Hasan İzzettin Dinamo kitaplarından Açlık kitap alıntıları sizlerle…
Açlık Kitap Alıntıları
İnsanın derin, bambaşka sanat yapıtları vermesi için bir yerlerinin cayır cayır yanması, umutsuzluğun cehenneminden geçmesi gerekir.
İnsan, başka insan yığınlarını köle gibi kullanarak kendine cennetler kuruyor, köleler de zamanla bilinçlenerek bu cennetleri sonsuz bir hınçla yerle bir ediyordu.
İnsan toplumu, durmadan suçlular aramaktaydı. Ülkemizde ağaç da , ip de çoktu.
Acının korkunç okulundan ya da okullarından geçmemiş hiçbir sanatçı dev olamazdı!
İnsan, neden her istediğini olamıyordu? Bu adaletin ya da adaletsizliğin anahtarı kimin elindeydi?
Pastırma, sucuk, balık kokuları havayı haraca kesiyordu. Hangi mutlu kişiler yiyordu bunca güzel yiyecekleri? Ben, yer yüzünde hangi büyük günahı işlemiştim de bunca güzel yiyeceğin ortasında bunlara dokunmak müsaadesi olmadan aç açına dolaşıyordum?
Şimdi, mahallelerdeki evlerde insanlar rahat yataklarında sere serpe yatmış uyuyor yada uyumaya çalışıyorlardı. Rahat bir yatakta boydan boya uzanarak yatabilmek meğer ne büyük mutmuş. Bunun bir mut tipi olduğunu ilk kez anlıyordum.
Şimdi, mahallelerdeki evlerde insanlar rahat yataklarında sere serpe yatmış uyuyor yada uyumaya çalışıyorlardı. Rahat bir yatakta boydan boya uzanarak yatabilmek meğer ne büyük mutmuş. Bunun bir mut tipi olduğunu ilk kez anlıyordum.
Özgürlük diye içine atıldığım dünya bana kırıntılardan başka bir şey vermedi.
İnsan açlığa birkaç gün dayanabilirse de sokakta kalmak felaketti.
İçimde bir tiksinti yükseldi. Bu, topluma karşı duyduğum ağır bir tiksintiydi. Bu acımasız toplum, beni üç ay burada yatırmış, beni türlü tehlikelerle karşı karşıya bırakmıştı.
Beybaba, ben kendimi bildim bileli en büyük tadı okumaktan alırım, karınca kararınca okurum.
Sarhoşun iyisi olmaz. Bir kez iyi olsa on kez kötüdür. En büyük kötülüğü de kendinedir. Çabuk ölür. Çoluk çocuğunu yoksul bırakır.
Başımızın üstünde bir dam, bizi bütün insanı bekleyen tehlikelerin yarısının şerrinden koruyordu. Evet, şu sırada bir evin içinde, onun taşlığında, bir çıkın üzerinde kıvrılıp uyuyabilmenin mutluluğunu dünyanın en büyük nimetlerine değişmezdim.
Utanç, yüzünü göstermemek uğruna türlü maskeler takıyordu.
Evet, bahtımın kapılarını zorlamalıydım. Bu kapılar, yedi kat zırhla da korunmuş olsa bunları delip geçmeliydim.
Kendi halime ağlamaktan kendimi alamadım.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Güzelim güneş şu sırada kim bilir ne mutlulukların, ne mutsuzlukların üstüne doğuyordu.
Sen, bunları bilmezsin. Bunlarda insanlık kalmamıştır. Biçimlerine hiç aldanma.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnsanoğlu çok kötü, dedi. Bizim buralarda barındığımızı biliyor da kurtarmaya çalışmıyor.
Bu sokaklar ölümlüdür. Ben de yolunu bulup gidemezsem bu kaldırımlarda bir gün düşüp öleceğim.
Yoksullar, genellikle yoksulları soyuyorlardı.
Evet, yaşayarak yazmalı, gerisi boş.
Yokluklar, yoksunluklar, yetenekleri nasıl güz yaprakları gibi alıp götürüyor, unutuluşun çöplüğüne atıyordu.
İnsan bir kere bu yollara düşmeyegörsün, dağ taş, uçan kuş onun düşmanıdır.
Beş on kuruşluk bir çay hem insana saatlerce bir sandalyede oturmak hem de yurttaşlık hakkını sağlıyordu.
O güzel geleceklere bütün ruhumla inanıyordum. Belki de gençliğin en büyük, en derin hazinesi budur. Bundan yoksun olan bir gençlik, ölü sayılır.
Umudum kocaman bir kaya olup üstüme yıkılmıştı.
yaşamda her şeyin bir püf noktası vardı. Bütün iş, onu bulmaktı.
bu kum fırtınaları içinde yitip gidecek bir genç değilsin. Oku, bu yurda yararlı ol.
yaşadıkça, bu pis insan kıskançlığına düşman olacağım. En kara gününde genç bir adamı sokağa fırlatan bir aşkın, kıskançlığının Allah belasını versin.
Bir kez iyi olsa on kez kötüdür. En büyük kötülüğü de kendinedir. Çabuk ölür. Çoluk çocuğunu yoksul bırakır.
Doğanın bütün güzel biçimler almış yaratıklarını birer leş haline getiren mikropların, virüslerin yer yüzünden kaldırılmasını isterim.
insanlara, hayvanlara, bitkilere saldıran bütün soysuz mikropların kırılmasından yanayım.
Ne yazık ki, mucizeler çağı da peygamberlerin zamanında kalmıştı. Bağdat Hırsızı’nın sihirli halısı da artık ortalarda yoktu. Masal, efsane çağları, artık, kaldırımlara düşmüş insanlar için temelli geride kalmıştı. Yirminci yüzyılın kaldırımlarından artık demir tekerlekli korkunç araçlar geçiyor, oraya kedi yavruları gibi düşmüş insanları, düşleri de çiğneyip geçiyordu. Artık, yoksul, umarsız, insan yığınları öyle çoğalmıştı ki, acıma tanrısı bunlardan hangi birine acıyacağını bilemiyordu.
Evet, dışarıda, evsiz barksız kalmak, açlıktan daha kötüydü. Başımızın üstünde bir dam, bizi bütün insanı bekleyen tehlikelerin yarısının şerrinden koruyordu.
En sonra, saatlerin de geçebileceğini anladım. Evet, onlar da insanlar, hayvanlar, bitkiler gibi ölümlüydü.
Toplumun yarattığı bu iğrenç labirentlerde sürtüp durmak ne büyük talihsizlikti. Hem de salt birkaç lokma ekmek uğruna.
İçimde, bu zor günleri atlatıp güzel, başarılı, ünlü günlere ulaşacağımı söyleyen iyimser duygular türkü söylüyordu. Bu kötü günler, belki de ilerideki iyi, güzel günlerime altın kapılar açacaktı.
İnsanın güvenli bir durağı olmadıkça gelip geçici bütün güzel fırsatların, yaşam parçalarının hiçbir anlamı kalmıyordu. İnsan, her dakika çevresini devler, ejderhalar saracak, kendisini alıp yitik cehennemlere götürecek sanıyordu. Bu duygular içinde yaşamak, ne kötüydü. Böyle güvensiz bir çalkantı ortasında yenecek baklavaların, böreklerin, şekerlemelerin, bifteklerin ne anlamı olabilirdi ki?
insan oğlunun tok, mutlu zamanlarında yazdığı, yarattığı sanat ürünleri bana sığ, yufka, kuru geliyor. İnsanın derin, bambaşka sanat yapıtları vermesi için bir yerlerinin cayır cayır yanması, umutsuzluğun cehenneminden geçmesi gerekir.
Güzel bir uyku benim için güzel bir yemekten daha önemliydi. İki üç gün aç kalmayı çok denemiştim. Bir öğün yemekle birkaç gün ‘idare’ edebiliyorsam da bir gece uykusuz kalmak varlığımı altüst ediyordu. Kafam, bütün düşünme gücünü, mantık olanaklarını yitiriyor, beni bir saçmalıklar dünyasına atıyordu.
İnsan, pamuk ipliğiyle bağlı çözüm yavrularıyla oyalanıp dururken hiçbir zaman gerçek çözüme varamazdı. Çözüm, genellikle bıçak kemiğe dayandığı zamanlarda kendini gösterirdi. Bir insan ancak böyle zamanlarda kurtuluşa doğru yürüyebilirdi.
Bir gelen fırsat, bir daha ele geçmemesine geçip gidiyordu. Fırsatlar, elden ele geçerken parçalanıyor, bir bölüğü senin elinde, gerisi başkalarının elinde kalıyordu.
Çocukluğumda gördüğüm, bir düşün etkisinde kalarak, en çok otuz yaşına cek yaşayacağımı sanıyor, üzülüyordum. Kafamda bunca yazılacak konular kaynaşırken yer yüzünden ayrılmak olacak iş miydi?
ayağa dolanmış olan dalayıcı kara çalıları yolumun üstünden söküp atacağım günler yaklaşıyordu.
Türkiye’deki milyonlarca yurttaşa eşit bir yurttaş olarak bulunmak meğer ne büyük mutlulukmuş.
Beş on kuruşluk bir çay, hem insana saatlerce bir sandalyede oturmak, hem de yurttaşlık hakkını sağlıyordu.
Kahvede oturmanın sayısız yararlarından biri de günlük gazeteleri okumaktı.
Öyle anladım ki, sokakta kalmış bir insan için herkes artık olumsuz düşünüyordu. Toplum, bütün korkunç gövdeleri acımadan, acımadan değil de görmeden geçip gidiyordu.
Büyük fincanda dumanları tüten mis kokulu çayı öyle büyük bir zevkle içtim ki, sormayın gitsin. Tereyağı, reçel, havyar, salam, sosis, çay, bol ekmek
İnsan toplumu, durmadan suçlular aramaktaydı. Ülkemizde ağaç da, ip de çoktu.
Açlık, cehennemin en korkunç ateşinden daha korkunç bir ateşti. Onun, insanı ittiği bir tek suç duygusu vardı ki, beni ara sıra zorlayan biricik erdemsizlik buydu: Çalmak.
Her şeyi düşünebilirdik, ancak, her şeyi yapabilmek pek çok koşulun bir araya gelmesine bağlıydı.
İstanbul’da su aygırları, filler, aslanlar, kaplanlar, timsahlar, akrepler, yılanlar yaşıyor. Bunlar, yaşayabilmek uğruna hep senin benim gibi kimsesizleri, öksüzleri, temiz insanları çiğnerler , parçalarlar, yerler.
Şuna inan musacığım, karşımızda her zaman insan toplumu denen bir düşman vardır. Özellikle bizim gibi öksüzler için.
İnsan toplumuna, onun büyüklerine karşı duyduğum saygıyı, sevgiyi de yitirdim.
Musacığım, insan toplumu, meğer hiç de ana ya da baba değilmiş. İnsan toplumu, ayağı sürçen bir kişiye karşı bir ejderha.
En büyük tehlike açlıktı. Bu namuzssuz illet, günün birinde ölümle bitebilirdi.
– Olanakları sıfır olanlar için çaresizlik de, ölüm de bir adım ötededir.
İnsanoğlunun bir ‘eşref saati’ olabilir, insan o saatte, bir çok kötülüğünü yıkayıp temizleyecek güzel işler yapabilir
Şimdi, güzel güzel konuşur, sonra unuturlar. Hepsi de gelgeç akıllıdır.
Ne yazık ki, koskoca insan zekası tek başına kalınca hiç bir işe yaramaz duruma geliyordu.
İnsan, bir kez burnunu, küçük bir işten mahpusanenin duvarına toslayıp da fişe geçmeye görsün, yeryüzü cehenneminin iflah olmaz bir konuğu olur gider.
büyük adamlarla hiçliğin arasında kıl gibi bir aralık vardır. Büyük adam, bu kıl gibi aralığı, daha bir çekirdekken aşar da hiçliğe düşerse yandı gitti demektir.
Bu taş çağı mağarasında insanın en büyük düşmanı doğa, sonra yine en büyük koruyucusu da doğaydı. Doğa, güçlü çocuğunu, elverişsiz koşullara bakmadan kurtarabilirdi.
– İnsanın kargası olmaz. Hiç ummadığın taş baş yarar derler. Yalnız, insan toplumu içinde bir kayaya tutunabileceksin. Kimi zaman felek insanın ayaklarının altına karpuz kabuğu kor. O zaman, tut kelin perçeminden.
Birkaç kez öğürdüysem de midemden hiçbir şey çıkmadı. Zavallı midem, birbirine yapışmıştı. Genç bir insanın midesi çok hırçın oluyordu. Bu gidişle beni yiyecekti. Kendi kendini yediği belliydi.
Doğruyu, gerçeği bulmanın özlemi, giderek tutkusu içinde bulunan Sabahattin Ali, ölünceye dek yoğun olaylar zincirinin içinde didinecek, en sonra toplumcu idealizme varan düşünce dünyası onu kahpe bir ölüme dek izleyecekti.
Sabahattin Ali ile bir de 1933 yılında afla Sinop Mahpusanesi’nden kurtulduktan sonra Ankara’da görüşecek, vaktiyle hiç görüşmemiş gibi dost olacaktık.
Türkiye’nin şu acıklı durumu bize daha çok şiirler, romanlar yazdıracaktır.
– Ben, öğretmenim, Bu yaz İstanbul Öğretmen Okulu’ndan mezun oldum. Bir yandan da şiir yazarım. Dergilerde şiirlerim çıkar. Çok merak ettim. Köprüde bir gece nasıl geçer. Salt bunun için bugün bütün gün burada yöremi seyrettiğim gibi şimdi de sabaha dek burada oturup seyredeceğim. Birkaç gün sonra da ‘Köprüde Sabah’ adlı şiirimi, bir dergide görebilirsiniz?
Genç adam, bunları gülerek söylerken polis, adının ne olduğunu sordu. Genç adam, ona cebindeki bir kimlik kartını çıkarıp göstererek:
– İşte, Sabahattin Ali,
Genç adam, bunları gülerek söylerken polis, adının ne olduğunu sordu. Genç adam, ona cebindeki bir kimlik kartını çıkarıp göstererek:
– İşte, Sabahattin Ali,
pastırma, sucuk, balık kokuları havayı haraca kesiyordu. Hangi mutlu kişiler yiyordu bunca güzel yiyecekleri? Hele o pastırma kokusu, çocukluğumdan beri başımı döndürürdü. Böyle olduğu halde bu yaşa dek bundan doyasıya yemek kısmet olmamıştı. Ben, yer yüzünde hangi büyük günahı işlemiştim de bunca güzel yiyeceğin ortasında bunlara dokunmak müsaadesi olmadan aç açına dolaşıyordum?
Yokluklar, yoksunluklar, yetenekleri nasıl güz yaprakları gibi alıp götürüyor, unutuluşun çöplüğüne atıyordu. Ben, feleğin bileğini bükemeyecek miydim?