Maurice Merleau-Ponty kitaplarından Algının Fenomenolojisi kitap alıntıları sizlerle…
Algının Fenomenolojisi Kitap Alıntıları
Öyleyse duyuma geri dönelim ve ona o kadar yakından bakalım ki algılayanın kendi bedeniyle ve dünyasıyla arasındaki yaşayan ilişkiyi bize öğretsin.
Varlığı zaman üzerinden düşünürüz çünkü özneyle dünyanın ilişkisini, özne-zamanla nesne-zaman arasındaki ilişkiler üzerinden anlarız.
Sorularımız her zaman cevapları içinde taşımaz ve Marx’la birlikte insanın sadece çözebileceği sorunları ortaya koyduğunu söylemek, teolojik iyimserliği yenilemek ve dünyanın tamamlanacağını farz etmektir.
Varoluş daima geçmişini üstlenir, ister onu kabul ederek isterse de reddederek. Bizler, Proust’un dediği gibi, bir geçmiş piramidinin üstüne tünemiş durumdayız ve eğer onu görmüyorsak, nesnel düşünceye saplanıp kaldığımız içindir bu.
…müzik, resim ve şiir kendi nesnelerini yaratırlar ve kendi kendilerinin bilincine yeterince vardıkları anda, bile isteye kendilerini kültürel dünyaya hapsederler.
Varlık düzleminde, öznenin hem doğan [naturé] hem de doğuran [naturant] olduğunu, hem sonlu hem de sonsuz olduğunu asla anlamayacağız. Ama öznenin altında zamanı bulursak ve zamanın paradoksuna bedenin, dünyanın, şeyin ve başkasının paradokslarını eklersek, bunun ötesinde anlayacak bir şey olmadığını anlarız.
Geçmişi ve geleceği elimden kayıp gidecek gibi tutarım, kendi zamanıma benim tarafımdan sahip olunması, kendi kendimi bütünüyle anlayana kadar ertelenir ve bu an hiçbir zaman gelmez, zira bu da bir andır sonuçta, bir gelecek ufkuyla çevrelenmiştir ve anlaşılmak için onun da açılıp gelişmesi gerekecektir.
Ancak şimdi anlıyorum ki yaşamımın ilk yirmi beş yılı, nihayet otonom hale gelmek için zorlu bir aileden kopuş evresinin izlediği uzatmalı bir çocukluk dönemi gibiymiş.
Kör doğup katarakt ameliyatı olanlarla yapılan deneyler onlar için mekânın görme ile başladığını asla kanıtlamamıştır ve kanıtlayamaz.
Genellikle yeşilin “dinlendirici” bir renk olduğu kabul edilir. “Beni kendi içime kapatıyor ve bana huzur veriyor,” der bir hasta. “Bizden bir şey istemez ve bizi hiçbir şeye davet etmez,” der Kandinsky.
Bir yaşam stili —kaçma tavrı veya yalnızlık ihtiyacı— belki de belli bir cinsellik halinin genelleşmiş ifadesidir.
Asla tam olarak dünya içindeki bir şeye dönüşmem, şey olarak varoluşun doluluğu bende daima eksik kalır, kendi tözüm içeriden benden kaçar ve her zaman bir yönelim çizilir.
Beden olmak, (…), belli bir dünyaya bağlı olmaktır ve bedenimiz öncelikle mekânın içinde değildir. Bedenimiz mekâna aittir.
Bir bilinç olmak ya da daha doğrusu bir deneyim olmak, dünyayla, bedenle ve başkalarıyla içsel bir iletişim kurmaktır, onların yanında olmaktan ziyade onlarla birlikte olmaktır.
Somut olarak ele alınan insan bir organizmaya eklenmiş bir psişizm değildir, kimi zaman kendini bedensel olmaya bırakan kimi zaman da kişisel edimlere koyulan bir varoluş gelgitidir. Psikolojik motifler ve bedensel durumlar birbirine geçebilir, çünkü yaşayan bedende, psişik yönelimler bakımından mutlak tesadüf olabilecek tek bir hareket yoktur, en azından kaynağını veya genel taslağını fizyolojik eğilimlerde bulmayan tek bir psişik edim yoktur.
Meditasyon yapan özne olarak biz, bilmeye çalıştığımız, refleksiyona uğramamış özne değilizdir asla; fakat büsbütün bilinç haline de gelemeyiz, kendimizi transandantal bilince dönüştüremeyiz.
Bedenim beni terk etmeyen bir nesnedir.
Kişisel varoluş aralıklarla gelip gider ve bu gelgit çekildiğinde, karar, bundan böyle hayatıma ancak zoraki bir imleme verebilir.
Geçen zaman imkansız tasarıları alıp götürmediği gibi, travmatik deneyimin üstünü de örtmez.
Eksikliğin reddi sadece bir dünyayla iç içe oluşumuzun diğer yüzüdür..
Şimdi yola çıktığımız probleme geri dönelim..
Bedenin bilinci bedeni işgal eder, ruh tüm parçalarına yayılır, davranış merkez bölgesinden taşar.
Benim dünyaya bakış açım olan bedenimi, bu dünyanın nesnelerinden biri gibi değerlendiririm.
Zaman kendini yeniden başlatır: Dün, bugün, yarın, bu döngüsel ritim, bu sabit biçim, onu tek hamlede ve bütün olarak elde tuttuğumuz izlenimini yaratabilir, tıpkı fıskiyenin bize bir ebediyet duygusu vermesi gibi. Ama zamanın genelliği onun ancak ikincil bir niteliğidir ve ona dair ancak otantik olmayan bir görüş sunar çünkü zamansal olarak varış noktasını ve başlangıç noktasını ayırt etmeksizin, sadece bir döngü düşünebiliriz. Ebediyet duygusu ikiyüzlüdür, ebediyet zamandan beslenir. Fıskiye ancak suyun devamlı fışkırması sayesinde aynı kalır.
Seçimlerimizin ve eylemlerimizin özgürlüğümüzü kısıtlamasından endişe duymamıza gerek yok çünkü kancalarımızdan bizi kurtaran sadece seçim ve eylemdir.
Ben gördüğüm her şeyim, özneler arası bir alanım, bedenime ve tarihsel durumuma rağmen değil, tersine tam da bu beden ve bu durum olarak, onlardan geçerek geriye kalan her şey olarak.
Hakiki seçim, bütün karakterimizin ve dünyada olma tarzımızın seçimidir.
Biz ancak o olduğumuz için zamanın bizim için anlamı vardır.
Zaman, olacak olan her şeye, bir daha varolmamak üzere varolması için verilmiş bir fırsattır.
Sevgi daha ziyade birisine doğru dönmemi sağlayan harekettir, düşünce ve tutumlarımın dönüşmesidir.
Birleştiren edim aynı zamanda ayırır ve uzak tutar, ancak kendimden kaçarak kendime dokunabilirim.
Zaman, yaşamın duyusu, anlamı ve yönüdür.
Yaşamım her an aşkın şeylere doğru atılıyor, bütünüyle dışarıda olup bitiyor.
Kanayan bir et parçasının içinde gizlenen şu bilinç, karanlık niteliklerin en saçmasıdır.
Yüz ancak kendisini oluşturan renklerin ve ışıkların düzenlenişi sayesinde bir şeyler ifade eder
Dokunan ya da yoklayan şey bilinç değil eldir ve el, Kant’ın da dediği gibi, insanın dışsal beynidir.
Her şey soru işareti Sabah, öğle, akşam, geçmiş, şimdi, gelecek Her şey öyle tekdüze ki Her şey her zaman yeniden başlıyor.
Bir zamanlar insandım ruhum ve yaşayan bir bedenim vardı, şimdi ise sadece bir varlığım
Dış algı ve kişiye has beden algısı birlikte çeşitlenir, çünkü aynı edimin iki yüzüdürler.
O halde ben, Hegel’in dediği gibi varlıkta bir delik değil, bir çukurum, bir kıvrımım, oluşmuşum ve bozulabilirim.
Söz konusu olan ister benim bedenim ister başkasının bedeni olsun, insan bedenini tanımamın tek yolu onu yaşamaktır, yani onu kateden dramayı kendi hesabıma devralıp onunla iç içe geçmemdir.
Bir dili benimsemek için onun ifade ettiği dünyayı üstlenmek gerekir ve asla aynı anda iki dünyaya ait olamayız.
Söz bir bedensel jesttir ve imlemesi de bir dünyadır.
Bedenimiz bir düşünüyorum un nesnesi değildir: Kendi dengesini örgütlemeye doğru giden, yaşanmış bir imlemeler bütünüdür.
Yaşayan bir imlemeler düğümüdür beden
Antropolojik mekânlar kendilerini doğal mekân üzerine, Husserl gibi konuşmak gerekirse “nesneleştirmeyen edimler”, “nesneleştiren edimler” üzerine inşa edilmiş olarak sunarlar.
Rüyanın kendisi sırasında dünyayı terk etmeyiz: Rüyanın mekânı açık mekândan çekilir ama onun tüm eklemlenmelerini kullanır, dünya bize uykuda bile musallat olur, dünya hakkında rüya görürüz. Keza delilik de dünyanın etrafında döner.
Sağlıklı insana delirmeye veya halüsinasyona karşı güvence veren yaptığı kritik değil, mekânının yapısıdır
Mekân ve genel olarak algı, öznenin tam kalbinde onun doğum olayına işaret eder, onun bedenliliğinin algısal getirisini, dünyayla düşünceden daha eski bir iletişimi vurgular.
Mekânın her zaman “zaten kurulu” olması esastır ve dünyasız bir algının içine geri çekilirsek bunu asla anlamayız.
Mekân, içinde şeylerin konum aldığı (gerçek veya mantıksal) ortam değil, şeylerin koyulmasını mümkün kılan aracıdır. Yani onu, içinde şeylerin yıkandığı bir tür eter gibi hayal etmek ve şeylerin ortak özelliği olarak soyutça kavramak yerine, şeylerin evrensel bağlantı kuvveti olarak düşünmeliyiz.
İzlenimler alışılmışın dışında düzenlendiğinde, psişik nedenler artık etki edemez.
Sıradan anlayışın (sens commun) veya bilimin dogmatizminden yeniden kendime döndüğümde, bir iç hakikat yuvası değil, dünyaya adanmış bir özne bulurum.
Eksikliğin reddi sadece bir dünyayla iç içe oluşumuzun diğer yüzüdür, bizi işlerimize, kaygılarımıza, durumumuza, tanıdık ufuklarımıza doğru fırlatan doğal hareketle çelişen şeyin üstü kapalı biçimde yadsınmasıdır.
Bir arkadaşın yokluğunu veya ölümünü ancak ondan cevap beklediğimiz ve bir daha cevap gelmeyeceğini hissettiğimiz anda anlarız; bu yüzden onu yoklamaktan kaçınırız ki o sessizliği algılamak zorunda kalmayalım; yaşamımızın o yoklukla karşılaşabileceğimiz bölgelerine sırtımızı döneriz ama bu, o bölgeleri tahmin ediyoruz demektir.
Genel olarak Bergson bedenin ve zihnin zaman aracılığıyla iletişim kurduğunu, zihin olmanın zamanın akışına hâkim olmak demek olduğunu, beden sahibi olmanın da bir şimdiye sahip olmak olduğunu iyi görmüştür.
Evin kendi su tesisatı, kendi zemini vardır, belki de tavanların içinde gizlice genişlemekte olan çatlakları vardır. Bunları asla görmeyiz, ama gördüğümüz şöminesiyle ve pencereleriyle aynı anda bunlara da sahiptir.
Bir nesneye bakmak, gelip onda ikamet etmektir ve tüm şeyleri oradan itibaren, bu nesneye doğru döndükleri yüzlerine göre yakalamaktır. Ama ben o şeyleri de gördüğüm ölçüde, onlar da benim bakışıma açık yerleşimlerdir ve virtüel olarak onlarda yerleşmiş durumda olduğumdan, aktüel görüşümün merkezi nesnesini şimdiden değişik açılardan fark ederim. Bu yüzden her nesne diğerlerinin aynasıdır.
Refleksiyonun bakışıyla kuşattığı asla dünyanın tamamı değildir, açılmış ve nesneleştirilmiş monadlar çokluğu değildir, refleksiyon ancak kısmi bir görüşe ve sınırlı bir güce sahip olabilir. İşte fenomenolojiyi fenomenoloji yapan da budur: Fenomenoloji varlığın imkânını önceden verili kabul etmek yerine, onun bilince belirmesini inceler.
Neşe ve keder, canlılık ve sersemlik içebakışın verileridir ve bunları manzaralara veya diğer insanlara atfediyorsak, bunun sebebi kendi kendimizde bu iç algıların, bizim kendi düzenlenişimizdeki rastlantılar yoluyla çağrışımsal olarak onlarla bağdaşan dış imlerle çakıştığını saptamamızdır.
Hatırlamak bilincin bakışının önüne, kendinde sürüp giden bir geçmiş tablosu koymak değil, geçmişin ufkuna dalmak ve özetlediği deneyimler zamandaki kendi yerlerinde yeniden yaşanana kadar, bu ufuktan iç içe geçmiş perspektifleri yavaş yavaş açarak işlemektir.
Asıl felsefe, dünyayı görmeyi yeniden öğrenmektir; bu anlamda, anlatılan bir öykü, bir felsefe risalesi kadar “derinlik”le dünyayı anlamlandırabilir.
Fenomenolojik dünya önceki bir varlığın açığa vurulması değil, varlığın temellendirilmesidir; felsefe önceki bir hakikatin yansısı değil, tıpkı sanat gibi, bir hakikatin gerçekleştirilmesidir.
Fenomenolojik indirgeme sanıldığı gibi idealist bir felsefenin ifadesi olmaktan ziyade, varoluşçu bir felsefenin ifadesidir: Heidegger’in sözünü ettiği “In-der-Welt-Sein” da ancak fenomenolojik indirgeme zemininde belirir.
Yayınlanmamış yazılarında şöyle der Husserl: Filozof sürekli yeniden başlayandır.
Gerçek, sağlam bir örgüdür, en şaşırtıcı fenomenleri içinde barındırmak ve en gerçekçi hayallerimizi dışarıda tutmak için yargılarımızı beklemez.
Önemli olan, metinlerin aktardıklarını tek tek saymak değil, bu fenomenolojiyi bizim için saptamak ve nesneleştirmektir, birçok çağdaşımıza, Husserl ve Heidegger okurken yeni bir felsefeyle karşılaşmaktan çok, bekledikleri bir şeyle yüz yüze geldiklerini hissettiren de budur.
Fenomenoloji uzun zamandan beri yoldadır, öğretisini izleyenler onu her yerde, şüphesiz Hegel’de ve Kierkegaard’da, hatta Marx, Nietzsche ve Freud’da da bulurlar.
.
Hiçbir şey beni dışarıdan belirleyemez, üzerimde hiçbir şey hareket etmediği için değil, tam tersine, baştan beri kendimin dışındayım ve dünyaya açığım.
Hiçbir şey beni dışarıdan belirleyemez, üzerimde hiçbir şey hareket etmediği için değil, tam tersine, baştan beri kendimin dışındayım ve dünyaya açığım.
.