İçeriğe geç

Zorunlu Eğitime Hayır Kitap Alıntıları – Catherine Baker

Catherine Baker kitaplarından Zorunlu Eğitime Hayır kitap alıntıları sizlerle…

Zorunlu Eğitime Hayır Kitap Alıntıları

Güçlü olanın gerekçeleri haklı değildir.
Bu arada kuşkusuz kazanmamız gerektiğini düşündüğüm özelliklerin başında açık görüşlülük ve günden güne bizi cömertliğe biraz daha yaklaştıran vericilik geliyor.Çünkü Marie,yaşam bizlerden öylesine büyük ve derin ki…
Kendini tanımak, ulaşılması gereken bir hedef değil, tutulması gereken bir yoldur.
Kapsamı ne olursa olsun, her iş büyük bir titizlikle ve incelikle yapılmalıdır.
Bizim istediğimiz kafamızı ansiklopedilerle doldurmak değil; bizim istediğimiz, ilgimizi çeken her şeyi öğrenebilmek.
Yakınıp durmak hiçbir işe yaramayacak, hiç kimsenin de sorununu çözmeyecektir.
İnsanoğlu, öylesine kolay gelişebilen ve öylesine kolay bozulabilen bir canlıdır ki.
Öğrenmek, yaşamdan alınabilecek en büyük zevklerden biri.
Yasaklanması gereken çalışma değil, yasaklanması gereken çocukların sömürülmesi: Sömüren, ister işveren olsun ister ana babalar.
Senin için en doğru olanı ancak sen bilebilirsin.
Çocuk ruhu deyimi, yaşama heyecanını asla getirmeyen bir dünya görüşünü anlatır ve bu ruh, heyecansız günlerin kofluğundan tümüyle uzaktır.
Kuşkusuz, çocuk, yetişkin kadar olgun, akıllı ve duyarlıdır.
Yaşam denen bu yalnızlığın kapılarını bütün sevgilere aç.
Bırakalım yetişkinler kendilerini yetiştirsin.
Nihayet suçlular açıklanıyor: Düşünenler
“Kendi değerini sınavla belirlemek…”
Tarih ezberleterek çocuklarımızı yaşama hazırlayamayız.
İnsanlar eğitimden söz ederken lafa hep çocuklarla başlıyorlar. İşte sorun da burada düğümleniyor.
Kitaplardan da çok şey öğrendim, yaşamdan da.
Ancak onlar ( siyasetçiler, dolayısıyla MEB ),ulusal eğitimde çok başka şeylere öncelik veriyorlar. Sorun şu ki seninle benim, eğitimden beklediğimiz yarar ile onların beklentileri aynı değil.
Hukuktan anlasaydım, insan hakları adına zorunlu eğitime
karşı çıkardım.
İnsanlar eğitimden söz ederken lafa hep çocuklarla başlıyorlar. İşte sorun da burada düğümleniyor.
Bankalar hırsızlığa, yasalar düzenbazlığa, anayasalar yetkinin kötüye kullanılmasına özendiriyor insanları
Her şeyi değiştirınek istiyorduk, o halde biz çılgın birer ütopyacıydık.
Biz, ilişkileri bireylerin belirlediği bir dünyada yaşamayı seçtik. Bu ilişkileri kurarken mutlu olmayı amaçladığımıza göre neden birbirimize kötü davranalım? Küçük ya da büyük hepimiz başkalarının varlığıyla mutlu olmak istiyoruz ve tek
yapmamız gereken, doğar doğmaz bizi sıkıştırmaya başlayan zorunluluklar çemberini kırmak.
Seni, kendin için var olmaktan alıkoyacak her şey sana aykırıdır.
İşte, durumun ciddiyetini ortaya koyan başka bir olay: Öğ­retmenin biri öğrencilerinden, gerçekten serbest kompozisyonlar yazmalarını istiyor sonra da bunları bir kitapta toplayıp yayımlıyor; kitap çıkar çıkmaz da görevine son veriliyor. Kompozisyonlar, çocukların kendi el yazılarıyla basılmış (ofset
baskıyla çoğaltılmış); ilginç bulduğum birkaç satırı aktarıyorum: Okula başladığım günü çok iyi anımsıyorum: Buranın, gerçekten bir okul olup olmadığını düşünmüştüm çünkü babamın çalıştığı fabrika buradan daha temizdi. Ya da kitaba adını veren şu tümce: Param, çok param olsaydı, hemen okuldan
ayrılırdım.
Bir
zamanlar okulun benden asla kişiselliğe kaçmayan bir özgünlük
beklediğine inanıyordum. Yanılmışım; o benden, daha kötüsü­nü istemiş: kişisel olmak ancak asla özgün olmamak.
Bu sosyal hizmet uzmanları kafadan çatlak! Onlar
seni de beni de öldürür. Çocukları koruyan da işte bu muhabbet
tellalları. Soğuk herifler!
Bü­tün mezarlar açıldı ve ortalığı iğrenç bir koku kapladı
Eski çağlardan kalan bir yanlış anlama Sokrates, Phaidros’da, bir delikanlının güzelliğini anlatırken hoş sözler söylüyor; ne var ki aşkla, arzuyla, tutkuyla ve
özellikle hayranlıkla ilgili bu söylem, eşcinsellik sınırları içinde
yorumlanamaz.Diş çıkaran bir çocuğun damağının kaşınması
gibi, ruhumuzda bitiveren o küçücük kanatlar insanı önce rahatsız eder diyor Sokrates, ama bunlar aşkın yarattığı coşku,
arzu, değişim ve heyecandır. Bu diyalogda Platon, kendini haz dürtüsüne bırakarak ( )doğadışı bir şehvetin ardından
gidenler i mahkum ediyor. Burada söz konusu olan aşk, kadın-erkek ayrımının ötesindedir; bu ateş, bu tarifüz acılar, bu
dayanılmaz nostalji ( çünkü, çok önceleri ruh yalnızca kanatlardan oluşuyordu ), canlı köklerini toprağa salarken yaşamaya başladı; burada bütün ölümlülerle tanrılar birbirine eşittir; aşk hiçbir koşul tanımaz: Kadın, insan, çocuk ya da Tanrı olmak bütün önemini yitirir. Tek bir gerçek aşk vardır: Kuralsız ve koşulsuz aşk.
Aylak gençliğim
Her şeye boyun eğdi,
Zavallı zarafetim
Yaşamı yitirdi.
Ah! Nerede o günler
Birbirine tutulan yürekler.
Tanıma eylemi büyülenme, arzu, tutku, şefkat yüklü bir sevgi eylemidir. Bize böylesine çekici gelen bu sevginin, bu aşkın anlamı bir örneksemeyle sınırlı tutulamaz. O, bir aşk
hikayesi gibi değil, basbayağı bir aşk hikayesidir; zaten herkesin
aşk hikayesi dediği bir tanıma, bir arayış, bir duygu yaratma
hikayesi değil midir?
Toplumu oluşturan hücrelerden hiçbiri, eğer özgür insanların bir araya gelmesinden oluşmuyorsa, eğer insanlar bu hücre
içinde kendi istekleriyle yer almıyorlarsa, eğer kendilerinin seç­tiği bir zamanda -bu hücreden ayrı kalmaktan başka bir zarara uğramadan- bu hücreden ayrılamıyorlarsa Evet, toplumun,
bu koşulları dayatan hücrelerinden hiçbiri savunulmaya ve uğ­runda çaba gösterilmeye değmez.
Faşizmin ve zorba yönetimlerin kabullenilmesi, faşizmin ve
zorba yönetimlerin kendisinden çok daha kötü, çok daha trajiktir.
Tüm zorunlulukları parçalayabilir, bütün makineleri kırabiliriz. Özgürlük düşüncenin gözleridir. Onsuz yapamayız. Özgürlük ancak onu algılayabildiğim ve yaratabildiğim sürece var olabilir.
Ama önce anlamak gerek. Sahnelenen oyunun anlamını kavramak, onu değiştirmek, gerektiğinde reddetmek ve gidip
başka bir yerde oynayabilmek gerek.
Başarılı çocuk, ana babasının her isteğini yerine getirebilen çocuktur. Bir kadın ne kadar boyun eğiyorsa o kadar akıllıdır diyor Gide. Ya çocuklar? Onları koruma bahanesiyle her söyleneni yapsınlar isteniyor. Çocukça-yetişkince ilişkiler (Leo Kamanefrin kullandığı deyim) bu bahaneye dayandırılıyor. Doğaldır ki bu ilişkiler de beraberinde koruyanın
korunanı küçümsemesini getiriyor. Hiç kimse bir yetişkinle konuşurken, bir çocuğa söylediği sözcükleri kullanmaya cesaret edemez. Şunu yapma, bunu yapma, günaydın de, ellerini oraya koyma, dik dur, ayağa kalk, yerini ver, buraya gel, git, eve çabuk dön, beni sinirlendirme, şunu at, bunu elinde tut,
söndür, sözümü dinle, dersini çalış, ağzını aç, başını eğ, bana bak, ona dokunma, öyle davranamazsın, bu yaşına uygun değil, şunu giy, gülümse, yıkan, ye, kakanı yap, bize her şeyi anlat
Yetişkin kendini çocuğa büyük insan olarak sunar, büyük
birey olarak değil; aslında burada söz konusu olan bir maskedir
( persona tiyatro maskesi); büyük insanın büyük insan rolü oynayabilmesi için gerekli ve yeterli koşul çocuğun çocuk rolü oynamasıdır; yetişkin çocuğa rolünü öğretir; çocuk da çarçabuk ezberler. Tiyatro. Oyun yönetmek kolay bir iş değil. Bir
yanda bütün gücü ve otoriteyi elinde tutanlar, diğer yanda itaat edenler; onlara deli rolünü oynamak, ağlamak, bağırmak ve gürültü yapmak düşer. Çağlar boyunca yaşayıp gelmiş köleler gibi, emekçiler, hayvanlar gibi onlar da mutludur ; daha
doğrusu onlar mutlu olup olmadıklarını bilmez , hiçbir tasaları yoktur; sorumluluk üstlenmek efendilerin harcıdır.
Çocuk yetişkinin malıdır. Küçük bir servettir. Kullanım
hakkı tümüyle yetişkine aittir (Büyük Sahip devleti saymazsak). Her şeye karşın, bu kullanım hakkı o denli kuşkuludur
ki büyükler, hemen hemen hiçbir anlam taşımayan çocukluk
kavramını yaratmak zorunda kalmışlardır; bununla birlikte, bu
kavramın biçimsel olarak doğrulanması, yaşlıların bu varlıklara vermek istedikleri çok özel bir konumu da kapsar çünkü
yaşlılar çocukları, kendi zevkleri ya da çıkarları için diğer yaş gruplarından ayrı tutarlar.
Evde, okulda, mahkemede çoğaltılan nefretin nelere yol
açabileceği üstünde hiç düşünülmez. Ceza verilir. Kimin daha
kuvvetli olduğunu göstermek için ceza verilir. Tek bir yasa
vardır: Kuvvet. Parçala!
Evet, herkes okuldan korkar.
Ordudan, hastaneden, mahkemeden de Çünkü bu kurumlar felaketlerin ve acıların habercisidir.
Evet ama bence okul berbat bir yer; yalnızca, bütün
bir gençlik döneminde insanların canını öldüresiye (sözcüğün tam anlamıyla öldüresiye) sıktığı için değil, aynı zamanda ister başarılı olsunlar ister başarısız, tüm insanların çürümesine neden olduğu için. Çalışkan (!) sınıflar iş hayatına atılmak istiyorlar
ancak ellerine tutuşturulan diplomalar ya iş pazarında bir işe
yaramıyor ya da bir iki yıl içinde değerini yitiriyor. Doğrusu bu
olay eğitimin zorunlu tutulmasından da kötü. Ünlü demokratikleşme hareketinin başarısız olanlara anlatmak istediği şu: Aslında, onların başarılı olmaları için elden gelen her şey yapıldı;
bütün bu çabalara karşın liseye geçmeyi başaramadılarsa, demek ki o küçücük beyinlerinden çekip çıkarılacak bir bilgi kırıntısı bile yok. Ortada bir suçlu varsa o da kendileri; başkası değil
Demokratikleşme denen şeye artık gülmüyorum bile; bu
lafın tatsız bir şakadan hiç farkı yok.
Belki de yoksulların tümü, eşeklik edip kafalarını kullanamamış insanlardır.Fırsatlardan yararlanıp akıllıca çalıp çırpsalardı, bugün yoksul
olmazlardı. Hem sonra, herkesin kendilerini aldatmasına izin
veriyorlar. Biz ne yapalım yani?
Zaten bu iş biraz da kalıtsal galiba; bizim gibi namuslu insanların yapacağı değerlendirme ancak bu kadar iyi niyetli olabillir hani!..
Okulda adalet uygulanıyor mu uygulanmıyor mu,
umurlarında değil (belki hala bazıları anlayamamıştır, onun için yineleyeyim: Aslında okul umurumda değil); ancak ben, insanların körü körüne inandıkları şu yalanla her gün yüz yüze
kalmaya da dayanamıyorum: Her öğrenciye başarma olanağı
veren okul yalanı.
Gerçekte, bu zavallı insanların kadere (!) böylesine boyun
eğmelerinin nedeni, eğitim makinesinin hiç değişmeyen bir yol izlemesidir. Onlar, bu kocaman buldozer karşısında öyle bir telaşa kapılıyorlar ki kenara çekilmek bile gelmiyor akıllarına. Artık onlara bu gerekli bile denmiyor, onlara yalnızca, bu böyle deniyor. Gerçekliğin ilkesi diye adlandırılan işte bu olmalı
Devletin iddia ettiği her hak
yalnız ve yalnız bizim akılsızlığımızın ürünüdür; öğrencilerin
yüzde 84’ünün yükseköğrenim aşamasına ulaşamadan elenmesi
devletin, ipnoz da dahil bütün yolları deneyerek bizlere kabul
ettirdiği bir sonuçtur.
Savunduğumuz şey bizim kendi düzenimiz. Biz ölüme dek, yaşamla kurduğumuz bağlar kopmasın istiyoruz. Kendi beynimizle düşünmek istiyoruz. Yalnızca kendimize saygı duydu­ğumuz için değil, aynı zamanda sevgiye inandığımız için. Yalnızca eksilmemiş insanlar sevgiye layıktır. Beni benden çekip
almak isteyenlerin arasında nasıl yaşarım? Kendinden bir şeyler vermek büyük mutluluk. Benim olanları çalarsanız, size ne verebilirim?
İnsanların büyük bir saflıkla şu karşılığı vermelerine hala
alışamadım: Ne demek istiyorsunuz yani? Okulun tek hedefi
insanları bilgilendirmektir! Evet, gerçekten de insanlar bilgilendiriliyor ama pazar mantığına uygun olarak, kendilerini nasıl üretip satacaklarını Nitekim modern öğretmenler çocuğun özerkliği adına onun
kendi ürettiği malı satabilmesini sağlayacak bir pedagojide ısrar ediyorlar.
Büyüdükçe, çocuğun hareket alanı daraltılır; çocuk bah­çesinde görece özerk tir, okulda kesinlikle programa boyun
eğer, nihayet -doruk!- hiç tanımadığı bir mümeyyizin insafına
terk edilir.
Çocuk yuvalarında ve okullarda verilen gerçek nesnel de­ğerleri kısaca gözden geçirelim: Düşünce bedenden üstündür ve görev hazdan, yetişkin çocuktan, düzene uygunluk özgünlükten, itaat sorumluluktan, yineleme yaratıcılıktan önemlidir.
Bütün bu değerler de bulanık sularda yüzer çünkü kuşkusuz,
bir ahlak biçiminin katı olmasını sağlayan onu benimseyenlerin esnekliğidir. Seçkin öğrenciler (Bourdieu ile Passeron’un
gözlemi) ödev hazırlarken, bunların pek de okul havasında
olmamasına özen gösteriyorlar. Oysa, okul için önemli olan
zorunlu şemalara uymaktır, birbirinin aynı olmak değil; yukarıda da belirtmiştim, okul parçalı bir toplum yaratmayı amaç­lar. İktidarlar uzmanlaşmanın kaçınılmaz olduğunu savunurlar;
hatta bu uzmanlaşma furyasını, karşılıklı ilişkilerde zorunlu
olduğu gerekçesiyle iletişim adı altında bir sürü meslek yaratmaya kadar vardırdılar.
Egemen ideoloji
(Marksist terminolojide kullanılan sözcüklerle ifade ediyorum),
her zaman egemen sınıfın ideolojisi değildir. Mekanizmalar, sanıldığından daha karmaşıktır ve düzenin çarkları ancak ve ancak sınıflar arasında uzlaşma sağlandığı sürece döndürülebilir.
Örneğin hile yapmak okulda kötü bir davranış olarak nitelenirken, aynı eylem burjuvazi tarafından bir sanat olarak gö­rülmekte, zekanın, hatta zarafetin belirtisi sayılmaktadır. Aynı
biçimde iyilik ve cömertlik yüzyıllardır şarkı olup söylenmiştir
ancak sınavlar ve özellikle yarışmalar, toplumun senden hangi
erdem li davranış biçimleri beklediğini gerçekçi bir biçimde
ortaya koyar.Bu uyumsuzluklar okulun, diğerlerine göre çok geç kurumlaşmasından kaynaklanmış olamaz ancak şurası açık
ki bu uyumsuzluklar, bugün Hıristiyanlığın ya da Marksizmin
değerlerine bağlı kalmış kimi küçük insanları yönetmeye yarı­yor. Bir de zekadan nasibini almamış olanları kandırmakta kullanılan anlamsız duygusallıklar var (şiirin, gülünç bir biçimde öğretilmesi gibi).
Bilgiyi elinde tutanların iktidarı, başkalarının
bilgisizliği üstüne kurulmuştur.
Okul, toplum adına bireyleri yontar; böyle
oluşan bir toplum ise, ister istemez bireylere karşı güdümcü
ve eşitsiz davranır. Okulun amacı, kuvantum kuramını ya da
Georgiques’i* öğretmek olmamalıydı; okulun amacı çocukları
şu gerçeğe inandırmak olmalıydı: Dünyada bilginler ya da daha
doğrusu BİLGİCİLER vardır; bu bilgiciler, diğer insanlardan
farklı olarak daha az öldürücü işlerle uğraşırlar.
Bourdieu ve Passeron yaptıkları bir araştırmada, okulun en etkili ideolojik baskı aracı olduğu sonucuna vardılar. Aynı araştırmada elde ettikleri kesin
verilerle, bütün toplumsal kuralların okulda uygulanmaya ve
benimsenmeye başlandığını kanıtladılar.
Oysa, değişmeden kalan ve büyük bir olasılıkla da asla değiş­
meyecek olan bir şey var; benim adıma yapılan seçimde, benim
hoşuma giden yani benim için yararlı olan değil de toplum için
yararlı olan göz önüne alındı. (Okul yapısı inanılmaz ölçüde
ağır işlediği için okul programları da her zaman bir kuşak geridedir. Ne yazık ki bu durumun düzeltilmesi de sorunu çözmüyor.) Hatta bazı insanlar bizleri, toplum denen o makine için yararlı olan her şeyin birey için de yararlı olacağına inandırmaya çalıştı. Okulun kafalara sokmaya çalıştığı en tehlikeli
düşünce de işte bu toplumun iyiliği için düşüncesidir ve bundan etkilenen kimi insanlar başkaları için özveride bulunma
uğruna kendi kabuklarına çekilmeyi bile göze alırlar!
Okulun ilk hedefi disiplin alışkanlığı kazandırmaktır,
ikincisi de devletin kendisine emanet ettiği insan sermayesiyle
bilinçli yatırımlar yapmaktır. Okulun yatırım yapma ve unvan
verme konularında usta olduğunu kabul etmeliyiz. Bu işi o kadar iyi becerir ki verdiğinin kat kat fazlasını geri alır. Aşamalı ve
yıllarca süren bir merasimle çocuk, kendisinden bekleneni verebilecek bir insana dönüştürülür. Daha açık bir deyişle, çocu­ğa bilinen tüm bilgiler aktarılır ve bu yolla, ileride hangi grup içinde yer alacağı saptanmaya çalışılır. İşte sosyolojinin abecesi!
Düşünce Modellerine Hayır!
Okul ortadan kaldırılıncaya değin onun devletten ayrılmasını savunuyorum. Ya özel okullar? Özel okulların tümü
kaldırılmalı. Paralı eğitim yasaklanmalı; gerek özgür okullara
yapılan nakdi ödemelere, gerekse laik okullara yapılan ayni
ödemelere son verilmeli.
Devletle iş yapılmaz; devletin, sözümona bir görev ini yerine getirirken (örneğin, eğitim ) bunun karşılığında belli bağımlı­lıklar istemediği nerede görülmüş?
Okul da ordu gibi, bir toplumun aynasıdır; toplum ondan,
toplumsal yaşamın gelişimine uyum göstermesini ve uluslararası ilişkilerde, ülkemize sağlam bir yer kazandırmasını bekler [ ]. Okulların açılması, aym zamanda savunmamn sorunları­na ve gerçeklerine açılmalıdır [ ]. Askerlik hizmeti sırasında,
Milli Eğitim’de yer alan öğretmenler ve diğer personel, tüm
zenginlikleriyle birlikte, savunma görevinde layık oldukları
yeri alırlar.
Erkek olsaydın ya da askerlik hizmeti kızlar için de
zorunlu tutulsaydı, emin ol ki askere gitmemen için sana yardımcı olur, elimden geleni yapardım. Oğulları askerlik hizmetine
başkaldırırken, pek az ana baba jandamaya tüfekle karşı koyma
cesareti gösterebiliyor. Neden? Jandarma da, güvenlikten sorumlu diğer bütün kurum ve kişiler de şunu iyi bilsinler: Devlet seni, senin isteğin dışında bir şey yapmaya zorlarsa savunma
konumundan vazgeçip saldırıya geçerim. Bu savaşı tek başıma mı veririm, başkaları da bana katılır mı, orası hiç önemli değil.
Devletle mücadele ediyorum; çünkü her şeyden
önce bana baskı uyguluyor (onun adaleti ahlaktır ve
kuvveti
de
yapısı gereği şiddete dayanıyor) oysa ben eksiksiz bir özgürlüğe gereksinim duyuyorum; daha geniş bir özgürlüğe ulaşmak amacıyla kendime getireceğim geçici sınırlamaları sağlıklı bir biçimde
saptayabilmek için tam anlamıyla özgür olmam
gerek. Mücadele ediyorum; çünkü düşüncelerim, devletle ilgili tanımların bireydeki ve toplumdaki yansımalarım
reddediyor. Kendi
kuyruğunu ısıran,
vurduğu darbelerle kendi kuvvetini meşrulaş­tıran
(bir hükümet darbesi, başka ne olabilir?) bu yılanın tek
bir
var olma nedeni var, o da kendisi. İşte ben bu
kurumun kanımı emmesini istemiyorum. Bütün
gücümle yaşamak ve ölmek istiyorum. Bununla
da
kalmıyor. Başkalarını sevebilmek için onların enerjisine de
gereksinim duyuyorum çünkü
onları
egemen oldukları
ölçüde
sevebilirim.
Bir sistem ne ölçüde demokratikse o kadar
büyük tehlikelerle karşı karşıya demektir; bu tehlikeleri yaratan
da kendinden başkası değildir [ ]. Son yıllarda demokrasinin
işleyişi, kaçınılmaz bir biçimde, geleneksel toplumsal denetim araç Zannın yok olmasına, siyasal otoriteyle diğer otorite biçimlerinin meş­ruluğunu yitirmesine yol açmıştır [ ].
Okul bir topluluk oluş­turmakla kalsaydı, seri üretim karşısında hiç olmazsa savunma
refleksleri gösterirdik. Ne var ki durum bundan çok daha kötü;
her birimiz ayrı ayrı gözetleniyoruz, yoğruluyomz, yönlendiriliyoruz ve nihayet diğerlerinden yalıtılıyoruz. Okulda hiç
kimse asla yalnız değil ancak her birey, her zaman diğerlerinden yalıtılmış olarak yaşamaya mahkum. Bir sınav ya da yarışma
salonunu gözünün önüne getir. Her bir insan istenen ölçülere
ne kadar uygun olduğunu kanıtlamak üzere tek başına bırakı­lıvermiştir. Bir kez daha Foucault’yu anmadan geçemeyeceğim
-sevdiğim insanları kitap okumaya teşvik etmek, benim için her
zaman mutluluk kaynağı olmuştur-: Sınav, insanları gözetim
altında tutmayı sağlayan hiyerarşiyle onları standartlaştırmaya
yarayan ceza tekniklerini bir araya getirir. O, standartlaştıran
bir bakış, kişileri nitelemekte, sınıflamakta ve cezalandırmakta
kullanılan bir gözetim biçimidir. Sınav, bireyleri öylesine bir
süreçten geçirir ki sonuçta onları ya farklılaştırır ya da cezalandırır. İşte bu yüzden, öteden beri bütün disiplin aygıtları içinde
en sık başvurulanı sınav olmuştur. Onun varlığında, gücün yü­celiğiyle deneyimin biçimi ve kuvvet gösterisiyle gerçeğin ortaya konması bir araya gelir. Disiplin yöntemlerinin can damarı olan sınav, birbiriyle bağıntılı iki gerçeği açığa çıkarır: Nesne
olarak görülenlerin köleleşmesi ve köle haline getirilenlerin
nesneleşmesi. Kendi değerini sınavla belirlemek derebeyine
teslim olma yı itiraf etmekten başka bir anlam taşımaz.
Disipline dayanan güç elinin altında olanları hep aynı biçimde
ve topluca katlamak yerine onları ayırır, çözümler, farklılaştırır,
ayrıştırma işlemlerini gerekli ve yeterli ölçüde tekillikler elde
edinceye değin sürdürür ( ] . Disiplin birey üretir; bir gücün
özgül tekniğidir ve bu güç, uygulamalarının hem nesnesi hem
de aracı olacak bireyleri kendisi yaratır.
Gelenekler, ihanetlerimizi örtbas eder
Kurulu düzen şiddetin alışkanlık haline getirilmiş bir biçiminden başka birşey değildir. Hiçbir haksızlık , sövgü, ahlaksızlık , alçaklık , kabalık, barbarlık yoktur ki ahlaki yapımız tarafından kanıksandıkları için zamanla görgü kurallarına uygun , kibar , ince nazik bir görünüm kazanmamış olsun
Mekanın seçimine gelince Sınıfta yaşayan bir insan, zorunlu olarak ortak bir mekanda yaşar. Edmond Gilliard başka
gerçeklikleri de ortaya koyuyor ve bu ortak mekanda baya­ğılaşmanın sağlandığını ve bir denetim aygıtının işletildiğini
belirtiyor. Michel Foucault da bu mekanı etkili bir biçimde
betimliyor. Bu o kadar ilginç bir ortam ki düşünceden önce
beden biçimlendirilmeye çalışılıyor burada: Uygun görülen saatlerde oturuluyor, kalkılıyor, yemek yeniyor, kaka ve çiş yapılıyor, uyunuyor.
Zorunlu eğitim sistemi öğrenmeyi değil okulda öğrenmeyi zorunlu tutuyor neden bu zorunluluk altı ile on altı yaş arasındaki insanlara getiriliyor ? Peki neden bu mekan sınıflara ve bir bahçeye dökülüyor?
Belli
bir iş için aranan özellikler ile diplomalar arasında uzak yakın bir bağlantı kurulamayacağını
herkes bilir. Şu ya da bu beceriyi gerektiren bir iş
için, başarma isteği ve belli bir deneme süresi, okul sicilinden çok daha ciddi güvenceler değil midir?
Gerçekten de okuldaki başarı düzeyine dayanan her tür ayrıma son verilmesi gerekiyor . Bir insanı yıllar önceki okul durumuna göre yargılamak- yargının sonucu ister iyi olsun ister kötü , saçmalıktan ve haksızlıktan başka bir şey değil . Küçük bir çocuğa herhangi bir bilgi aktarılıyor ve ondan bu bilgiyi tekrarlaması isteniyor : başarıyor yada başaramıyor , daha sonraki yıllarda birileri , başka bir insana yukarda sözü edilen insanın çocukken ne ölçüde başarılı olduğunu soruyor ; diplomada somutlaşan bütün bu çabaların başka ne anlamı olabilir ?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir