İçeriğe geç

Zamane Kitap Alıntıları – Engin Geçtan

Engin Geçtan kitaplarından Zamane kitap alıntıları sizlerle…

Zamane Kitap Alıntıları

Günümüzde bazı siyasi liderlerin neden kızgın tonlarla bağırarak konuştuklarını anlamak zor. Cumhuriyetimizin kurucusunun da bağırarak nutuk icra etmiş olduğunu biliyoruz. Bu, nutuk icra etmek ile kızgın tonda bağırmak arasındaki farkı anlatmak için iyi bir örnek.
Bilgilendirilme açısından medyaya bağımlıyız ve ileri adımların fark edilememesinin gerisinde, reyting kaygısındaki medyanın kendisini sığ siyasi çekişmeler ve popüler kültürle sınırlamasının payı önemli.
Azımsanmayacak sayıda insan birbirlerini tanıdıkları varsayımlarıyla birlikte bir
ömür geçiriyor.
Kaçımız çocuklarımızın iç dünyalarına ulaşabiliyoruz? Ya da onların iç dünyalarını tanımaktan korktuğumuzun farkında mıyız?
Uygarlığın bedeli nevrozla ödenir.
Zamane
Kendini tanımak dıştan içe sessiz bir yolculuktur, anlatılması ve paylaşılması zor, bazen sadece kokusu alınabilir. Akmakta olan bir ırmağın, aynı zamanda kaynağına doğru yolculuk edebilmesini çağrıştıran bir süreç, kaynağa ulaşılamasa da yolculuğun kendisine değer.
Kendimiz olmaktan vazgeçmeye başlamamız, özerk bir varlık olabilmemize
zaten en başından bazı sınırlar getiriyor. Zamanla başka boyutlar kazanarak.
Anlamsızlık ve boşluk duyguları, beraberinde yalnızlık ve yalnız kalma korkularını getirir.
Hepimiz şu ya da bu şekilde bize nasıl olunması gerektiğini empoze eden bilgilerle, ideolojilerle, dinsel inançlarla donatılmış bir üst-sistemler karmaşasının, yani bize göre geçmişin ipoteğiyle dünyaya geliyoruz. Yani hiçbiri kendi seçimimiz değil.
Bu dünyaya verilen zararların yarısı kendini önemli hissetmek isteyen insanların eseridir.
Çoğumuz kendi aleyhimize oynadığımız oyunlardan haberdar gibiyizdir, ama başka seçenekler yokmuşçasına bunları sürekli görmezden gelip alışageldiğimiz kısır döngülere tutunuruz. Bizi mutsuz da etse.
Şimdi bağımsız bir andır ve aslında insanın tek rehberidir, ama çoğumuz buna izin vermiyoruz.
Bana göre insanlık tarihi, vaktiyle bize öğrettikleri gibi, birbirini izleyen bağımsız olaylar dizisinden ve dönemlerden oluşmuyor. Münferit bir olayın, tarihin yönünü belirleyici bir unsur olarak değerlendirilebileceğini de düşünmüyorum. Çünkü her bir olay sürecin akışı doğrultusunda ortaya çıkıyor. İnsanın yaşam
öyküsü gibi insanlık tarihi de kesintisiz bir süreç, durağanlıkları ve sıçramalarıyla.
İnsanlar bulundukları konumu da kabul etmiş gibiydiler. Daha iyi yaşayanlara
özenip onlara benzemeye çalışılmazdı, açgözlülük ve sınıf atlama çabaları yoktu, zaten kimse aniden zengin olmazdı. Psikolojik sorun diye bir kavram yoktu, sadece bazı insanlar biraz ayrıksıydılar.
Pek çok çocuk farkında olmadan zaten ebeveyninin duygusal yükünü çekmek zorunda ve geleceğin yaşlı gençleri olmaya aday.
Türkiye adaletli bir yer değil.
Son yıllarda televizyon ekranlarında kavga eden jürileri ya da yemek yerken kavga edenler izlerken sadizmlerini tatmin etmeye dalanlar olabiliyor ve farkına varmaksızın ekrandakilerin boşalttıklarını kendileri yüklenmiş oluyorlar. Kendi içimizdeki kavgaların gerilimi, başkalarının kavgalarını seyretmekten duyduğumuz tatminle giderilemez.
“Kendi hayatlarına kendilerini kaptırmış yaşayan insanlar başkalarının hayatını bu kadar merak ederler mi ki?”
Kendini tanımak “dıştan içe” sessiz bir yolculuktur, anlatılması ve paylaşılması zor, bazen sadece kokusu alınabilir. Akmakta olan bir ırmağın, aynı zamanda kaynağına doğru yolculuk edebilmesini çağrıştıran bir süreç, kaynağa ulaşılamasa da yolculuğun kendisine değer.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Hayatın anlamı nedir ve nasıl tartışılır bilmiyorum, ilgilendirmiyor da. Yaşanılanan ve yaşanmak üzere olan andan öte bir anlam olduğuna da inanmıyorum. Hayatı ciddiye almak ya da almamakla ilgili tartışmalarda neyin kastedildiğini anlamıyorum, ama hayatın ve yaşıyor olmanın değerinin farkındayım. Akışının önüne çıkan engellerle savaşmayı içerdiğininde. Şöyle ya da böyle yaşanmalı diye ölçülerin olamayacağını öğreneli çok zaman oldu. Bana göre hayat sınırsız bir oyunlar dizisi ve bu oyunların hepsini oynayacak zamanımız yok. Onu değerli kılan da bu.
Telaşın, gideceğim yerde yaşayacaklarımın önüne geçebildiğini fark ettiğimden bu yana, yetişerek gidilecek yerlere gitmemeyi yeğler oldum.
Bence, insan kendi zamanını yaşayamadığını fark ettiğinde sorulacak soru şu: “Bu benim zamanım değilse kimin zamanı?”
…her şeye sahip oldukları halde kendisini kof hisseden insanlar tanıdım. Çünkü hayatlarında bir tek şeye odaklanmışlardı: biçimsel başarı. Başarı insanın kendi hayatını yaratabilmesidir, standartları ne olursa olsun. Biçimsel başarıya odaklanmanın bedeli ise başarının kölesi olmaktır.
Günümüzde, toplumumuzda ego yapısının yeterince girişememesi sonucu aşırı bağımlılığa eğilimli bazı insanlar, farkına varmaksızın, içlerindeki boşluğu en yakınlarındaki insanları içselleştirerek giderme eğilimindeler. İçselleştirme kişinin bir başka insanın varlığını ya da imgesini kendi benliğine mal etmesi anlamını taşır. İçselleştirlen kişi tarafından terk edildiklerinde, ki çoğu zaman bu bir eşya ya da sevgili oluyor, terk edilen kişi, ruhunun içi boşaltılmışcasına, katlanılması çok zor bir hal yaşamaya başlıyor: terk eden kişi hala içinde, ama dış dünyadaki karşılığı artık yok. Dolayısıyla, içindeki imgeden kurtulabilmek için, muhtemelen Disosiyatif (çözülmüş) bir ruh haline girmesinin ardından, imgenin esas sureti olan terk eden kişinin hayatına son verebiliyor. Bazen de belirli bir şahsın imgesi değilde namus ve töre gibi aşırı içselleştirilmiş değerler açısından kabul edilemez bir durum ortaya çıktığında benzer eylemlerde bulunulabiliyor. Egonun yapılanmasındaki yetersizlik derecesine göre, bu tür olgular bazen psikoza varan boyutlara ulaşabilir. Böyle durumlarda, içselleştiren kişiyle içselleştirilen kişi birbiriyle hiç karşılaşmamış da olabiliyorlar. Dolayısıyla, içselleştirilen kişinin kendisinin, ki bu genellikle imgeleştirilmiş bir ünlü kişi oluyor, bundan haberi bile olmuyor.
Depresyonun dinamiklerinde dışa vurulamayan sıkışmış kızgınlığın kişinin kendine çevrilmesi bulunur. Sıkışmış kızgınlığın temel nedeni yaşamazlıktır. İyi yaşamakta olduğuna kendini inandırmış olan biri, yaşamını biçimsel etkinliklerle dolduruyor ve ilişkisizliğini bu şekilde ödünlüyorsa, oluşan vakumun depresyon yoluyla ifade bulması kaçınılmaz oluyor.
Her egonun bir benliği, her benliğinde bir kimliği vardır. Kimlik, bir insanın normlarını, değerlerini, seçimlerini içerir ve egonun dünya içindeki tavrı ve konumu bu doğrultuda şekillenir. Davranışları yönlendirecek referans noktalarının netliği bozulduğunda kimlik algılaması da bulanıklaşır. Bu durumun zemininde çoğu zaman özerk bir varlık olmayı öğrenememiş olma bulunur. En ciddi tehlike de bu durumun insanın dünyasına “yabancılaşma”sına dönüşmesidir. Bazen insanın canına kıymaya kadar götürebilen katlanılması zor bir duygu…
“Ne var ki, ideallerin, inançların, ideolojilerin tutsağı olup kendimizi içtenlikle ortaya koymaktan sürekli kaçınıyoruz.”
Kendini tanımak dıştan içe sessiz bir yolculuktur, anlatılması ve paylaşılması zor, bazen sadece kokusu alınabilir. Akmakta olan bir ırmağın, aynı zamanda kaynağına doğru yolculuk edebilmesini çağrıştıran bir süreç, kaynağa ulaşılmasa da yolculuğun kendisine değer.
Bireyler nasıl kişisel tarihlerini kabullenmedikçe huzur bulamıyorlarsa, toplumlarda ortaklaşa mutabık olabildikleri bir tarihi paylaşmadıkça kargaşadan arınamayabilirler.
Ebeveynin, çocukların iç dünyalarını gerçekten tanıyabilmeleri, bizimki gibi bir toplum yapısında gerçekten zor. Çünkü çocuklar, kendi duyguları, düşünceleri ve düşlerinden çok, ebeveynin davranışlarına ve beklentilerine verdikleri tepkilerle değerlendiriliyorlar.
Bence,insanların bize siyah görünen yanlarına direnip beyaz yanlarıyla ilişki kurabilmenin mümkün olup olmayacağı,bizim kendi dünyamızla doğrudan iniltilidir.Çünkü bize ikiyüzlü görünen davranışa baş edebilmek için kendi kızgınlık dağarımızın da hafiflemiş olması gerekiyor.
Depresyonun değişmez belirtisi karamsarlıktır. Yalnızca bunu göz önünde bulundurduğumuzda, depresyon olgusunun toplumumuzda ne denli yaygın olduğu anlaşılabilir.
Kendimizi algılamaya odaklanmak, başkalarının yaşadıklarına duyarsız kalma anlamına gelmez. İnsan kendi yaşadıklarını algılayabildiğinde karşısındaki insanın yaşadıklarını daha açık hissedebilir.
İlişki içinde karşı tarafı değerlendirmeye çalışıp ona göre tepki vermekle sınırlanmış bir beraberlikte, kendi içimizde olanları algılayıp kendimizi olduğumuz gibi ortaya koyabilmemiz zaten mümkün değil.
“Denenmemişin korkusundan ötürü, bizim için zararlı olduğunu bile bile, bilinene tutunmak. “
“Bazıları mesleğimin dert dinleme olduğu sanısındalar.”
“Şimdinin zengin yaşantıları tehdit olarak algılandığından, geçmiş ya da gelecek şimdiye davet edilir. Bir şeyler sürekli düzene konmaya çabalanır, çevreden şikâyet edilir ve böylece çerçöple doldurulan şimdi geçiştirilir.”
“Pek çok çocuk farkında olmadan zaten ebeveyninin duygusal yükünü çekmek zorunda ve geleceğin ‘yaşlı gençleri’ olmaya aday.”
“Gerçekten o da ülkenin yükünü üzerinde hissediyor muydu?”
Pek çok çocuk farkında olmadan zaten ebeveyninin duygusal yükünü çekmek zorunda ve geleceğin yaşlı gençleri olmaya aday.
İnsanın kendi içindeki kargaşanın dış dünyadaki kargaşadan daha ürkütücü olduğu gerçeği hala geçerliliğini korumakta.
Süreçlerin en temel özelliği kestirilemezlikleridir. Bu nedenle gelecek bilimcilerin tahminlerini ciddiye almıyorum.
Biri bize olumsuz bir davranışta bulunduğunda duygusal dünyamızda inciniriz, ama kültürümüzde incindiğini kabul etmek küçük düşürücü bir durum olarak değerlendirildiğinden, incitilmiş olma duygusu bastırılır ve yüzeyde yaşanan şey kızgınlık ve yargılama olur, çoğu zaman alınganlık görünümünde. Küsmeyi seven bir toplumuz. Her vesileyle küsmeyi huy haline getirmiş insanlarımız bile var. Oysa küsmek yoğun bir ilişki sürdürme biçimidir. Çoğu zaman, küsülen insan dost kabul edilenlerden daha sık hatırlanır.
Ulvi duyguların dış dünyadan ithal edilebileceğine inanmıyorum. Değersizlik ve eziklik duyguları yaşayanların da bu tür duyguları, iktidar ve varlık sahibi olmakla telafi edilemiyor. Kendilerini kendileri olarak kabul edebilmekten uzak olduklarından. Sınıf atlamak için debelenmek de ters tepen bir çaba.
Kişisel algılarıma göre, yaklaşık son yirmi yıldır zihinlerimize ulaşan uyaran sayısı hızlanarak arttı. Bunların bir bölümü ülkemizdeki toplumsal ve politik olaylara ilişkin; ama beslenme konusundaki çeşitli, bazen de çelişkili bilgiler örneğinde olduğu gibi, insanlar artık neyin kendileri için doğru olduğunu kavrayamaz oldular. Beynin değerlendirebileceği uyaran sayısı sınırlı olduğuna göre, toplumumuzun belleği yok tarzındaki yorumların ne denli hakça olduğunu bilemiyorum, çünkü ülkemizde olup bitenlerin hızı başdöndürücü ve çoğu kavranması zor durumlar. Kaldı ki gelir dağılımının iyice bozulduğu ülkemizde toplumun büyük çoğunluğu için, günlük gaileler, geçim sıkıntısı ve kişisel psikolojik sorunlar öncelikli olma durumunda. Bir de toplumda olup bitenleri ve siyasi çalkantıları kaldıracak güçleri, üstelik pek çoğunun yeterli formasyonları da yok. Sonuç, toplumun tamamı için söylenemese de Bekir Coşkunun tanımlamasıyla, sessiz, tepkisiz, kaderci ve ezik kitlelerin oluşmasına da yol açıyor.
Ulus olarak bizler zaten tehdit altında güdülen varlıklarız. Dibe vurmaya az kala dayanışmaya geçip silkiniveririz.
Özerkliğini yeterince öğrenememiş insanlar yapacakları şeyleri kendileri için değil, kim olduğu belli olmayan birileri için yaparcasına gerçekleştirirler. Ögrenci dersini, bir şeyler öğrenmenin ve meraklarını gidermenin doyumunu yaşamak için değil, sınıfta kalmamak için çalışır. Dolayısıyla sınav hazırlığı genellikle son saatlere bırakılır. Ev misafir geleceği zaman temizlenir ve toplanır. Evden zamanında çıkılamadığı için her yere telaşla yetişilir.
Her türlü otoriteden huylanan, karşı çıkan insanlar tanıdım. Otorite konumunda olduklarında, kendileri de en az karşı çıktıkları otoriteler kadar katı ve eleştireldiler ve bunun farkında değillerdi. Dolayısıyla bu durum, bazı insanlar, otorite figürlerinde kendi yansımalarını gördükleri için mi onlara bu kadar karşı çıkıyorlar sorusunu da akla getiriyor.
İlişki içinde karşı tarafı değerlendirmeye çalışıp ona göre tepki vermekle sınırlanmış bir beraberlikte, kendi içimizde olanları algılayıp kendimizi olduğumuz gibi ortaya koyabilmemiz zaten mümkün değil.
Kendimizi algılamaya odaklanmak, başkalarının yaşadıklarına duyarsız kalma anlamına gelmez.
İnsanlar, farkında olarak ya da olmayarak, birtakım beklentilerle birbirlerine yaklaşıyorlar. Biri diğerinden, diğeri de ondan kendisini yaşatmasını beklerken, ilişki olduğuna inandıkları bu durumun içinde kilitlenip beraberliklerini tüketiyorlar.
Sözlükte otoritenin karşığı velayet olarak verilmiş. Kişisel yorumuma göre bu, bir insanın ya da bir toplumun sorumluluğunu, onun çıkarlarını gözetmek üzere görevlendirilmek anlamına geliyor. Bu da velayeti üstlenilen kişilerin, üstlenen kişilerin şeyleri olamayacağı demek. Kurumlarımızdaki hiyerarşik ilişkilerde müdürüm, bakanım gibi m harfi ile sonlanmak zorunda olan hitap tarzlarını hatırladığımızda, ülkemizde bunun pek de öyle yaşanmadığı anlaşılabiliyor. Hiyerarşik skalada üstte olana onun mülkü olduğu kabulüyle hitap edilmesinden ya da üstte olanın altta olanı mülkü olarak tanımlamasından söz ediyorum.
Kendimizi kimlere göre ben nerdeyim rüşvetine göre algılayacağımıza, bana göre kimler nerede yi dikkate alarak düzenlemek benmerkezcilik değil, benliğimize sahip çıkabilmektir.
Annesi ona gülümsediğinde küçük bebek de annesine gülümser. Her ne kadar anne, bebeğin kendi gülümsemesine karşılık verdiğini fark edemeyip, bebeğin kendiliğinden gülümsediği yanılgısını yaşasa da. Çoğumuz için sadece karşılık verme niteliğindeki bu gülümseme ilk performansımızdır.
Özerkliği yeterince öğrenememiş insanlar yapacakları şeyleri kendileri için değil, kim olduğu belli olmayan birileri için yaparcasına gerçekleştirirler.
Özerk olmayı öğrenememiş olmanın başlıca belirtileri, karar verememe ya da verilen kararla ilgili şüpheye düşme ve kendini ortaya koymaktan utanmaktır.
insanın kendi içindeki kargaşanın dış dünyadaki kargaşadan daha ürkütücü olduğu gerçeği hâlâ geçerliğini korumakta
Klasik psikanalizin ilk döneminde, yani geçen yüzyılın ilk yarısında, psikiyatri tamamen bireye odaklanmış, hatta topluma uyum ruh sağlığının temel ölçülerinden biri olarak değerlendirilmişti. İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’da yaşananlardan sonra toplumların da hastalanabileceği fark edildiğinde, normal kavramının yeniden değerlendirilmesi gereği ortaya çıkmıştı. Aradan geçen zaman içinde, normalliğin durum değil süreç olduğu şeklinde görüşler oluştu, daha yakın zamanlarda ise normal sözcüğü kendiliğinden tedavülden çekildi. Artık hepimiz günün deyimiyle arıza yız çeşitli şekillerde.
Ulus olarak bizler zaten tehdit altında güdülenen varlıklarız. Dibe vurmaya az kala dayanışmaya geçip silkiniveririz.
Başkalarını bilen bilgi edinir, kendini bilem aydınlanır.
Bu dünyaya verilen zararların yarısı kendini önemli hissetmek isteyen insanların eseridir.
Kendini tanımak “dıştan içe” sessiz bir yolculuktur, anlatılması ve paylaşılması zor, bazen sadece kokusu alınabilir. Akmakta olan bir ırmağın, aynı zamanda kaynağına yolculuk edebilmesini çağrıştıran bir süreç, kaynağa ulaşılamasa da yolculuğun kendisine değer.
Bana göre hayat sınırsız bir oyunlar dizisi ve bu oyunların hepsini oynayacak zamanımız yok. Onu değerli kılan da bu.
Başkalarını bilen bilgi edinir, kendini bilen aydınlanır.
Bu dünyaya verilen zararların yarısı kendini önemli hissetmek isteyen insanların eseridir.
Çünkü geçmiş yeniyi anlamamızı engeller
Kendimize karşı işlediğimiz suçlara “varoluş suçluluğu” denir ve vicdanımızdan kaynaklanan suçluluktan farklı bir olgudur.
Yaşantılarımıza farkındalık kazanmak, belli bir düşünce tarzını öğrenmekle, yani bazı alıntı inanç ve fikirlerle gerçekleştirilemez. Bunlar sadece bilgidir, oysa ortada yaşayan bir şeyler olmalıdır.
Şimdinin otantik yaşantısı genellikle şartlanmalarımızla çeliştiğinden, insana ürkütücü gelir. Şimdinin zengin yaşantıları tehdit olarak algılandığından, geçmiş ya da gelecek şimdiye davet edilir.
Keşke şimdinin yaşanmakta olması, geçmiş ve onun şartlanmalarından tümüyle özgür olabilseydi! Çünkü geçmiş yeniyi anlamamızı engeller. Şimdi bağımsız bir andır ve aslında insanın tek rehberidir, ama çoğumuz buna izin vermiyoruz.
Ebeveynin, çocuklarının iç dünyalarını gerçekten tanıyabilmeleri, bizimki gibi bir toplum yapısında oldukça zor. Çünkü çocuklar, kendi duyguları, düşünceleri ve düşlerinden çok, ebeveynin davranışlarına ve beklentilerine verdikleri tepkilerle değerlendiriliyorlar.
Bana göre hayat sınırsız bir oyunlar dizisi ve bu oyunların hepsini oynayacak zamanımız yok. Onu değerli kılan da bu. Son bir söz. Kendini tanımak dıştan içe sessiz bir yolculuktur, anlatılması ve paylaşılması zor, bazen sadece kokusu alınabilir. Akmakta olan bir ırmağın, aynı zamanda kaynağına doğru yolculuk edebilmesini çağrıştıran bir süreç, kaynağa ulaşılamasa da yolculuğun kendisine değer. Hoşça kalın!
Hayatın anlamı nedir ve nasıl tartışılır bilmiyorum, ilgilendirmiyor da. Yaşanılan an ve yaşanmak üzere olan andan öte bir anlam olduğuna da inanmıyorum. Hayatı ciddiye almak ya da almamakla ilgili tartışmalarda neyin kastedildiğini anlamıyorum, ama hayatın ve yaşıyor olmanın değerinin farkındayım. Akışının önüne çıkan engellerle savaşmayı içerdiğinin de. Şöyle ya da böyle yaşanmalı diye ölçülerin olamayacağını öğreneli çok zaman oldu.
İnsanlar kendileriyle ve dünyalarıyla ilgili geçmiş zamanlara oranla çok daha fazla, hatta bazen pervasızca konuşuyorlar ve bunu yaparken kendilerine ve çevrelerine karşı dürüst olduklarına gerçekten de inanıyorlar, ama gerçeğin öyle olup olmadığı tartışılabilir. Çünkü insanların kendi yaşantılarıyla ilgili dile getirdikleri şeyler daha çok bilgilendirme niteliği taşıyor. Hatta bazen bu konuşmalar asıl yaşananları farkında olmaksızın maskelemekte bile olabilir. Bir insanı tanımak, bir süreç içinde, beden dili de dahil, verdiği duygusal tepkilerle başlar ve o insanla ilişkimiz olduğu sürece tanımaya çalışmayı sürdürerek devam eder. Bir insanla ilgili ilk izlenimimizde kendi kişiliğimizden bazı şeylerin yansıtılmasının pay olasılığı yüksektir, ilk anda edinilen sonra da üstü örtülen bazı sezgisel ipuçları dışında.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir