İçeriğe geç

Zenci Musa Kitap Alıntıları – İsmail Bilgin

İsmail Bilgin kitaplarından Zenci Musa kitap alıntıları sizlerle…

Zenci Musa Kitap Alıntıları

Fecr ile uyanan kuş yalnız yiyecek için kanat çırpmaz. Kanatları göğün derinliklerinden gelen o karşı konulmaz davete cevap verir.
Türkler eskiden tarihe yön vermiş, tarihe derin izler bırakmış bir millet. Şimdi o eski günleri hatırlamalarından korkuyoruz.
İsmail Bilgin
Türkler eskiden tarihe yön vermiş, tarihe derin izler bırakmış bir millet. Şimdi o eski günleri hatırlamalarından korkuyoruz.
– Para nedir ki?
– Bazıları için her şey
– Bence hiçbir şey.
Hey gidi koca Osmanlı, hey Ne hallerdesin ve biz ne haldeyiz?
Yarabbi, bana ölünceye dek bu devlete hizmet etmeyi nasip eyle
Zenci Musa’nın mezarı Üsküdar’da, “Özbekler Tekkesi” diye bilinen ve şimdiki adıyla “İstanbul Tasarım Merkezi”nin bahçesindedir.
Şimdi camekânın raflarında sergilenerek bir kez daha bütün sırlar, gizemler camların arkasından bütün dünyaya vefanın, bağlılığın, inancın, kadirşinaslığın en mümtaz örneklerini, en güzel timsallerini bundan sonraki nesillere hatırlatacaktı
İşte yıllardır Eşref Bey ile yollarda olan, cepheden cepheye koşturan, canını vermekten, kanını akıtmaktan çekinmeyen, 300 bin altını Yemen’e dek götüren Musa’nın bavulundan çıkan emanetler
Bu da Eşref Bey’in yadigârı. Üstüne şöyle yazmış: “Silah arkadaşım, kardeşim Musd’ya muhabbetle ?Eşref Bey’in Hicaz’dayken yerli kılığındaki bir fotoğrafıdır
Dert insanı söyletir derler, doğru demişler.
Ümitsiz yaşanmaz. Ama ümidi canlı tutan hayaldir, mefkuredir. Davadır Bizim davamız bu devleti ayakta tutabilmekti.
İnsan ömrünü ne bir nefes eksik ne de bir nefes fazla yaşar.
Bir yatak işgal etmeyi kendime zül görürüm. Bunca ana kuzusu varken, bunca kınalı Hasan, bunca yaralı Mehmetçik varken benim hastaneye yatıp bir yatak işgal etmem evla mıdır, reva mıdır.
Gönüllerde, yüreklerde açan yaralar da kabuk bağlar mı?
Geçen sene Mehmet Akif ve oğlu Emin, Halide Edip ve kocası Adnan Adıvar, İsmet İnönü, Ali Fuat Paşa, İsmail Fazıl Paşa, Celalettin Arif Bey hep bu tekkede saklanmış ve buradan Anadolu’ya kaçmışlardı.
Yolcunun dinlenme zamanıdır. Ama yola dinlenme yoktur. Hep yolcusunu bekler. Yolcusu taşlarına basarsa, tozunu atarsa mutlu olur. Yolcusuz yol gariptir. Yalnızdır. Ne kadar uzayıp giderse gitsin
Su şifaydı. Hayattı. Su ummanın yolunu arayan gariban bir yolcu değil miydi?
Sandalcılar Kâhyası Rizeli Şahinoğlu Ali Osman sözün önünü açtı:

Arkadaşlar burada toplanma sebebimizi biliyorsunuz. Ankara bizden ne olursa en kısa sürede silah temin etmemizi istemektedir. En yakın zamanda harekete geçmek zorundayız. Bu yönde emir verildi. Karaağaç deposunda pek çok silah olduğu ve burasının tarafimızdan basılması emredildi. Alınan istihbarat o yönde.

Bana mı dediniz?”
“Evet, diyorum ki, burada hamallık yapacağına bizimle çalışırsan seni altına boğarım
Musa sözünü hiç sakınmadı:
Bak general her teklif herkese yapılmaz. Bu sözünüz, bu teklifiniz beni rencide etti.
Neden ki? Senin yararına bir teklif yaptım.
“Dedim her teklif herkese yapılmaz, hele bana hiç yapılmaz. Bilesin diye söylüyorum, şunu iyice bilin ki benim bir devletim var, Devlet-i Osmani; bir bayrağım var, ay yıldızlı bayrak; bir kumandanım var Eşref Bey Bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.
Başı sıkışan kula Hızır koşar gelir. Koşup gelmezse Azrail gelir. Her kim gelirse başımın üstüne hoş gelir, sefalarla gelir..
Ben seni düşünürüm! Bak aklıma ne geldi, vatan için yaptıklarına mahsuben sana emekli maaşı bağlatayım “Paşam biz hizmeti para alalım diye yapmadık ki Ayrıca hamalların bile karın tokluğuna yük taşıdığı bu fakir milletten ben para alamam. Almam. Gücüm kuvvetim yerinde çalışırım. Bir karın doyurmak değil mi benim işim. Nerede olsam doyururum. Siz o maaşı evine senelerce sonra gelenlere, bebesini dahi tanıyamayanlara, kocası şehit oldu diye bir başına hayat mücadelesi verenlere, bu vatan için elini, kolunu, gözünü kaybedenlere verin. Onların daha çok ihtiyacı var paşam Beni düşünmeyin.”
Daha 1. Dünya Savaşı’nın başından beri Cihad fetvasının etkilerini azaltmak için İngiliz Propaganda Servisi durmadan çalışmıştı. Hatta sahte tarikatlar kurup, sahte şeyhler yetiştirip her yana salmışlardı. Bunları da altınla beslemişlerdi. Hatta yetinmemiş İslâm’ın içtimai meselelerine de karışmış, dini bozmak, yozlaştırmak istemişlerdi
“Bu cendereyi kırıp, bu çemberi yarıp Yemen’e gidebilir miyiz? Zor. Ama yine de, bizde ve torunlarımızda Yemen’e gitme isteği, coşkusu daima olacaktır. Orada bizleri bekleyenlerin olduğunu biliyoruz. Başımızdaki şu işgal belasını defedebilirsek Yemen’i, Medine’yi, Trablusgarp’ı , Kudüs’ü, Şam’ı, Bağdat’ı, Halep’i, Afrin’i, Münbiç’i o zaman
hatırlayacağız. Belki de bir şeyler yapabileceğiz
Merak etme. Geri gelmek için her şeyi yapacağız. Belki çok yakında, belki de uzun yıllar sonra ama mutlaka bir gün geri dönegiz. Mutlaka. Bekle çünkü Türkler hep beklenendir. Ömrüm oldukça sizlerin yolunu gözleyeceğim.
Bizleri diri diri gömmek istedikleri mezarlardan kalkacağız ve hayata yeniden döneceğiz. Ne pahasına olursa olsun özgürlüğümüzü geri kazanacağız. Bu millet tarih sahnesinde asla esir edilememiştir. Yine edilemeyecektir, buna inancım tamdır. Varsın etrafımızı düşman çevirsin. Istanbul’un her sokağı, her köşe başı tutulsun. Anadolu işgal edilmeye çalışılsın. Her rağmen bizler yine ayağa kalkacağız. Düşsek de ayağa kalkmasını biliriz. Bu inanç, bu hırs, bu kararlılık ve en önemlisi bu tecrübe bizde var. Yüreğimiz de var
O gün 16 Mart 1920 günü saat 05.45’te uykudaki Türk askerlerine yapılan baskında dört asker şehit edilmiş, dokuz asker de yaralanmıştı.
Daha önce sabah erkenden camiden çıkmış, her kapıyı çalmış, sokakta her rastladığı Müslüman’ın yakasına yapışmış, her pencereyi tiklatmış ve şöyle demişti:
“Ayasofya’ya çan takacaklarmış! Haydi sen de protestoya katıl. Ayasofya Camii’ne gel! O haçı kafalarına geçirelim!”
Bu sözleri duyan her Müslüman işini yarıda bırakıp gittikçe büyüyen kalabalığa katılmıştı
Türk zenginlerinden, iş adamlarından aşırı vergiler isteniyordu, Verilmeyince işgal askerleri tarafından derdest edilip karakollarda işkence görüyorlardı. Parayı ödemeyi veya belirtilen meblağı vermeyi kabul edinceye dek dövülüyorlardı.
Ermeni ve Rumları Türk Baskısından kurtarma Kurumu. Bu kurum içinde iş adamları ve avukatlar vardı. Göz koydukları Türklerin mallarını almak için her türlü baskıyı yapıyorlardı. Söz konusu malların daha önceden Rumlara, Ermenilere ait olduklarını söylüyorlar ve yalancı şahitler tutarak Türkleri mahkemeye veriyorlardı. Eğer mahkemeden bir netice çıkmazsa bu kez de İşgal Kuvvetleri subaylarının baskısı devreye giriyordu. Bu da yeterli ve ikna edici olmazsa, mal sahibi bir gün bir köşede ya da issiz yerde ölü bulunuyordu.
Fransız General Franchet d’Esperay’in yazıya çok kızdığı ve Süleyman Nazif’i kurşuna dizdirmek için her yanda aradığı haberi İstanbul’da çalkalanmıştı. Halk bu yazıyı defalarca okumuş hislerine tercüman olan Süleyman Nazif’i takdir etmişti. Bunun üzerine söz konusu makale elle yazılarak çoğaltılmış, geceleri İstanbul’un sokaklarına, Pera’nın bütün dükkân duvarlarına da yapıştırılmıştı.
Bir zamanlar Kanuni’den yardım isteyen Fransa Kralı Fransuva’nın yardımına Barbaros Hayrettin Paşa’yı gönderdiğini unutuyordu.
Sen sabret çünkü zaman sabretmez.
Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk’ün ve İslâm’ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle, üzüntüyü çocuklarimiza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terk edeceğiz. Almanya Orduları 1871 senesinde Paris’e girdikleri sırada Büyük Napolyon’un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan zafer takının altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azabı da duymamıştı. Çünkü Fransız namını taşıyan her kişi, yalnız Hıristiyanlar değil Yahudi Fransızlarla, Cezayirli Müslümanlar o milli matem karşısında aynı keder ve utançla ağlamış ve kızarmışlardı. Bizse milli varlıklarının ve dinlerinin devamını bizim alicenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın hay huy şamatasıyla bu aziz memleketimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. Buna müstahak değildik diyemeyiz. Müstahak olmasaydık bu felakete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok bahtsızlık vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanlarından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da gizli imiş Arapların güzel bir sözü vardır; ‘Sen sabret çünkü zaman sabretmez,? derler.
Pera semtiyse ayrı bir âlemdi. Cadde-i Kebir’de (İstiklal Caddesi)
ne kadar ev ve dükkân var ise İngiliz bayraklarıyla süslenmişti. Kalabalığın önünde ilerleyen dört İngiliz subay dahi bu kadar hasretle beklendiklerini tahmin etmemişlerdi.
“Fahri Paşa nasıl yapıyor madem? Onun da yiyeceği yok. İçeceği yok! Askeri yorgun! Asilerle kuşatılmış durumda ama direniyor. Bizler neden direnmiyoruz pasa? Nerede bulunuyorsak orası birer müstahkem kaledir, orası düşmemeli
Devlet yıkıldıysa millet ayaktadır. Ümit yıkıldıysa azim ayaktadır. Silahımız elimizden alınsa dahi öfkemiz vardır. Hür yaşamak fikrimiz vardır.
Tarlada çamur
Teknede hamur
Ver Allahım ver
Bize bol yağmur
Yola çıkmadan Peygamber Efendimizin mübarek kabrini ziyaret etmek isterim. Kapının eşiğine yüzümü süreyim. Onun tozlarına bulanayım. Kalbimi dolduran muhabbet ateşi benim vücudumun her zerresini tutuştursun, küle çevirsin. Bu koca dünyada bir hiç olan ben, hiçliğin tadına ereyim. Kendimden ve kendi canımdan çokran geçtim. Bana emanet edilen canımı, Peygamberimizin mübarek ayaklarının ucuna bırakayım.
İki dev güreşçinin karşılaşması beraberlikle bitti. Zenci Musa kendine karşı koymaya çalışan kalem erbabının sırtını yere getirmekten imtina etti. Kaçak güreşerek zamanı uzattı ve sonra:

Üstadım en iyisi bu güreşi beraber bitirelim, teklifi yapınca https://1000kitap.com/yazar/Mehmet-Akif-Ersoy, “Peki,” dedi. Her iki güreşçi birbirlerini kucakladı. https://1000kitap.com/yazar/Mehmet-Akif-Ersoy Musa’nın beline dek ancak geliyordu. Başını kaldırıp bakınca kendine samimiyetle gülümseyen Musa’ya candan sarıldı ve onun hakkında karaladığı dizelerin ne denli doğru olduğunu bir kez daha anladı.

“Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa.

İsa Peygamber’e omuzlarını ödünç verir, Ve Peygamber bu sayede göğe tırmanabilir ‘

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın; Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın! Harim-i pakine can katmak istedim durdum; Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum. Tahammül et dediler Hangi bir zamana kadar? Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var. Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;

Önümde durmadı artık, ne hanman ne ocak Yıkıldı hepsi Ben aştım diyar- ı Sudan’ı, Üç ay Tihame deyip çiğnedim beyabanı. Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada; Yetişmeseydin eğer, Ya Muhammed, imdada; Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin; Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin!”

“Tamam tamam. Karargâhta da size suikast hazırlayacaklardı. Kimler?”
İbn-i Reşid’in yanında bulunan bir İngiliz ajanı
İngiliz ajanı mı?
Evet Şeyh el Cabiran İngilizlerin casusudur. Din alimi olarak bilinir. Ama ajandır. Lawrence hesabına çalışır. Her ay ona gidip olan biteni anlatır
Mehmed Akif Bey ise kendisine hayret dolu gözlerle bakanlara aldırmadan eline aldığı küçük bir kalemle kâğıda bazı satırlar yaziyordu. Hangi şartta olursa olsun, kendi içine gömülen şair sanki gönlüne akan dizeleri dudaklarından süzüyordu.

Toplayıp mavi elekten geçirirken uryan Kumların üstünde bin türlü bedayi dokuyan. O güzel sine, o çöl şimdi ne korkunç oluyor: Bir cehennem ki uzanmış, dili çıkmış, soluyor! Ne zemininde sezersin ne fazlasında hayat: Ah bir reng-i hayat olsa da görsem Heyhat! Benzi külden de uçuk Nerede o masmavi sema? Yine biçârenin üstünde o müzmin humma!

Mehmed Akif’in dudakları kapır kıpır duadaydı. Sık sık dua ederdi. Namazlarını hiç aksatmaz,vakit geldi mi hemen yer ve mekân tanımaksızın namaza dururdu. Kumluk, taşlık, çimenlik onun için fark etmezdi. Çok görmüştü, kuru katılaşmış kum tabakaları üzerinde namaz kıldığını ve alnında pek çok kum tanesiyle namazına son verdiğini.
Eşref Bey ona, şair hakkında bazı şeyler anlatmıştı. Mesela kendisinin sporcu olduğunu, iyi yüzdüğünü, uzun mesafeler yürüdüğünü ve çok iyi güreştiğini duyunca şaşırmadan edememişti.
Bu sıcakta daha ne kadar gayret edecekti bilmiyorlardı. Diğer yolcunun sesi çıkmıyordu. O daha dayanaklı görünüyordu. Bu yolcu, şair Mehmed Akif Bey’den başkası değildi.
Ölürsen şehitsin, kalırsan da gazi
Unutma evlat Osmanlı tek kişi de olsa Müslüman birini, bir kulunu dahi kâfirin eline bırakmamış.
Trablusgarp’ın işgalini kınıyoruz!
Bütün Osmanlıları bu işgale dur demeye ve Trablusgarpa Italyanlara
karşı savaşmaya çağırıyoruz. Allah bizimledir.
Sana vasiyetimdir oğul, asla ama asla Osmanlı’ya ihanet etme. Bu zor günlerde daima sadık ol. Elinden ne geliyorsa yapmaya çalış. Hiçbir şey ama hiçbir şey seni o devlete hizmetten alıkoymasın. Aksi halde hakkımı helal etmem.
Leş kargaları Onlar çöldeki akbabalar gibidir Çok Yüzüne güler arkandan bin bir oyun ve hile çevirirler. Anlamazsın. Zenginliklerine çok güvenirler. Her şeyi altınla ele geçirebileceklerini düşünürler. Bütün dünyaya hükmetmek, sömürü düzenini sürdürmek isterler. Bunun için de insanları birbirine düşürürler. Bölerler, firkalara ayırırlar. Senden görünür, senin gibi davranırlar ama daha sonra bir bakarsın ki seni senden almışlar. Seni sana yabancılaştırmışlar. Kendini tanıyamazsın
Ben vatanımdan Mekke’ye hicret ettim. Orada şunu gördüm: Milyonlarca insan aynı beyaz elbiseler, ihramlar içinde birmiş görünüyordu Bir olan kadri mutlak olan Allah’ın huzurunda milyonlarca ağızdan çıkan seda da hep birdi. Onca insan bir kelime konuşuyordu sanki; Hu Hayy’dan gelenler Hu’da cem olmuştu Lebbeyk diye inliyorlar ve ağlıyorlardı. Osmanlı insanlığın son güvenli ve emin kalesiydi oğul Emin bir limandı ”
Osmanlı gün ışığı gibidir. Tek bir renk görürsün Ancak camla bakarsan güneşin yedi ana renkten, yedi rengin de yetmiş farklı tondan ibaret olduğunu anlarsın.
.. değişen devire, değişmeyen Osmanlı ayak uyduramadı. Belki de uydurmak istemedi. Kim bilir İngilizler gibi, Fransızlar gibi sömürgeci olmak istemedi. İnsanların kanını akıtmak, değerleri altüst etmek, belki bu kara yazıyı alnına sürmek istemedi. İnsanların yeraltı , yerüstü varlıklarını kendine mal etmedi. Bunun için insanları bölmedi, böldürtmedi. Gaza niyetiyle savaştı. Hakk’ın adaletini, nurunu, işığını her yana yaymak için çok çalıştı.
Ah Osmanlı, nereden nereye Cihana hükmederken şimdi kendisine hükmetmek isteyenlerle başa çıkmaya çalışıyor. Etrafında çakallar, kuzgunlar, leş yiyici akbabalar var
Musa dedesinin Kur’an-ı Kerim okuduğunu fark etti. İnsanın içine nüfuz eden surelerin, ayetlerin sarıp sarmalayan sesini duyunca yatmanın yakışık olmadığına kanaat getirip kalktı. Parmaklarının ucuna basarak, dedesinin yan sofadaki Kur’an tilavetinden feyzlenmek için sessizce yanına oturdu.
Nefsin oltasına takılan çölde nice serapları su sanır, ona koştukça bilmez ki susuzluğu artar. Gücü ve mecali tükenir. Su yolunda değil de çölün o kumlarında çaresizlik içinde susuzluktan ölür. Peşinden koşarak ulaşmak istediği şeye hasret kalarak ölür Eh, dünya da böyle değil midir? Yalancı, çölde serap gibidir işte
Masal diye okunan için masaldır.
Kıymetini anlayana, tükenmez hazinedir.
Nil Nehri Firavun’a kan göründü,
Musa aleyhisselama ise safi sudur,
“Bütün planlarınız fesar üzerine. Bunlar ahirette ne işe yarar ki? Bilemem. Ben bugüne, bu dünyaya bakanım. Ne olursa olsun dünyaya hâkim olmaya bakarım. Dünyadaki cennetimizi oluşturmaya bakarım. Ahiret sizin olsun. Cennet de
Müslümanlar yaşadığınız yerin altında ne olduğunun farkında değilsiniz. Zengin petrol yataklarını da biz işleteceğiz. Sizlerde üzerinde oturup zikre devam edin. Allahınızla bas basa kalın. Bizce hiçbir sakıncası yok, Osmanlı’ya benzemeyiz biz. Kabile kabile bölecek ve öyle idare edeceğiz sizi. Hem de yine sizlerin eliyle. Yol yakınken diğerleri gibi bize katılın. Hem şanınız, zenginliğiniz hem de saygınlığınız artsın. Hem sen kazan hem de biz. Ne var bunda? Karlı bir alışveriş.
Benim altınla işim olmaz. İnsanlığın bidayetinden nihayetine dek o madenin üzerinde pek çok kan lekesi vardır ve olacaktır Ben ellerimi o madenle kirletmek istemem. Ondan kimde çok ise onun elleri bilin ki kirlidir. En önemlisi kanlıdır. Kanda ellerini yıkamıştır. Sizin de elleriniz kanlıdır komutan. Aç avucuna bak. Hindistan, Mısır Müslümanlarının kanı bulaşmıştır. Bu kanı hiçbir dönemde ellerinizden temizleyemeyeceksiniz. Ruhunuza bile kan kokusu sinecek. Biliyorum, bir gün, ki ben o günleri göremem, üç yüz milyon Müslüman kanında o güneş batmayan Britanya boğularak batacak.”
Küçük evinin girişinde Osmanlı devlet arması ile Osmanlı Devleti’nin en ihtişamlı dönemini yansıtan, üç kıtaya yayılmış bir harita asılıydı. Bazen koca haritanın önüne geçip bakan Şeyh Mansur’un gözleri sık sık İspanya’ya kayar, Endülüs’e, Granada’ya takılır ve öylece kalakalırdı.
Ben Müslümanım ve Osmanlı’ya bağlıyım. Bağlılığım ölene dek sürecek. Ne İslâm ne de Osmanlılar aleyhinde bana tek bir kelime ettirebilirsiniz. Bu benim hayatıma mal olsa bile, diyerek kararlılığını belirtince, Şeyh Mansur bir daha Ingilizler tarafından rahatsız edilmemiş ama göz hapsinde tutulmaya ve izlenmeye devam edilmişti.
Sokaklarda İngiliz askerlerini gördükçe daima, “Şer cephesi her yana kök salıyor,” derdi. “Britanya demek koca şeytan demektir. Şer demektir. Hele Müslümanlar için en büyük düşmandır,”
Türk ziyaretçiler camekânda sergilenen eşyalara anlam veremeyince Sudanlı bir yetkili açıklama yapmak zorunda kaldı:
Çanakkale’de çarpışan vatandaşımızın üstünden çıkan bayrak. O tek mermi ise Trablusgarp’ta savaşırken omzuna saplanan mermi. Türk doktorları Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Hastanesi’nde mermiyi çıkarmışlar. Bizim vatandaşımız da o mermiyi değerli bir hatıra, bir hediye gibi yıllarca saklamış.
Güney Darfur’un alabildiğine uzayan o çorak, kırmızı toprakları üzerine kurulmuş şehirde yeni bir hastane yapılmış, açılışı 28 Şubat 2014’te olacaktı. TİKA’nın yaptırdığı ve adı Nyala-Türk Eğitim Araştırma Hastanesi olan hastanede Türk doktorlar çalışacak ve bu çalışma gönüllülük esasına göre yürütülecekti.
Türkiye artık can sıkıyordu
“Beyler, onu bilmem, Türkiye’nin önünün kesilmesi gerekir. Aksi halde çok geç kalacağız. Sonra her masada karşımızda Türkleri göreceğiz. “Diğer Müslüman ülkelerinin her zamanki pısırık ve korkak tavırları söz konusu ama Türkiye öyle değil . Dediğim gibi büyüyen bu hilale haddinin mutlaka bildirilmesi lazım.”
Onlara bir zamanlar ‘hasta adam’ diyorduk. Şimdi ise onlar AB’ye ‘hasta adam’ diyorlar, hem de büyük bir cesaretle
“Beyler, onu bilmem, Türkiye’nin önünün kesilmesi gerekir. Aksi halde çok geç kalacağız. Sonra her masada karşımızda Türkleri göreceğiz.
Orta Asya ülkeleriyle de ilişkileri iyi Rusya ile aralarını bozduk ama şimdi adeta ittifak halindeler. S-400 füzelerini almak için çalışıyorlar. Korkarım en büyük kozumuz da elimizden alınacak.

Neymiş o koz?

“NATO olarak füze sistemiyle sizi koruyoruz diyorduk. Onlar şimdi ilk defa kendi milli füze sistemlerini geliştiriyorlar. Üstelik bunları terör örgütleriyle savaşırken yapıyorlar.

Şimdi akın akın Afrika’ya geliyorlar. Her yere geliyorlar. İlk defa Antartika’ya iki bilim adamı gönderdiler. Orada dalgalanan Türk bayrağını görünce açıkçası kötü oldum. Ay ve yıldız Haçın yanında ya da karşısında Kalıcı istasyon kurmak için de çalışıyorlar.
Düşünsenize her bir Türk’ün dünyaya meydan okuduğunu. Bu meydan okumayı sadece savaş olarak düşünmememizi rica ederim. Bilimde, sanatta, teknikte, ticarette en önde olduklarını bir düşünsenize. Mesela İsrail ve Amerika’dan İHA alamayınca kendileri yaptılar. İsrail’in yenilemeye çalıştığı tankların yerine kendileri tank yapmaya ve modernizasyonlarını da gerçekleştirmeye başladılar.”

“Savunma sanayilerini hızla geliştiriyorlar.
Eskiden biz onlara balık veriyorduk şimdi onlar savunma sanayinde balık tutmayı öğreniyorlar.

Türkiye bize lazım. Ama bizim istediğimiz gibi bir Türkiye olursa. Onları asla AB’ye almayacağız. Bir kere Müslüman bir ülke. Nüfusları da çok Almanya’da ve bizim kontrolümüzdeki Avrupa Birliği’nde etkin bir şekilde söz sahibi olabilirler. Bu riski göze alamayız. Genç nüfuslariyla Avrupa’ya dağılmalarından korkuyoruz. Şurada Akdeniz’den gelen kaçaklarla baş edemiyoruz, bir de onlarla uğraşamayız. Hepsi Almanya’ya işçi geldi şimdi yarısı patron oldu. Hayır, hayır bu büyük bir risk. En önemlisi ise ne biliyor musunuz? Türkler eskiden tarihe yön vermiş, tarihe derin izler bırakmış bir millet. Şimdi o eski günleri hatırlamalarından korkuyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir