İçeriğe geç

Anlar İzler Tutkular Kitap Alıntıları – İnci Aral

İnci Aral kitaplarından Anlar İzler Tutkular kitap alıntıları sizlerle…

Anlar İzler Tutkular Kitap Alıntıları

Anılarımızın acı ya da tatlı oluşunda kentlerin suçu yoktur.
Belki de zaman bütün acılarıyla ve bıraktığı izlerle uzun, güzel bir mevsimdir.
Yeryüzündeki hiçbir canlı türü dişisini insanoğlu kadar hor kullanmamış, aciz ve kendinden aşağı görmemiş ve mal saymamıştır.
Bir öykü yazmak, yazdıklarınızı ince elemek, damıtmak demektir. Öykücülük kuyumculuktur.
Bursa’da bir yaz öğlesi yaşıyorum şimdi. Birbirine yaslanmış evlerin arasından, güneşin taşlık, dar sokağa düşürdüğü ışık gölge lekelerinin içinden geçiyorum. Ben geçerken el örgüsü tavuslu perde rüzgârımdan ürperip sallanıyor usulca. Bir an belli belirsiz bir ev içi serinliği yalıyor yüzümü. Etli biber dolmasına karışmış uçucu bir çilek kokusu duyuyorum. İçerideki radyodan sokağa taşan buğulu, hüzün dolu kadın sesi bildiğim bir şarkıyı söylüyor: ‘Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından ‘ Birazdan öğle ajansı okunacak.
Issız gecelerin garip yolcusu
Sonra gece, dikenli adımlarıyla dünyaya çizik ata ata, ıssızlığı kanata kanata yürüyecek’tir.
Hiçliğin, yokluğun karşısına rüyalarını, gizlerini, hep yarım ‘eksik kalmış’ arzu ve tutkularını koyuyorlar. Dünyanın adaletsiz, bozuk, suçlu bir yer olduğunu kabullenmişler ve kendi var olma haklarını bu kabülün çerçevesi içinde savunuyorlar.
Baba ölmüş, bir ev dağılmış, başka bir kente bilinmezliklere göçülüyor, dağılan yuvadan kalanlar da göç sırasında eksiliyor, telef oluyor.
Belkide zaman bütün acılarıyla ve bıraktığı izlerle uzun, güzel bir mevsimdir.
Eğer hayatı ve varoluş gerçeğini size sunulduğu gibi kabul eder, sorgulamazsanız ya fazla siner ya da acı çekersiniz. İnsan kendi doğru ve yanlışlarını oluşturmak zorunda.
Özlediğim bir geçmiş, istediğim bir gelecek artık yok. Yalnızca gitmek istiyorum. Kendim olabileceğim bir yere ve zamana gitmek istiyorum
Böyle bir yer ve zaman varmı, bilmiyorum.
Aramak istiyorum.
Yaralı, yarı örtük bir bilincin seslerle dolu karmaşasında O noktada öyküler kendilerini yazmaya başlıyorlar. Bulunduğu yer kırmızı kıyı ise, o kıyıda kaybettiği sesini, kendi yokluğunun içindeki var oluşunu arayıp bulmaya çalışıyor öyküdeki kadın.
Kuşkusuz kadınlık tarihi aynı zamanda ‘acıklı bir erkek zavallılığı tarihi’dir. Yeryüzündeki hiçbir canlı türü dişisini insanoğlu kadar hor kullanmamış, aciz ve kendinden aşağı görmemiş ve mal saymamıştır.
Popüler kitaplara baktığımızda duygusallığa abanıldığını görüyoruz, Kitapçı raflarında isminde aşk geçen yüzlerce kitapla karşılaşmak mümkün. Aşk Kırgınlıkları, Aşka Veda, Aşka Yolculuk, Aşkın Şehidi, Aşkın Zamiri, Aşkın Meali, Sanal Aşk Kaçamakları, Görücü Usulü Aşk, Posta Kodu Aşk, Aşk-ı Sürgün, Aşk-ı Zemheri, Ölümsüz Aşk… Bu tür romanlarda ağlak bir metin, basit, kötü bir Türkçe çıkıyor karşımıza.
Edebiyat magazinleştirilip sulandırılarak okurda hazım zorluğu yapmayacak ‘light’ hale geldi.
Edebiyatın, insanın duygusal ve düşünsel gelişiminde çok etkin olduğu, hayata bakışına yeni açılımlar kazandırdığı, dilini zenginleştirip estetik düzeyini yükselttiği gerçeği tartışılmaz. Öyleyse günümüzde topluma sunulan her türlü yoz kültürel ürünün düzeysizlik, yavanlık ve cehaleti körüklediği ve ciddi bir sorun haline geldiği açık.
İnsanımız acıya dayanıklı. Sabırla yüzleşiyor ölümle ve hayatla. Başına gelecek uğursuzluğu tevekkülle bekliyor. Çünkü çok uzun zamandır işte bu, bunu bekliyordum diye sevindiğimiz aydınlık, umutlu bir gün olmadı. Ömürler geçti, gidişat hep öncekinden daha kötü oldu.
Zamanın iyiliği de yok değil. Keder, acı gibi duyguların şiddetini azaltıyor. Önce belli bir düzeye indiriyor sonra da bizi unutmanın cömertliğine sürüklüyor.
Zamanları üst üste getiren biraz da dokular, renkler ve seslerdir. Yumuşak bir dokunuşla çocukluğumuza gideriz. Bir seslenişle ilk aşkımıza. Göğe uzanan bir dal ucu, kır kokusu, bir çift kırmızı ayakkabı eskilere sürükler insanı…
Yıllardır bildiğin birine “Bu kim?” diye bakarsın birden.
Edebiyat uzun bir yoldur, süreklilik ve inat ister. Üstelik saati çok ağır çalışır. Kâğıttan yapılmış yazarlık tacını başınıza kondurabilmek için kimi zaman bir ömür gerekir.
Edebiyat bize olanları, olasılıkları, insana ve yaşama ilişkin bütün durumları açıklar. Bize insanı ve kendimizi tanıma ve anlama olanağı sunar. İnsan bilincinin ve vicdanının sınırlarını genişletir. Edebiyat bize gereklidir.
Son yirmi beş yılda cinsel, ekonomik, politik açmazlar içinde geleceğine güvensiz, umutsuz, kırgın, uyumsuz ve öfkeli bir genç insanlar kuşağı yetiştirdik.
“Onun için hiçbir şey yapamadım…”
“Hayır, sen elinden geleni yaptın, sevdin onu!”
Edebiyat bir oyundur. Kurulan, inşa edilen bir şeydir. Çözmez, ipucu verir, açıklamaz, şifreler. Böylece dünyayı ve yaşamı yazı yoluyla yeniden kurar.
(…) bir öykü okursunuz ve birden onu okumadan önceki siz olmadığınızı anlayıverirsiniz. Has öyküler sizde, adı olmayan bir sevinç, nedeni belirsiz bir hüzün ve sanki bir şeylerin ilk kez farkına varmışsınız şaşkınlığı yaratırlar çünkü. Sizi boğazınızda bir yumru, yüreğinizde bir güceniklikle bırakıp biterler.
Belki yalnızca bir arayıştır yazmak, diye düşünüyorum şimdi, hepsi bu.
Bir öykü yazmak, yazdıklarınızı ince elemek, damıtmak demektir. Öykücülük, kuyumculuktur.
(…) bir öykünün ilk cümlelerini okurum veya bırakırım o öyküyü okumayı ya da farkında olmadan okur bitiriveririm tümünü. Su gibi akıcı, şiir gibi vurucu, ışık kadar kuşatıcı olmalı bir öykünün başı.
Belki de zaman, bütün acılarıyla ve bıraktığı izlsrle uzun, güzel bir mevsimdir.
Edebiyat uzun bir yoldur, süreklilik ve inat ister. Üstelik saati çok ağır çalışır. Kâğıttan yapılmış yazarlık tacını başınıza kondurabilmek için kimi zaman bir ömür gerekir.
Yazmak, çoktan unuttuğunuzu sandığınız birçok şeyi, içinizdeki birikmiş acıları, yenilgileri, aldanışları, keşkeleri uygun dille kâğıda dökmek, başkalarıyla bölüşmektir.
Hızla büyüyorum. Küçük sevinçler, kırgınlıklar, beklenti ve düş yıkımları ile. İlk aşk, ilk şiirler, ilk bezginlik ve yalnızlıklar, yaşamı sorgulama çabaları Ama hep kitaplar
Öngörümüzle belli şeyleri önceden hissedebiliriz. Geri adım atma şansımız kalmamış olsa bile.
Edebiyat insan olmanın dramını derinden bir kavrayışla anlatabilmektir.
Zaman aşındıran, bozandır ama bu bozulmayı bir biçim değişikliği, yenilenme, gelişme, dönüşüm olarak da görmek olasıdır.
“Eğer hayatı ve varoluş gerçeğini size sunulduğu gibi kabul eder, sorgulamazsınız ya fazla siner yada acı çekersiniz.”
“Edebiyat insan olmanın dramını derinden bir kavrayışla anlatabilmektir.”
Belki zaman bütün acılarıyla ve bıraktığı izlerle uzun güzel bir mevsimdir.
Bakışlarındaki soğuk iklimlere dayanamıyorum.
Gitmek istiyorum
Özlediğim bir geçmiş, istediğim bir gelecek; artık yok. Yalnızca gitmek istiyorum. Kendim olabileceğim bir yere ve zamana gitmek istiyorum..
‘Aldatılmak bir kadermiş gibi yaşanıyor artık.’
Kadının en büyük çelişkisi, olması gereken ya da olmayı istediği insanla erkek iktidarın onun için öngördüğü geleneksel rol arasındaki bölünmüşlüğüdür.
Hayatın ne olması gerektiği ve nasıl kullanılacağı en temel insanlık sorunu değil mi zaten?
Eğer hayatı ve varoluş gerçeğini size sunulduğu gibi kabul eder, sorgulamazsanız ya fazla siner ya da acı çekersiniz.
Bazı kentlerin insanın hayatında rastlantısal rolleri vardır.
Kuşkusuz kadınlık tarihi aynı zamanda ‘acıklı bir erkek zavallılığı tarihi’dir. Yeryüzündeki hiçbir canlı türü dişisini insanoğlu kadar hor kullanmamış, aciz ve kendinden aşağı görmemiş ve mal saymamıştır. Erkekle kadın arasındaki sahiplik ya da ezen ezilen ilişkisi, hiç kuşkusuz kaba saba değildir. Çok karmaşık ve inceliklidir. İki taraf birbirini sever çünkü. Ama bütün yakın ilişkilerde sonuç olarak hükümranlık erkeğe geçer.
Yani şöyle ya da böyle bir bedeli var kendi varlığının bilincine ermenin.
Kağıttan yapılmış yazarlık tacını başınıza kondurabilmek için kimi zaman bir ömür gerekir.
Tuncel Kurtiz! Çağdaş şaman, Deli Dumrul, okulsuz feylesof!
On iki yaşındayken Kaz Dağları’nın zirvesindeki karları mendiline doldurup getirmiş evine. Altmış yaşındayken, ocak ayının yirmi sekizinde, inat olsun diye denize girdi. Bu görülmemiş yaşama inadına rağmen, küçük koma ve intihar denemeleri yapmamış olduğunu sanmam. Kolay değil. Tekkeye kırk yıldır odun taşıyan Yunus, erdi erecek bir derviş, yufka yürekli bir asi Kendi dizginini tutan huysuz at Hiç kolay değil.
‘’ Çek gözlerini kahve fincanımın içinden. Ağır bakışlarını da içirme bana. ‘’
Belki de zaman bütün acılarıyla ve bıraktığı izlerle uzun, güzel bir mevsimdir.
Günaydın 🤗
Günümüzde bile kadınlar, kendilerini keşfetme ve birey olma bilincine varma yolunda, yalnız başlarına yol alıyorlar.
Kendi deneyimlerini bir başlarına, deneme yanılma yoluyla yaşıyorlar. Bu yüzden de, çevrelerini kuşatan, yaşamlarını, düşüncelerini hatta düşlerini biçimleyen mevcut kadınlık yorumlarından, erkek egemen önyargı ve anlayışların etkisinden kurtulup kadın-bireyler haline gelebilmek için karanlikta el yordamyla ilerliyorlar.
Kuşkusuz kadınlık tarihi aynı zamanda acıklı bir erkek zavallılığı tarihi dir. Yeryüzündeki hiçbir canlı türü dişisini insanoğlu kadar hor kullanmamış, âciz ve kendinden aşağı
görmemiş ve mal saymamıştır.
Insanlar mutlu sonları severler. Yani Sonsuza kadar huzur ve mutluluk içinde yaşadılar, diye sona eren masallan
Ne var ki böyle sonlar yalnızca ucuz romanlarda vardır ve
Aragon’un dediği gibi Mutlu aşk yoktur
Bütün bu olumsuz gelişmelerden, küresel aptallaşma/Sömürgeleşme metalaşma/ tüketme/ tüketilme felaketinden edebiyat da payını alıyor ister istemez.
Günümüzün bireysel ve toplumsal şizofreni boyutlarna
varmış kimlik sorunu yalnızca romanlarda değil, gerçek yaşamda da sık karşımıza çıkan bir durum.
Aslım yok, eski bir fotoğrafın negatifiyim ben yalnızca.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir