İçeriğe geç

Almodovar Teoremi Kitap Alıntıları – Antoni Casas Ros

Antoni Casas Ros kitaplarından Almodovar Teoremi kitap alıntıları sizlerle…

Almodovar Teoremi Kitap Alıntıları

Her olayda elimizden kaçan ama dokunulabilir bir lütuf vardır, onu ancak daha sonra görebiliriz.
Hayvanlar insanlardan sonsuz kez daha ince ve yumuşak sevişiyorlar. İnsanlara hayvan gibi davranıyorsun denmesi tamamen beylik bir laf
Belirsizlik, kesinsizlik bütün belirli gerçeklerden daha tahrik edicidir.
Savunacak, peşinden gidecek hiçbir şey yok, bütün hayallerimizi terk ettik. Uygunluk ve benzerlik içerisinde yaşadık. Rahattan başka hiçbir şey aramadık ve bu tatsız tutsuz arayışta sevinci, mutluluğu kaçırdık.
Tehlikede olmayan insanlar çok gevsektirler. Duyuları küflenir. Bütün hayatları pas içinde kalır.
Beden güzelliği diktatörlüğü, bütüncül ve en üst düzeyde anoreksiktir. Dergilerde boy boy çıkan kızlar hastalık derecesinde zayıflar ama ben onların zayıflığından bahsetmiyorum. Söylemek istediğim, dünyanın üçte biri açlıktan, diğer üçte ikisi bakış yokluğundan ölürken, bu diktatörlükte kendini açlıktan öldüren bir deliliğin olduğudur. Gene de anoreksik biri kendini herhangi birinden daha çok seyreder. Bütün kültürümüz, bütün medeniyetimiz anoreksik.
Düşüncemizin sefaleti beynimizin çalıştığı dar, bitişik alandan geliyor. Bir fare şeklindeki egonun perspektifsizliği, havasızlığı, alansızlığı. İşi başlatan bu. Korkuyu doğuruyor. Kendimizi aşmamızı engelliyor. Bilim adamları, filozoflar ve sanatçılar bedene sıkışmışlıktan sezgi veya düşünceyle kurtuldukları zaman yaratıyor ve icat ediyorlar.
Gökyüzündeki şimşekleri ve bulutları bilmezmiş gibi, yüzün belli ahenk kriterlerine uygun olmasını isteme tutuculuğu var insanlarda.
Acının bedenler üzerinde etkisi vardır, onları durmadan yoğurur, sıvılaştırır ve uzatır.
Bir an sadece maskelerle karşılaştığımız bir dünya hayal ediyorum. Dünyanın bütün toplantıları, bütün yönetim kurulları gerçek yüzlerin görünmediği bir bayram olurdu. Rengarenk maskeler. Kandırılmanın ne kadar zor olacağını, hafifliği, anonimliği hayal ediyorum. Hakiki olan sadece gözler ve ağız olurdu. Bir sözleşmenin, insani bir kararın altına imza atabilmek, kendimizi aşk oyunlarına mı yoksa savaşa mı bırakacağımızı anlamak için öpüşmemiz gerekirdi. Ah! Araya hiçbir aracı girmeden olurdu her şey!
Hangi yüz zaman içerisinde bir maske olmaz? Hangi yüz ona ilk bakışın kaygısız tazeliğini koruduğunu iddia edebilir? Yüzlerin onları ağırlaştıran aşırı bir yoğunluğu var.
Dertsiz kalbinin şeker gibi yumuşaklığı beni hayran bırakıyor.
Dünyayı seyrederken ümitsizliğe kapılıyorum. Vahşilik denen şeyi özlediğim bile oluyor. Yamyamlığa, kılıçlı, oklu savaşlara geri dönmek, bugünün sözümona tertemiz savaşlarına suskunlukla kefil olmaktan daha doğal geliyor.
Geceleri dolaşırken fikirlerim kararıyor. İçinde yaşadığım zamanı bir vaşağın gözleriyle izliyorum. Bu toplu katliam yapmayı neredeyse bir yardımseverlik şölenine çeviren rezil ahlakçılıktan nasıl çıkılır bilemiyorum. Artık bizi hiçbir şey şaşırtmıyor. Siyasi bir komadayız, kalbimiz güçsüz. En kötüsü, buna benzer duygular bastırdığında kendimi bu soluk kalabalığın bir parçası olarak görmem. Saklanmaktan, mavileşene kadar ısıtılmış bakır teller gibi gökyüzünde eğrilen yaşam alanlarına dokunmaktan başka bir şey yapmıyorum.
Savaşların utanmazlığı, kendini ticaret haline getirmesinde. İnsanlar kesilip biçiliyor ve sonra tam bir U dönüşü ve yıkıcı adam elinde sözleşmelerle, ülkeyi yeniden kurmak isteyen sevimli bir insansever oluveriyor. Eskiden sadece düşmanı öldürmek, onun hayvanlarını, kalelerini, kadınlarını, verimli topraklarını ya da büyüleyici güzellikteki kraliçesini ele geçirmek istenirdi. Bugünkü durumla karşılaştırdığımızda bu çok ahlâklı kalıyor. Bugün bir çocuğa bekaretini geri vermek için tecavüz ediliyor gibi.
Ama kafamı kurcalayan bir şey var. Neden on sekiz yaşında isyankâr, otuzunda ılımlı, kırkında geri dönüştürülmüş oluyoruz? Tam tersini hayal ediyorum, hayat ilerledikçe başkaldırış da artsa, yaşlılığın en önemli özelliği olana kadar gelişmeyi bırakmasa mesela. Ama ihtiyarlar ne yapıyor? Dünyanın haline yakınacaklarına, kalp ağrılarına, küçük acılarına sızlanıyorlar.
Cinsellikten eli ayağı çekmek ruhun hapishanesidir. Yalnız başınayken yapılanlardan bahsetmiyorum çünkü hiçbir zaman temas etmenin yoğunluğunu yaşatamazlar, kendilerinde sonsuzluğa doğru ilerlemeyi engelleyen bir soyutluk taşırlar.
Lisa, o ve ben birbirimizi uzun zamandır tanıyormuş gibiyiz. Eski dostlar arasındaki o kolaylık var, tartışma, konuşma ihtiyacı olmuyor, eylemler akıyor.
Bazen küçücük bir ayrıntı sevincin ortaya çıkması için yetiyor.
Ormanlarda zıplayarak koşma, bağırarak çiftleşme, insanlığı koskocaman bir hayvanat bahçesine çevirmek isteyenlerin kurallarını ve yasalarını boşverme özgürlüğümüzün olmaması bizi boğuyor. Sinirden nefessiz kalıyoruz. Peki eğer biz parmaklıkların ardındaysak, kim bizi görmeye geliyor? Uzaylılar mı? Melekler mi? Tanrılar mı yoksa ecinniler mi? Hayır, bizzat hayvanlar geliyor, kaplanlar, anakonda yılanları, yusufçuklar, gergedanlar, zürafalar geliyor.
Kimsenin hayal kurmasını, müzik dinlemesini, bir kuşun uçuşunu ya da bir dalganın kıyıya vuruşunu seyretmesini engelleyemeyiz. Ressamların resim yapmasını, müzisyenlerin çalmasını, yazarların yazmasını engelleyemeyiz. Sadece eserlerin insanlara yayılmasını, açılmasını, dokunmasını engelleyebiliriz. Bir süre için, bir diktatörlük süresince, otuz, kırk, elli yıl belki. Sonra ölüm onları özgürleştirir. Hâlâ nefes alabildiğimiz, biraz su içebildiğimiz sürece hayat ortaya çıkıverir.
Hayaller kurulabilir, gökyüzü arzulanabilir, hafızada binlerce enfes anı canlandırılabilir ama bir bedenin bir ötekini arayışının yeri nasıl doldurulabilir?
Bu otoportremde başka bir şey deniyorum. Yaptığım tuhaf bir şekilde ütopik de olsa, dünyaya kendi güzelliğini gösterene kadar bakmayı deniyorum. Almodovar teoremini oluşturuyorum: Korkunç bir şeyi güzelliğe çevirmek için ona yeterince uzun süre bakmak yeter.
Beden güzelliği diktatörlüğü bütüncül ve en üst düzeyde anoreksiktir. Dergilerde boy boy çıkan kızlar hastalık derecesinde zayıflar ama ben onların zayıflığından bahsetmiyorum. Söylemek istediğim dünyanın üçte biri açlıktan, diğer üçte ikisi bakış yokluğundan ölürken, bu diktatörlükte kendini açlıktan öldüren bir deliliğin olduğudur. Gene de anoreksik biri kendini herhangi birinden daha çok seyreder. Bütün kültürümüz, bütün medeniyetimiz anoreksik. Gözlerimiz sabit.
Hangi simya, hangi büyü on beş yaşımdaki ateşi geri getirebilir ki?
En nihayetinde bu dünyayı tekrar içine girecek kadar seviyor muyum bilmiyorum. İnsanüstü bir gayretle kendime bir yer oluşturdum, insan tasarrufunun yapıldığı bir yer.
Senden sonra hiçbir erkek beni etkileyemedi. Beni etkileyen tek erkek sensin. Bugün hâlâ ajandamda fotoğrafın var Seni aramak istiyordum. Kendimi sana vermek istiyordum ama ruhum arzuyla korku arasında sıkışıp kaldı.
Kimse senin gibi sevmedi beni
Caroline benim oturduğum yerden birkaç kilometre ötede oturuyordu.
Onu elde edene kadar haftasonlarımı bu yolu amuda kalkarak, ellerimin üzerinde kat etmeye karar verdim.
Tutkumu dile getirmek için güzel bir yoldu bu, güzellik kraliçelerinin en mesafelisini etkilemek için seyyar bir delilikti benimkisi.
Her şekilde aşırıya kaçmayı sevdim, bedenim ve ruhum başkalarının tükettiği nadirleşmiş bir besinle tatmin olamıyormuş gibi. Herkesin tatmin olup durduğu yerde, ben daha ikinci soluğumu alıyordum.
Kelimelerin trajikliğinin müziğin tatlılığıyla olan ittifakını severdim. İki dünyanın, salt soyutlamayla beden dilinin birbirine değmesini severdim.
Önce zihne yoğunlaşmak gerek. Sonra teknik kendiliğinden gelir.
Biraz deniz, biraz toprak. Hayal kurmak için mükemmel bir denge.
Bazı şeyleri ancak bir daha görmeyeceğimiz kişilerde affedebileceğimizi biliyordum. Affetmek bazen affettiğine yakın olmayı kaldırmaz.
İnce ve keskin bir zihin kaba maddenin en gizli köşelerini araştırır.
Biri beni seyretti, bana dokundu, kelimeler tenimin altına kayıverdiler.
Matematik, kesin bir bilim olmadığı için beni büyülüyor. Arzuyu, yaratıcılığı, atılganlığı, korkuyu, cesareti, yalnızlığı denkleme koymak isterdim.
Hayalgücünün kendisi uzamdaki nesnelere dokunmayı, onlarla karşılaşmayı bırakmaz, her şekil, bilincin sürdürmek zorunda olduğu bir kurmacadır sanki. Bu, tek bir bilinci kendine mal eden insanların en büyük kibridir.
İnsanların arasına karışmış bir Neptün
– Ben mutsuz olduğumda, hayalimde oraya giderim, saatlerce ağlarım, hatta bazen suya girer ağlarım. Deniz seviyesini bir milimetre bile yükseltmeyi hiçbir zaman başaramamışımdır. Demek ki büyük bir acı değilmiş.
》Bir damla gözyaşı bile deniz seviyesini yükseltmeye yeter. Ölçülemez ama bu bir gerçek.
Bir koku, bir manzara, bir ses, küçük bir şey kendimi evimde hissetmeme yetiyor
Yüzü olmayan bir adam belgisiz bir zamirdir.
On beş yıldır beni kimse görmedi. İnsanın bir hayatı olması için bir yüz gerekir. Benim yüzüm bir kazada parçalandı ve her şey bir gecede, yirmi yaşımda duruverdi. Newton’la da ilk karşılaşmam böyle oldu. O zamandan beri de, kendimi tutkuyla okumaya verdim, doğrusu yapacak başka bir şeyim yoktu.
Filozoflar uzmanlığı olmayan bir şey yaparlardı: kendilerini daha kolayca ifade ederlerdi. Ah! İşte filozofların ve diğerlerinin çok az bildiği, benim arzuladığım hafiflik budur! Bu, bir bakıma bir matematik cenneti olurdu.
Boşluğun merkezinde bir başka şenlik var.
《 Roberto Juarroz 》
Her gece delirmiş gibi dolaştım sokaklarda, içimdeki duygular ne olursa olsun, ister neşe, ister umut, yalnızlığıma gelip çarpıyorlardı.
Benim evrenim dar, kolayca kenarına köşesine çarpabiliyorum. İnsanın hayatında önemli bir şey eksik olunca; mesela bir yüz, tutku, dünyayı bir parça olsun anlamak. Bu eksik, bu engel olmasaydı hayatın daha güzel, hafif ve sevimli olacağını hayal etmeye kadar vardırıyoruz işi. Bence bu bir aldanma, bir tuzak, tembellik.
— Hayatında neyi seviyorsun?
》 Ne olursa olsun hiçbir şeye uymak zorunda olmayışımı. Ben orijinal olmaya mahkum edilmişim
Kimsenin hayatıma bir etkisi yok, her güzellik tesadüfi Yalnızlığa geri dönmeye her an hazırım.
Zihin boşluğu, boş alanı hayal bile edemeyecek kadar şekle alışıyor. Benim zihnim boşlukta rahat, orada kendini bırakıyor, teslim ediyor ve şekilsizlikten keyif alıyor. Öyleyse neden oyuna geri döneyim? Neden diğerleri olsun hayatımda? Hayatımı yazabilirsem bu benim tek ayrıcalığım olmayacak mı?
Ben başka bir zamandayım, benimle karşılaşmanın çok zor olduğu paralel bir alandayım.
Her olayda elimizden kaçan ama dokunulabilir bir lütuf vardır, onu ancak daha sonra görebiliriz.
En sonunda anladığım şey buydu: ne olursa olsun yalnızdım, kaçmanın tek bir yolu bile yok. Yalnızlığın bana verilmesi şansına sahiptim ve keşfetmem, anlamam gereken bu yalnızlıktı. Ne daha fazlası ne daha azı. Belki de bir gün boşluğun merkezindeki şu şenlikle nasıl karşılaşılır anlayacağım.
İnsan hayatını değiştirebilir mi? Bir iş ya da bir başarı hiç bilemeyeceğimiz bir yere taşır mı bizi? Kendimizden kaçmak için bir yer daha mı var?
Ânın, aklın bekâretinin, ötekinin hiçbir zaman meçhul kalmamasının üzerine inşa edilmiş bir inceliğin peşindeyim. Tazeliğin, yeniliğin kaynağı budur.
Duygusal yapmacıklıklardan, sonsuza dek söz verişlerden, tutkuların kontrolünden, bizi her zaman aynı felakete, aynı yalnızlığa götüren aşk oyunlarından gına geldi
Bir filmden çıkıp da ortadan kaybolmayı düşünmeyen biri var mıdır? Bir daha ailesini, arkadaşlarını
görmemeyi, ertesi gün çalışmamayı, herkesin tanıdığı bir kişi olmamayı, yepyeni bir hayata başlayıp sadece kendi zevkleri için yaşama riskini almayı kim düşlememiştir?
Mahallemdeki küçük sinema salonuna gitmiştik. Eski ama hâlâ duruyor. Koltuklar biraz göçmüş. Kahramanların yaşadığı aşkı tatmanın verdiği bütün o ümitlerin, korkuların, düşlerin çok eski kokusu. Hayatımızın en sonunda ihtişamlı olması arzusu. Bizi yok edecek olsa bile büyük bir tutkunun kendini göstermesi. Her büyük filmi seyrederken aldığımız risk budur. İçimize ya da hayatımızın hiçliğine akıttığımız gözyaşlarıyla karanlık salondan çrkarken artık aynı şekilde yürümüyor oluruz. Her büyük film bizi sendeletir, iki su arasında gidip gelen yumuşakça planktonun hissettiğine çeker bizi bir anlığına ya da sonsuza kadar. Bu hayattan kaçmak yerine bir kahraman gibi yaşayabileceğimize dair belli belirsiz bir hisle çıkarız karanlığın içinden. Bu lütuf anlarında, hassaslığımızı hissederiz, kararsız tenimize dokunuruz, şiddetli güzellik hayalinin ortaya çıkıp bizi götürmesine izin veririz. Sonra korku çıkagelir, biçimleri, çerçeveleri, toplumun işleyişini korumamız gerektiğini hatırlatır. Ben her büyük filmin bizde uyandırdığı bu özgürce hareket edebilme olanağıyım.
Kader, yaşamaya başlamam için beni çok erken öldürerek ödüllendirdi. Tenimde, yüzümde öldüm ama ruhumda değil.
Tehlikede olmayan insanlar çok gevşektirler. Duyuları küfleniyor. Bütün hayatları pas içinde.
Gittiler. Eve döndük. Az sonra Lisa’nın kollarındayım. Orada gerçekle hayal arasında fark edilebilecek bir sınır yok.
Kadınsız erkekler kurudur. Onlarda bir şey eksik kalır. Sanki süt tozu emmiş gibi olurlar.
Her sanat eseri bizde varlığın sahip olduğu en canlı, en sorgulayıcı, en özgür şeyi uyandırır. Acılarımız şiddetlenir. Hayatımızın senaryosunu yeniden yazmak isteriz. Varoluşta bizi yarın ölecekmiş gibi yaşatacak saçma bir dram eksikmiş gibi görünüyor. Yarın ölmüş olacağız. Kimse bunun farkında değil. Sinema bunun farkındalığını ortaya koyuyor. Kahraman olacak vaktimiz hâlâ olmadı. Hoşnut edecek çok insan var etrafımızda. Ama bir an gelir kendimizi bile tatmin edemez oluruz ve işte o zaman ölüm trajik bir hal alır.
Savunacak, peşinden gidecek hiçbir şey yok, bütün hayallerimizi terk ettik. Uygunluk ve benzerlik içerisinde yaşadık. Rahattan başka hiçbir şey aramadık ve bu tatsız tutsuz arayışta sevinci, mutluluğu kaçırdık.
Zihin hiçbir şeye benzemeyen bir çerçeveden, yenilikten, yegâne bir andan korkar. Her şey bize başka bir şeyi düşündürüyor, gerçekten hayatta olmanın zorluğu buradan geliyor.
Onun gözünün başkalarının gözlerinden daha dikkatli olduğu izlenimine kapılıyorum ve deneyimlerime dayanarak biliyorum ki dikkat en sonunda bir büyülenişi de beraberinde getirir.
Ben kaosun katedilmeye değer tek alan olduğunu iddia ediyorum ve bütün medeniyet yüzünü maneviyata çevirdiğinde sonun başlangıcı ve son da başlangıç olacak. Kaosta bütün neoklasiklerin bilmediği bir tür tesadüfi zarafet vardır. Kaos kendini en keskin düzen, mükemmellik, ahenk arayışında gösterir. Bu da Almodovar toreminin sonuçlarından biridir:
Ahenk = Kaos.
Büyük ressamlar her zaman hilkat garibelerini, canavarları sevmiştir. Sadece neoklasik ressamlar ahengin, uyumun büyüsüne kapılmıştır.
Aşklarımızdan geriye ne kalıyor? Kendinden geçme anlarındaki ya da acıdan bozguna uğramış yüzlerdeki izler. Parçalar, kolajlar. Öyleyse yüzü zaten kolaj olan biri sevilebilir mi? Aşk bir kayadan çıkan pınar gibi fışkırabilir mi yeterince uzun bakılırsa? Hayır, bu Almodovar teoreminin en trajik sonucu: geometri ve uyuma ihtiyacımız var çünkü zaten soyutlamanın zararına uğramış bir şeyi yok etmenin hiçbir zevki yok.
Güzelliğimize, başkasının güzelliğine dolaysızca, algılarımızı korkuyla gölgelemeden ulaşamayız.
Acı, mücadele ve yaşadığım yalnızlık benim bir yankım.
Bir keresinde kimlik ve alkol kontrolü yaptılar. Ot ya da başka maddeler kullanıp kullanmadığımı merak ediyorlardı. Aşktan çılgına dönmüştüm, tek ama tek uyuşturucum buydu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir