suçsuz, aynı zamanda müslüman olan bu Türk aristokratlarının kesik başlarını huzuruna getirtmiş ve onların kulaklarına, her birinin adı, mevki ve rutbesini beyan eden bir pilaket astırmış ve bunları, harblerden elde ettiği ganimetlerin 1/5 ile birlikte efendisine yani Emevilerin zulmu ile bütün cihanı dolduran ünlü Irak valisi el-Haccac b. Yusuf’a göndermiştir (709).
Kuteybe’nin; Nizek Tarhan’ı tuzağına düşürmek için kullandığı kimse, bizim daha önce üzerinde durduğumuz gibi onun, Süleym en-Nasıh adındaki İran asıllı, iki yüzlü, tatlı dilli ve başarısını çoğu kere düzmece yalanlara borçlu olan danışmanı idi. Nizak Tarhan, müslüman Arapların yalan dolu sözlerine saf, saf inanmanın bir kere daha kurbanı oluyordu. Kuteybe; elleri zincire vurulmuş bitkin bir halde huzuruna çıkarılan bu büyük yürekli, inadına cesur müslüman Türk komutanına, çok ağır hakaretler yağdırmış,
ona askeri makam ve sosyal çevresi ile bağdaşması mümkün olmayan galiz küfürler savurmuş ve sonunda; -Eğer bana vallahi ölmeden önce üç kelime söyleyiniz deselerdi bende; Onu öldürünüz! Onu öldürünüz! Onu öldürünüz! derdim diyerek kirli oyunlarına bir yenisini daha ilave etmiş ve bu müslüman Türk hükümdarının boynunun vurulmasını ve cesedinin de herkesin görebileceği bir yere asılmasını emretmiştir (709).
Kuteybe’ye gelince; bu davul ve zurna ile gelen umumi başkaldırma hareketine seyirci kalmamış ve yerel hükümdarların, daha derlenip toparlanmalarına fırsat vermeden onların insafsızca üzerine yürümüş ve hepsini çil yavrusu gibi dağıtmış ve bir çoklarınında boynunu vurdurmuştur.
Bu değerli Türk hükümdarı Nizek Tarhan’ın asıl maksadı çevresindeki yerel hükümdarlarla birlikte geniş bir başkaldırma hareketinde bulunmak ve Kuteybe’yi bütün Tük yurtları ve Horasan’dan sürüp çıkarmaktı. Bunun içinde Belh lsbebbizine, Merv er-Revz meliki Bazam’a, Talakan beyi Sührab’a, Faryab hükümdarı Tur Sul’a, Cüzcan beyi Cüzcani’ye birer mektup yazmış ve onların hepsini Kuteybe’ye karşı isyan etmeye çağırmıştır. Zaten Arap idaresinden memnun olmayan bu yerel hükümdarlar, onun çağrısına uymakta gecikmemişlerdir. Bunlar hep birlikte gelecek ilk baharda harekete geçmeye söz vermişlerdi Nizek Tarhan, diğer taraftan Kabül-Şah’ın desteğini istemiş, yanında taşıdığı hazinelerinin bir kısmını onun yanına göndermiş eğer bir mecburiyet olursa onun ülkesine sığınmak istediğini bildirmiş ve o bunların hepsini olumlu karşılamıştır.
Ne var ki Kuteybe’nin bu harblerde yerli halka karşı ve çoğu kere zulme varan uygulamaları, sözünde durmayan, son derece kaypak bir kimse olması, Türk yurtlarında giriştiği büyük harblerde, halkın elinde avucunda ne varsa alması, servet ve ganimete aşırı düşkün bir kimse olması, bundanda öte onbinlerce masum Türk’ü kılınçtan geçirmesi ve bir o kadarını da esir alması, bu büyük, vatanperver Türk hükümdarı Nizak Tarhan’ı ciddi bir şekilde rahatsız etmiştir. O, buna daha fazla tahammül edememiş ve Kuteybe’den bir yolunu bulup ayrılmayı düşünmüştür.
Nizek Tarhan; Kuteybe ile yapmış olduğu bu anlaşma ile ilgili ilk imtihanını Kuteybe’nin, Baykent ve Buhara’yı ele geçirmek için giriştiği harblerde vermiştir. Türk Generali, kendi emrindeki askerleri ile birlikte Baykent fethine katıldığı gibi ayrıca onun
Buhara seferine de katılmış ve Buhara’nın ele geçirilmesinde çok büyük yararlılıkları göstermiştir.
Süleym en-Nasıh; bu iki yüzlü riyakar, yılanı kavuğundan çıkaracak kadar tatlı dilli adam, kendine has metot ile, Nizak Tarhan’a yaklaşmış onu hazan tatlı vaadler, bazenda çok sert tehdidler savurarak ikna etmeye ve hatta yakın silah arkadaşları ile birlikte Kuteybe’nin huzuruna getirmeye muvaffak olmuştur. Daha sonra Kuteybe ile aralarında; Arapların Badğis’e girmemesi ve bunun karşılığında ona çok yüklü bir vergi vermesi, ayrıca Nizek Tarhan’ın Kuteybe’nin bütün seferlerine kendi askerleri ile
birlikte katılması şartıyla bir sözleşme bile imzalamışlardır (705). Böylece Kuteybe; diplomasi yoluyla kazandığı ve kutlamaya değer en büyük zaferlerinden birine daha imza atmış oluyordu.
Kuteybe’nin Horasan’a ayak basmasından sonra karşısına çıkan en etkin şahsiyetlerden biri şüphesiz Toharistan’ın mahalli hükümdarı Nizek Tarhan olmuştur. Kuteybe Horasan’a vali olarak geldikten sonra, şöhreti bu toprakları çoktan doldurmuş olan bu Türk Hükümdarı, onun mahalli Türk hanları ve İranlı feodalları (Dihkanlar, Merzabanlar) üzerindeki tesiri ve müstesna askeri kişiliğini görmüş ve onun bu durumundan adeta dehşete kapılmıştır.
Her ne kadar Kuteybe; bu askeri hareketlerinde üstün bir deha ve kendini aşan bir enerji ve dinamizm sarfetmişsede o, Orta-Asya Arap fetihlerinde hiç bir zaman başarılı bir komutan olamamıştır. Kısa zamanda çok büyük işler yapmayı denemiş, başarısızlıkları, ihtiras ve kaprislerinin faturasını ise yüzbinlere varan savaşçı Türk unsurunu katletmekle ödemiştir.
Öyle ya bu kötü Arap köpekler gibidir. Dövdüğünde havlamaya başlar, biraz yiyecek bir şeyler verirsen bu defa yalakalık eder ve hemen senin peşine takılır. Kuteybede işte böyledir. Onunla harb ederken dahi, ona bir şeyler versen, o buna razı olup ve seninle harbettiğini hemen unutur. Mesela Tarhun (Semerkant hükümdarı) Kuteybe ile defalarca harbetmiştir. Ne zamanki Tarhun ona fidye vermeyi kabul etti, Kuteybe bunu hemen almış ve harbetmekten vazgeçmiştir. Bununla beraber Kuteybe bir azgın ve bir yoldan çıkmadır. (Hükümdar olmaya layık bir kimse değildir).
İşte bu Velid b. Yezid; bir defasında içinden bir niyet tutarak Kuran-ı Kerimi açtı. Birde ne görsün, karşısına; Her inatçı zorba en sonunda hüsrana uğradı. mealinde bir ayet çıktı. Buna çok sinirlenen Emevi Halifesi, Kuran-ı Kerimi aldı, yüksekçe bir yere astı. Ondan sonra bir biri peşinden ona ok yağdırmaya başladı. Paramparça olarak yerlere düşen Kuran-ı Kerim’in yapraklarını, öfkesinden dayanamayıp bir bir yırttıktan sonra onları yere çarptı. Sonra iğrenç bir böğürtü halinde şöyle dedi: Sen beni o, inatçı zorbaların sonu ile tehdit ediyorsun öylemi? İşte ben, o inatçı zorbayım! Kıyamet günü Rabbine perişan bir şekilde karşılaştığında Ona deki,· -Ey Rabbim! İşte beni Velid kulun böyle param-parça etti
Emevi halifelerinden Süleyman b. Abdülmelik (715-717) son derece zevk eğlence ve kadınlara düşkünlüğü ile bilinirdi. Yezid b. Abdülmelik’ in hilafet hayatında içki ve kadınlarla düşüp kalkmaktan başka bahsedilecek bir şeyi yok gibidir. Velid b. Yezid, (743-744) kadınıyla, içkisiyle zevk u sefanın her türlüsü ile, sadece yaşamayı düşünen bir halifedir. O, İslamın edebi, Hz. Peygamber’ in sünneti, Kuran-ı Kerim’ in kudsiyetine karşı en pervasız davranan, edeb ve ahlaktan yoksun, eskilerin tabiri ile ahlaksız, zındık bir adamdı. Kabenin damında şarab içmek için Hacca gitmeye kalkışmıştı. Kendi kızına saldıracak kadar ahlaksız rezil bir kimse idi.
H.A.R. Gibb: Maveraü ‘n-Nehr (Aşağı Türkistan) Prensleri; Araplar’a çapulcu gözüyle bakmaya o kadar alışmışlardı ki; onlar bir hayli vakit geçtikten sonra daha istiklallerinin kaybolduğu (ellerinden çekilip alındığını bir türlü} anlayamamışlardır
Türkler; Arap askeri valilerinin böyle, hemde hiç beklenmedik zamanlarda yaptıkları bu ani baskın ve hücumlar karşısında, çok büyük bir şaşkınlık içinde kalmışlar ve ne yapacaklarına bir türlü karar veremez olmuşlardır. Gerek mahalli Türk hanları ve gerekse bölge sakinlerinin bu şaşkınlıklarından geniş ölçüde yararlanmak isteyen Arap valileri; bu ani baskın ve çoğu kere devlet terörüne kadar varan şiddet hareketleri ile ele geçirdikleri bu Türk şehirlerinin sadece zenginliklerini yağmalamakla kalmamışlar, aynı zamanda savaşçı Türk unsuruna çok ağır darbeler indirmişler, onların bir çoğunu insafsızca kılınçtan geçirdikleri gibi, bir çoklarını da esir almışlardır.
Evet el-Haccac; Hz. Ömer’in doğu komutanı Ahnef b. Kaysla ve ilk fetih yıllarından itibaren başlayan (642) ve çoğu kere zavallı bir askeri macera olmaktan ileri gitmeyen Türk-Arap mücadelesi ve Arapların Aşağı Türkistan harekatına bir son vermek ve siyasi Arap hakimiyetini Türk yurtlarında kesin bir şekilde yerleştirmek için askeri vali olarak Kuteybeyi bulmuş ve onu, çok üstün yetkilerle Horasan’a vali olarak göndermiştir (705). Kuteybe’nin bu topraklara ayak basması hem Türk, hem de İslam tarihi için adeta bir dönüm noktası olmuştur.
el-Mühelleb buna rağmen Ahrun’a bir sefer yapmıştır. Bu seferde onun oğlu Yezid baş rolü oynuyordu. Yezid emrindeki 60-70 kişilik bir süvari grubu ile Nesef geçidine yaklaştığı bir sırada, karşılarına nereden geldikleri belli olmıyan bir gurup Türk cengaveri çıkmış ve aralarında kanlı boğuşmalar olmuştur. Yezid onlara razı olabilecekleri kadar para vs. vermiş ve böylece hayatını kurtarabilmişti.
el-Mühelleb, Kişte, bulunduğu sırada diğer bir oğlu olan Habib’i ise, Rabincan üzerinden Buharaya’ya göndermiştir. Buhara Hükümdarı (kaynaklarda ismi verilmiyor) kendi ordusu ile birlikte Habin karşısına çıkmışsada, bunda başarılı olamamıştır. Neticede Habib; Buharaya girmiş, şehri yağmaladığı gibi, yakıp yıkmaktanda geri kalmamıştır.
el-Haccac; Ubeydullah b. Ehi Bekri’nin intikamını almak üzere bu defa Abdurrahman b. Eşas komutasında derhal 40.000 kişilik bir orduyu Rutbil’in üzerine göndermiştir. Eşas bu ordusuyla birtakım başarılar kazandıysa da bunlar, Haccac’ı hiçbir zaman tatmin etmemiş ve ona, kanına susarcasına bir mektup yazarak şöyle çıkışmıştır; Ey zalim ve dinden çıkmışın oğlu! Sana daha önce tenbih ettiğim gibi düşman (Türk) yurtlarına hücum et. Yoksa sana tahammülünün üstünde ceza yükleyeceğim Eşas, Haccac’ın tehdit dolu mektubunu alınca şaşırıp kalmış ve azılı bir düşmanı olan Türk hükümdarı Rutbil ile sulh etmekten başka bir çare kalmamıştı. O, bununla da yetinmemiş ve Haccac’a isyan etmiştir. Eşas, muzaffer olarak Basra’ya kadar geldi. Oradan Deyru’l-Cemacim’e indi. Burada el-Haccac’ın askerleri ile yaptığı harpte mağlub olarak geri çekildi. Türk hükümdarı Rutbil’e sığındı. el-Haccac; Rutbil’e Eşas’ı mutlak teslim etmesini, aksi takdirde çok daha büyük bir ordu ile geleceğini ve yurdunu istila edeceğini söylüyordu. Türk hükümdarı bu tehdit dolu mektubu aldıktan sonra büyük bir tereddüde düştü. Zaten bir hayli yıpranmıştı. Kalabalık ve güçlü Arap orduları ile başa çıkmasına imkan yoktu. Nihayet Eşas’ı ve yanındakileri tutuklayarak el Haccac’a göndermeye karar vermiş ve bir kara bulut gibi başına çökmek üzere olan bu Arap belasını da bir dereceye kadar def etmiştir.
Rutbil, Arap valisi ile bir meydan muharebesi yapacağı yerde, ona askeri bir taktikle mukabelede bulundu. Ubeydullah ilerledikçe Rutbilin merkezi güçleri geri çekiliyordu. Nihayet Ubeydullah’ı 18 fersah (108 km) muharebe sahasının içine alındıktan sonra, ordunun sağ ve sol tarafları, ani bir dönüş yaparak Arapları süratli bir çevirme hareketine girişti. Arap ordusunun kaçabileceği boğaz da tutulmuştu. Haddizatında bu, klasik bir Türk harp taktiği idi. Araplar tam manasıyla sıkışıp kalmışlardı. Ordunun kurtulmasına imkan yoktu. Hatta bir aralık Ubeydullah; Türk Hükümdarına yedi yüz bin dirhem altın vererek kurtulma çaresini bile aradı. Bu harbler çapulcu Araplara çok ağıra mal olmuştu. Ordunun çok az bir kısmı dağlara kaçarak canını ancak kurtarabilmiş, geri kalanı tamamen Türkler tarafından kılınçtan geçirilmişti.
Haccac, doğudaki fetih hareketlerine daha ciddi ve düzenli bir şekilde devam edilmesini istiyordu. Bu maksadla Ubeydullah b. Ehi Bekriyi Sicistan’a ve el-Muhelleb b. Ehi Sofrayı da Horasan’a vali olarak göndermiştir(697). Ubeydullah, Sicistan’a gelince, karşısında en güçlü olarak Türk hükümdarı Rutbil’i buldu. Rutbil; Araplarla mümkün olduğu kadar iyi geçinmeye çalışıyor, Taberi’nin kaydettiğine göre düzenli olarak vergisini dahi ödüyordu!( . Fakat el-Haccac bununla yetinmemiş ve Ubeydullah’ı, büyük bir ordu ile Sicistan’a sevketmiştir. Ona göre Sicistan’da mutlaka bu çapulcu Arap askerleri tarafından yağma edilmeli idi. Nitekim, Ubeydullah’a sert bir mektup göndermiş ve Rutbil’in üzerine yürümesini, onun mülkünü ele geçirmeden, kalelerini yıkmadan ve askerlerini zincire vurmadan geri dönmemesini emretmiştir.
Haccac; Emev’iler hakkında iyi düşünmeyen onlara yan bakan herkesin; küçük-büyük, suçlu-suçsuz, genç-ihtiyar demeden binlerce yüzbinlerce kişinin, bunlara ashabdan Abdullah b. Zübeyr gibi nice ulu sahabelerde dahil bir çoklarının gözünü kırpmadan boynunu vurdurmuş ve tarihe eski Romanın Neronları gibi, gelmiş geçmiş en büyük zalimlerden biri olarak geçmiştir.
Haccac b. Yusuf’un, Emevilere karşı direnmekte devam Kufe halkına karşı, bir Cuma günü, Ulu cami minberinde, hem de gözleri bir kan çanağı halinde söylediği şu sözler, bugün bile insanların kanını ürpertmekte ve kalbini durduracak bir hale koymaktadır; Ey Irak halkı! Ey nifak ve kargaşalığı körükleyenler! Ey kötü ahlaklılar! Aptal oğlu aptallar! Köleden doğma köleler! Allah’a yemin ederimki; Ben şu anda olgunlaşmış ve artık koparılma zamanı çoktan gelmiş bazı kelleler görüyorum. Ben şüphesiz sarıklarla sakallar arasında akacak kanları şu anda seyreder gibi oluyorum Haccac; bu şekilde Kufeye geldikten sonra bütün Irak halkına baş eğdirmiş, onların Emevi Halifelerine biat etmelerini sağlamıştır.
Ümeyye b. Abdullah; Horasan’a geldikten sonra oda kendinden önceki vaIiler gibi, Aşağı Türkistan’a bu arada Buhara’ya bir akın düzenlemiştir (77/696). O, Buharadan çok büyük ganimetler elde edeceğine inanıyordu. Fakat yeni gelişmeler onu tam bir sukut-
u hayale uğratmıştır. Çünkü Merv’e vekil olarak bıraktığı Bükeyr b. Vişah kendisine başkaldırmıştı. Neticede Ümeyye, apar-topar tekrar Merv’e dönmek zorunda kalmıştır. Ümeyye b. Abdullah’ın Horasan gibi İmparatorluğun doğuda en hareketli bölgesini idare etmede acız kaldığını gören yeni Halife bu defa onu görevinden almış ve bu bölgenin idari, mali ve değer işlerini lrak’a vali olarak gönderdiği büyük devlet adamı elHaccac b. Yusuf’a bırakmıştır (78/697). Bundan böyle Horasan’dan bütünüyle elHaccac sorumlu olacaktı.
Said’in pervasızca Semerkant’a doğru ilerlediğini haber alan Türkler; Kiş, Nesef halkı bu arada Semerkant Türk savaşçı unsuru, kendi aralarında bir müttefikler ordusu hazırlayarak yeni valinin önünü kesmek istemişlerdir. Semerkant önlerinde yapılan bu çetin harblerde Said; çok korkulu anlar yaşamış ve ordusundaki Türk birliklerinin üstün gayretleri sayesinde ancak onları yenebilmiştir. Ne varki Semerkant önlerinde cereyan eden bu kanlı harbler sırasında Said b. Osman, Türk okçularından birinin attığı bir okla gözünü kaybettiği gibi, mübarek sahabe Kusem b. el-Abbasta şehid olmuştur.
Uzun zamandan beri Horasan’a vali olmayı bekleyen ve bunun içinde Muaviye’ye bir hayli kırgın olan Hz. Osman’ın oğlu Said bu önemli göreve tayin edilmiştir (675). Said b. Osman; Horasan’a geldikten sonra onun asıl hedefi Semerkantı vurmaktı. Zaten Semerkant; o bölgenin en zengin, en müreffeh şehirlerinden birisi idi. Fakat o; Semerkant yolu üzerinde çok önemli ve stratejik bir yeri olan Buhara Hanlığının, daha açık bir ifade ile Kınık Hatun’un kendisine bir problem çıkarmamasını düşünüyordu. Bunun için Said; önce güney ticaret yolunu kontrol altında bulunduran Tirmiz şehrine geldi. Bu sıralarda Tirmiz hükümdarı Türk olduğu gibi, şehir halkıda çoğunlukla Türklerden oluşuyordu. Said Tirmizi ele geçirdi. Daha sonra Buhara’ya yöneldi. Meşhur Buhara melikesi Kınık Hatun’u bir kere daha baş eğmeye mecbur etti. Ayrıca ondan Semerkant yolunu açık tutması ve her hangi bir hiyanete uğramaması için Türk aristokrat ailelerinden 50 delikanlıyı rehin aldı. Hatta o, dahada ileri giderek ordusunu Kınık Hatun’un askerleri ile takviye etti.
Ahnef’in giriştiği fetih hareketlerinin, nerelere kadar uzadığı ve hangi şehirleri fethettiği hakkında açıklayıcı bilgiler verilmemiştir. Ayrıca bu hareketler, daha ziyade bir nevi baskın niteliğinde olduğu için kati fetih nazarı ile bakılmamalıdır. Belki Ahnef, giriştiği böyle bir yağma hareketiyle kendisinden sonra gelen valilere çok kötü bir örnek olmuştur. Zira, ondan sonra Horasan’a gelen Arap valileri aralıksız olarak Aşağı Türkistan’a bir çok akın ve baskın hareketinde bulunmuşlar böylece yüzlerce, binlerce Türkü de esir almışlardır.
Tarih boyunca hür ve müstakil yaşamış ve bunun milletler camiasında yegane örneği olmuş Türk milleti; ülkelerinin bu yeni ve yabancı güçler tarafından işgal edilmesine kesinlikle boyun eğmemişlerdir. Ne yazık; iki taraf arasında kanlı bir mücadele
başlamış ve bu siyasi hakimiyet mücadelesinde Türkler çok büyük kayıplar vermişlerdir.
Gerçekte Kuteybe’nin Merv’e gelmesi ve yeni bir hamle ile başlayan Arapların Orta Asya Fetihleri; Baykent, Buhara ve Semerkant Üçgeni içinde olmuştur. Araplar asıl mücadeleyi bu bölgede vermişler ve kendi siyasi hakimiyet ve idari otoritelerini de en çok bu bölgede yerleştirmişlerdir.
Gerçekte, Türkistan Araplar tarafından fetihlerini Üç basamakta incelememiz gerekmektedir. Bunlardan;

Birinci Basamak; Hz. Ömer’in doğu, Horasan komutanı Ahnef b. Kaysla başlayan (642) ve Kuteybe b. Müslim’ in, el-Haccac tarafından çok büyük yetkilerle Horasan’a vali olarak gönderilmesine kadar devam eden (705) birinci devir, daha açık bir irade ile İlk Akınlar Devri dir. Daha ziyade bir çapulculuk ve yağma hareketi olarak tarih sayfalarına geçen ve Orta Asya Türklüğü için son derece bedbaht ve acı olan bu devirler, yarım asırdan fazla bir süre devam etmiş ve Araplar için zavallı, askeri bir macera olmaktan öte hiç bir işe yaramamıştır.
İkinci Basamak ise; Değerli Arap komutanı Kuteybe b. Müslim’le başlayan ve daha ziyade Baykent, Buhara ve Semerkant üçgeni çevresinde odaklanan muntazam fetih hareketleri devridir. Bu merhale; büyük devlet adamı Haccac b. Yusuf’un, kudretli Arap
generali Kuteybe b. Müslimi, Orta Asya Arap fetihlerini gerçekleştirmek ve Arap siyasi hakimiyetinin sınırlarını Çin Seddine kadar genişletmek maksadıyla Horasan’a vali olarak gönderilmesiyle başlamış (705) ve Ferganede kendi silah arkadaşları tarafından öldürülmesine kadar devam etmiştir (712).
Üçüncü Basamak; Yezid b. el-Mühelleble başlayan (7 12) ve Nasr b. Seyyarla gerçekleştirilen siyasi hakimiyet devridir. Bu devir büyük Türkeş Hakanı Kur-Sul’un kötü bir talih eseri, Nasr b. Seyyar tarafından öldürülmesi ile (738) devam etmiş ve Abbasi ihtilali ile (750)de son bulmuştur.

Türk Hakanı To-lu Han, Fergane ve Semerkant Türklerinin de
katıldığı büyük bir ordunun başına geçerek yanında Yezdücerd de olduğu halde İran’a doğru hareket etti. Ceyhun nehrini geçerek, Belh’e yürüdü. Türk Hakanı Arapların burasını boşalttıklarını görünce, vakit kaybetmeden yoluna devam etti. Bu arada kendisine İranlılardan da katılanlar oldu. Hakan, Merverrevz’e yaklaştığında çok büyük bir orduya komuta ediyordu. Arap komutanı Ahnef b. Kays için tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Eğer talih kendilerine yardım etmezse, yerli halkın desteğinden tamamen yoksun olan Araplar, bir mağlubiyete uğradıkları takdirde, İran’ı baştan başa terketmek mecburiyetinde kalacaklardı. Bu bakımdan Ahnef b. Kays; bu büyük tehlikeyi atlatmak için çok ihtiyatlı ve temkinli hareket ediyordu. Türklerle mecbur kalmadıkça kati neticeli bir muharebeye girmeyecekti. Ahnef: arazinin tabii engellerinden azami derecede istifade edecek şekilde ordusunu yerleştirmeyi de ihmal etmedi. Araplar, arkalarını dağa yaslamışlar, önlerinde ise koca bir nehir akıyordu. Böylelikle O, muhtemel bir Türk hücumuna karşı kendisini daha kolay müdafaa edecekti. Ahnef, bununla da yetinmedi. Türklerle harbetmek niyetinde olmadıklarını, çünkü Halife Ömer’ in kendilerine kati surette Ceyhun nehrinin öte tarafına geçmemelerini emrettiğini adamları vasıtasıyla etrafa yayıyor ve bu haberlerin bir an önce Türk Hakanının kulağına gitmesi için gayret sarfediyordu. Türk Hakanı Tolu Han, önce bu haberlerin aslı esası olmadığını, uydurma birtakım şayialar olduğunu zannetti. Fakat Arapların; günlerdir kıpırdanmadıklarını ve ciddi bir harbe pek niyetleri olmadığını görünce bu haberlerde bir hakikat payı olabileceği kanısına vardı. Fakat bu ne zamana kadar böyle devam edip gidecekti? Zihinleri meşgul eden bu ve benzer sualler bir tarafa, talih bu en sıkışık anında Ahnef’e yine gülmüş ve umduğundan çok daha fazla yardım etmişti. Zira Türk Hakanına, Çinlilerin bu kritik durumdan istifade ederek harekete geçtikleri, bir takım karışıklık ve kargaşalıklar çıkardıkları yolunda Türkistan’ dan haberler gelmeye başlamıştı. Türklere göre Çinliler, Araplara nazaran çok daha tehlikeli idi. Onun için bu Çin tehlikesinin bir an önce bertaraf edilmesi gerekiyordu. Bu bakımdan Türk Hakanı yüksek
komutanları toplayarak durumu müzakere etmiş ve demiştir ki: Bu iş çok uzadı. Bu adamlar harp için öyle bir yere yerleşmişler ki, bundan önce yaptıkları harblerde böyle bir yer seçememişlerdi. Üstelik bunlarla harp etmenin bize pratik olarak pek faydası da yoktur. Haydi biz gidelim. Bu karardan sonra Türk askeri, bulundukları yerden bir gece yarısı sessizce ayrılarak Türkistan’ın içlerine doğru çekilip gitmiştir (H.22/M.642). O gün sabah olup da Araplar; karşılarında kimseyi görmeyince,
Türklerin geri çekildiklerini anlamışlardı. Daha sonra Ahnef’e gelen haberler, Türk Hakanı’nın Belh’e ulaştığı ve Yezdücerd’ i beklediği mahiyetinde idi. Ahnef, böylelikle büyük bir tehlikeyi çok ucuz bir şekilde atlatmış oluyordu.
Arabistanda yaşayan bedevi Araplar yeni yeni göç dalgaları
ile fethedilen Horasan şehirlerine yerleştirilmiş ve buralarda Türkler ve İranlılar yanısıra önemli etnik bir unsur, bedevi olmalarına rağmen yerli halkın yabancı oldukları aristokrat bir sınıf oluşturmuşlardır. Horasan’nın medeni şehirlerinde onlar koloniler halinde yaşıyorlardı. Fakat Alman asıllı papaz yazar J. Wellhausen’ in bu çoğu halde bedevi olan Araplar hakkındaki değerlendirmelerine göre; buralarda Türkler ve İranlılarla devamlı savaş halinde bulunuyorlardı. Büyük tehlikelere maruz kalmalarına rağmen eski vatanlarında olduğu gibi başına buyruk hareket ediyorlardı. Harici tehlikeler onları birleştirmek şöyle dursun, bilakis kızdırıyor ve onları daha vahşi bir hale getiriyordu. Horasan gibi bir düşman diyarı ortasında bulunmaları ve daha çetin daha büyük problemlerle karşı karşıya olmalarına rağmen bu bedevi Araplar; anarşist temayüllerle daha serbest ve saygısız imkan sağlamak (yani yağma ve çapulculuk yapmak) hususunda buraları ikinci bir Arabistan haline getirmişlerdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir