Geza Csath kitaplarından Afyon ve Diğer Öyküler kitap alıntıları sizlerle…
Afyon ve Diğer Öyküler Kitap Alıntıları
sanki soğuk dudaklar göz açıp kapayıncaya kadar -rüzgar gibi- boynumu öpmüş gibi.
Dinleyin beni. Öncelikle, geçen şey zaman değil, biziz. Bu eski bir mesele. Bunu Kant bile biliyordu. Zaman yoktur. Fakat bizlerin bir bilinç noktamız var. Vücudumuzun yıpranması, beynimizin tükenmesi, hastalıkların bizi öldürmesi; bu, zamanın olması birincidir. Oysa söyledigim gibi, zaman yoktur.
Tren üzüm bağlarını geride bıraktığında bulunduğum kompartımana solgun, kül rengi bir gölge girdi: Üzüntü. Karşıma oturdu.
Sanki taşlar arasında iç çekişler uçuşuyor gibiydi, sanki asfalt gözyaşlarından ıslanmış gibiydi… Sanki sessiz, yumuşak rüzgâr her yana güçlü ve mahsun melodiler taşıyor gibiydi. Ve sanki herkes onları dinliyor gibiydi.
Aydınlık, her sabah, yankılanan gürlemelerle sarar bütün sokakları. Ne pencerelerin buzlu camları ne de perdeler buna karşı koyabilirler; çünkü kırıcı, gıcırtılı, ritmik gürültüsüyle her şeyin içine işler ve emredercesine kendine çeker.
Uyanış, gerçekten dayanılmaz acılara neden olur. Ve acılar uzun sürer.
İşin ilginç yanı, akşam yemeğinde babama tam da hırsızlığı ağır şekilde cezalandırmanın ne kadar gülünç, saçma bir şey olduğunu, herkesin – midesi olan herkesin – yemek yeme hakkının, eğer yiyecek bir şeyi yoksa hırsızlık yapmasının doğanın verdiği bir hak olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu.
Öğretmenin sözünü dinlememek affedilmez bir şey ve görüyorum ki aklın yine kötülükte , birkaç tokat daha atacağım.
Aydınlık her sabah acımasız tekrarlarla gelir alır bedelini.
Toprağın ve insanların baharı ve geçmişi hatırlayışıydı bugün
Hiç kimse ne olduğunu ve ne olacağını bilmiyordu.Sadece ben biliyordum. Sadece ben.
İnsan neden acı çekiyor?
Io diye seslendim, ‘gel ölüm yatağına yat ve uyu’
Zaman insanoğlunun omuzlarına çökmüştür. Ve ölüm bizlere burada musallat olmuştur, yaşlılığın yol açtığı dejenerasyon, dert, ıstırap.
Böyle akşamları bilir misiniz? İnsan mutluluğunun basit ve küçük meselelerinin devasa bir önem kazanmaya başladığı akşamları? Her şeye kadir irade kurur ve büzülür. İnanmadığımız ruhlarımız bir anda bir yerlerden vücudumuza girer ve davranışlarımızı yönlendirirler.
“Beni beklemedin kontes.” dedim ona “Fakat sana kızmıyorum, çünkü artık ben de biliyorum, sevmiyorsun ve asla da sevmeyeceksin.”.
Nasıl biri olduğumu bilirsin. Sinirliyim, yani korkak.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
İnsan neden acı çekiyor? Niye yiyor? Niye seviyor? Niye seviniyor? Hayat için. Birdenbire sonu gelen bir şey, ne kadar komik değil mi? Geçip giden bir şey.
Varlığın özü öylesine değerli bir maldır ki tüm kuşaklar yüzyıllar boyunca bir saat alırlar.
Kimi zamanlar ise içerisine günü gününe uymayan bir adamın gizlenmiş olduğunu fark ediyordu.
Esas olan nedir meslektaşım! İnsan neden acı çekiyor? Niye yiyor? Niye seviyor? Niye seviniyor? Hayat için. Birdenbire sonu gelen bir şey, ne kadar komik değil mi? Geçip giden bir şey. Fakat neden geçip gidiyor? Âlimin işini bitirmesini, sanatçının planlarını geliştirmesini, babaların çocuklarını yetiştirmesini engelleyen sebep nedir? Ben ne olduğunun farkına vardım! İnanılmaz basit bir şey. Zaman niye geçiyor? İlk mesele budur.
Dinleyin beni. Öncelikle, geçen şey zaman değil, biziz. Bu eski bir mesele. Bunu Kant bile biliyordu. Zaman yoktur. Fakat bizlerin bir bilinç noktamız var. Vücudumuzun yıpranması, beynimizin tükenmesi, hastalıkların bizi öldürmesi; bu, zamanın olması bilincidir. Oysa söylediğim gibi, zaman yoktur.
İnsan sabahleyin açık, ılık havaya çıktığında nefes alışın mutluluğuna dayanamadığını ve renklerin güzelliğine gülmesi gerektiğini hisseder.
Öncelikle, geçen şey zaman değil, biziz.
Yusuf gibiler -işte insanın kusuru!- Züleyhalarıyla aynı çatı altında yaşamaya tahammül edemezler, fakat eğer böyle bir imkân ortaya çıkmazsa da perişan olurlar.
Uyanış, gerçekten dayanılmaz acılara neden olur. Ve acılar uzun sürer. Aydınlık, her sabah, yankılanan gürlemelerle sarar bütün sokakları.Ne pencerenin buzlu camları, ne de perdeler buna karşı koyabilir; çünkü kırıcı, gıcırtısı, her şeyin içine işler ve emercesine içine çeker. Gitmek gerekir. Bu soysuz ve acımasız müziğin hayatın yasası ve yaşadıkları şeyin yaşamın ta kendisi olduğunu sanan, kötü suratlı ve alçak insan varlıkları arasına
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Haz, ana hatları ve anlamsızlıkları ortadan kaldırır. Bizleri mekanın boyunduruğundan çıkarır ve zamanın gürültülü tik taklarını durdurarak ılık dalgalar üzerinde, varoluşun doruklarına yükseltir
Zaman niye geçiyor? İlk mesele budur. ÖNCELİKLE, GEÇEN ŞEY ZAMAN DEĞİL, BİZİZ .
Boğuşmadan galip çıkmak, büyük bir yorgunluktan sonra dinlenmek: Bütün bunlar haz değil, sadece acıların son bulmasıdır.
Nasıl biri olduğumu bilirsin. Sinirliyim, yani korkak.
Hakikat nasıl sözlerle, kavramlarla ve yargılarla ifade edilemezse, duyular vasıtasıyla da kavranamaz. Gördüğüm ama ölçmediğim bir küpün ağırlığını söylemeye hakkım yoktur. Kavrayış ve tanrısal mutluluğu sadece haz verebilir bizlere.
Haz, ana hatları ve anlamsızlıkları ortadan kaldırır. Bizler mekanın boyundurluğundan çıkarır ve zamanın gürültülü tik taklarını durdurarak ılık dalgalar üzerinde varoluşun doruklarına yükseltir.
Sefil ve önemsiz hoşluklara bir daha ihtiyacı olmayan o yüreğe tek şey gerekir; ciddi ve kederli bir haz Boğulmadan galip çıkmak, büyük bir yorgunluktan sonra dinlenmek: Bütün bunlar haz değilsadece acıların son bulmasıdır.
Artık zaman düşüncesi insanları eskiden olduğundan çok daha fazla meşgul ediyor. Yirminci yüzyıl çocuğunu hummalı geçim telaşı bile bu hazin deliliğe düşmekten kurtarmıyor.
Kısacası geldiğimiz nokta şudur: Zaman insanoğlunun omuzlarına çökmüştür. Ve ölüm bizlere burada musallat olmuştur,yaşlılığın yol açtığı dejenerasyon, dert ıstırap Bu ağır bir şeydir. Zaman düşüncesi insan çocukluktan çıkar çıkmaz onun yoldaşı olur ve ölüm anına kadar yakasını bırakmaz.
Öncelikle, geçen şey zaman değil biziz. Zaman yoktur. Fakat bizim bir bilinç noktamız var. Vücudun yıpranması, beynimizin tükenmesi, hastalıkların bizi öldürmesi;bu zamanın olması bilincidir. Oysa söylediğim gibi, zaman yoktur. Hayatı tahrip eden bu bakış açısını nereden aldık?
Esas olan nedir meslektaşım! İnsan neden acı çekiyor? Niye yiyor? Niye seviyor? Niye seviniyor? Hayat için Birden bire sonu gelen bir şey,ne kadar komik değil mi? Geçip giden bir şey için Fakat neden geçip gidiyor? Alimin işini bitirmesini, sanatçının planlarını geliştirmesini, babaların çocuklarını yetiştirmenin engelleyen sebep nedir?
Haz, ana hatları ve anlamsızlıkları ortadan kaldırır. Bizleri mekanın boyunduruğundan çıkarır ve zamanın gürültülü tik taklarını durdurarak ılık dalgalar üzerinde, varoluşun doruklarına yükseltir.
Uyanış, gerçekten dayanılmaz acılara neden olur. Ve acılar uzun sürer.
Ben farklı yaşadım. Tamamen farklı.
“Aydınlık her sabah acımasız tekrarlarla gelir alır bedelini.”
Ve aşk senden intikamını aldı.
Uyanış, gerçekten dayanılmaz acılara neden olur. Ve acılar uzun sürer. Aydınlık, her sabah, yankılanan gürlemelerle sarar bütün sokakları. Ne pencerelerin buzlucamları ne de perdeler buna karşı koyabilir; çünkü kırıcı, gıcırtılı, ritmik gürültüsü ile her şeyin içine işler ve emredercesine kendine çeker. Gitmek gerekir. Bu soysuz ve acımasız müziğin hayatın yasası ve yaşadıkları şeyin yaşamın ta kendisi olduğunu sanan, kötü suratı ve alçak insan varlıkları arasına.
Afyonun sana zarar vereceğini söylemiştim. Seni mahvedeceğini.
İşveli bahar şimdi ağaçların arasında bir yerlere gizlenen ve sebebini bilmeden sessizce ağlayan genç, duygulu bir kıza benzemişti.
Böyle akşamları bilir misiniz? İnsan mutluluğunun basit ve küçük meselelerinin devasa bir önem kazanmaya başladı akşamları? Her şeye kadir irade kurur ve büzülür. İnanmadığımız ruhlarımız bir anda bir yerlerden vücudumuza girer ve davranışlarımızı yönlendirirler.
Havada sessiz kanat çırpışları işitilir
Ölmüşlerin ruhları her tarafa bakışlar fırlatır.
Havada sessiz kanat çırpışları işitilir
Ölmüşlerin ruhları her tarafa bakışlar fırlatır.
Sanki herkes yavaşça ve dikkat ederek adım atıyor gibiydi. Sanki taşlar arasında iç çekişler uçuşuyor gibiydi, sanki asfalt gözyaşlarından ıslanmış gibiydi Sanki sessiz, yumuşak rüzgâr her yana güçlü ve mahzun melodiler taşıyor gibiydi. Ve Sanki herkes onları dinliyor gibiydi.
Gerçekten insan olmasını bilen ve kendini sınamış kişi- onuruna yakıştığı gibi- kendisine her gün on dört saat çalmalıdır. Bu on dört saat, dört yüz kuşağın sekiz bin yıllık yaşamına eşittir. Ama varsayalım bu sayı sadece beş bin olsun. Demek ki bir gün içerisinde beş bin yıl yaşıyorum. Bu da bir yılda aşağı yukarı iki milyon yıl eder.
Rüyalarla dolu derin gecelerden, uzun uykulardan sonra insanın suratı çirkin ve pörsümüş olur, hele insan bir vaadin gerçekleşmesini bekliyorsa. Daha sonra insan sabahleyin açık, ılık havaya çıktığında nefes alışın mutluluğuna dayanamadığını ve renklerin güzelliğine gülmesi gerektiğini hisseder. Oysa bunların hepsi ipeksi, tembel bir ağırlıkla dizlerinize ve belimize abanan zayıflıktan kaynaklanır.
Her türlü gürültünün yumuşak halılarda yok olduğu, küçük bir kandilin zayıf ışığının renkli camlardan etrafa yayıldığı sessiz bir odada sırtüstü yatın. Gözlerinizi yumun. Ufak afyon piposu, başka bir şey için değil, sadece yaşamak için yaşadığımız yere götürecektir bizi. Zira varlığın biricik amacı budur. Zaten eli sıkı Tanrı da bütün sefil solucanlara sadece yaşamaları, yaşamlarını sürdürmeleri, yeni bir hayata neden olmaları için bu hayattan birer an armağan etmiştir. Ve her yeni solucana ise yeniden küçük bir zaman parçası düşer. Varlığın özü öylesine değerli bir maldır ki tüm kuşaklar yüzyıllar boyunca bir saat alırlar.
Buna katlanan kişi doğmadan önce ölmeye de katlanmış demektir. Gerçekten insan olmasını bilen ve kendini sınamış kişi onuruna yakıstığı gibi kendisine her gün on dört saat çalmalıdır. Bu on dört saat, dört yüz kuşağın sekiz bin yıllık yaşamına eşittir.
Buna katlanan kişi doğmadan önce ölmeye de katlanmış demektir. Gerçekten insan olmasını bilen ve kendini sınamış kişi onuruna yakıstığı gibi kendisine her gün on dört saat çalmalıdır. Bu on dört saat, dört yüz kuşağın sekiz bin yıllık yaşamına eşittir.
Onların, insanı sonsuzluğa götüren harika, uzun zevk riskini omuzlayabilecek cesaretleri yoktur. Oysa bu risk ucuz ve gülünç derecede küçüktür. Gerçek olan şudur: Katil güneşle birlikte hınzırca gürüldeyen aydınlığın on saati zor geçer, fakat akşam ve gecenin on dört saati içerisinde hayranlık verici, gizemli ve zaman ötesi sonsuzluğun bir parçasını buluruz. Hayatın derin anlamını böyle zamanlarda öğreniriz.
Uyanış, gerçekten dayanılmaz acılara neden olur. Ve acılar uzun sürer. Aydınlık, her sabah, yankılanan gürlemelerle sarar bütün sokakları.
Kucaklaması zonklamalı bir baş ağrısı gibi ateşli, arzulu, acılıydı.
Öyle güzelsin ki yüzlerce yıl burada, yanında durmak ve sadece seni seyretmek isterdim.
Sevmiyorsun, ve bir gün sevebilir misin, onu da bilmiyorum.
Elimi beynindeki girintilerden birine sokuyorum. Zamanı oradan kesip alıyorum. İnsanoğlunun ıstırabının gizlendiği o lanetli yuvayı basitçe çıkarıyorum.
Embriyoloji yığınla analoji sunuyor insana. İnsan değil mi, eski çağların maymunları arasından sıyrıldığanda, doğayı da terk etmiştir. Beyni büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Bilinmeyen bir şekilde öyle huylar kazanmıştır ki bunlarla benliği ve dünyayı kavrayışını daha önce olduğundan tamamen yeni, diyebiliriz ki daha yüksek boyutlardan yönlendirmiştir. İnsanın psişik mutluluğunu belki de bu yeni bakış açısı tahrip etmiştir. Zaman
düşüncesi belki de böylece girmiştir insanın beynine.
Belki de bu bakış açısı, bu görece kusurlu ve mutlak olarak daha yüce, fakat her halükârda geçici bakış açısı, zamanın geçtiğine dair doğal yargıyı bizzat kendisinden devşirdiğimiz bakış açısıdır. Kısacası, geldiğimiz nokta şudur: Zaman insanoğlunun omuzlarına çökmüştür. Ve ölüm bizlere burada musallat olmuştur, yaşlılığın yol açtığı dejenerasyon, dert, ıstırap.
Bu ağır bir şeydir. Zamanın zehri felsefemize, sanatimıza, gündelik konuşmalarımıza sirayet etmiştir. Zaman
düşüncesi insan çocukluktan çıkar çıkmaz onun yoldaşı
olur ve ölüm anına kadar yakasını bırakmaz
düşüncesi belki de böylece girmiştir insanın beynine.
Belki de bu bakış açısı, bu görece kusurlu ve mutlak olarak daha yüce, fakat her halükârda geçici bakış açısı, zamanın geçtiğine dair doğal yargıyı bizzat kendisinden devşirdiğimiz bakış açısıdır. Kısacası, geldiğimiz nokta şudur: Zaman insanoğlunun omuzlarına çökmüştür. Ve ölüm bizlere burada musallat olmuştur, yaşlılığın yol açtığı dejenerasyon, dert, ıstırap.
Bu ağır bir şeydir. Zamanın zehri felsefemize, sanatimıza, gündelik konuşmalarımıza sirayet etmiştir. Zaman
düşüncesi insan çocukluktan çıkar çıkmaz onun yoldaşı
olur ve ölüm anına kadar yakasını bırakmaz
Ağlıyor kırılmış kalp, keman gibi.
Bu kasvetli hayat için sana acıyorum.
Haz, ana hatları ve anlamsızlıkları ortadan kaldırır. Bizleri mekanın boyunduruğundan çıkarır ve zamanın gürültülü tik taklarını durdurarak ılık dalgalar üzerinde, varoluşun doruklarına yükseltir.
Uyanış, gerçekten dayanılmaz acılara neden olur.
Ben farklı yaşadım. Tamamen farklı.
ruhu acı tatlı büyük umutlarla doluydu.
Böyle akşamları bilir misiniz? İnsan mutluluğunun basit ve küçük meselelerinin devasa bir önem kazanmaya başladığı akşamları?
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera