Server Tanilli kitaplarından Yüzyılların Gerçeği ve Mirası kitap alıntıları sizlerle…
Yüzyılların Gerçeği ve Mirası Kitap Alıntıları
İnsanı, insan kendi elleriyle yaratmıştır .
Ne diyordu Herodotos?
“Mısır, Nil’in bir armağanıdır.”
Ölümsüzlüğük yalnız tanrılara özgü olduğu için boş bir şeyin arkasından gittiğini söyler ona; geri dönüp yaşamdan zevk almasını öğütler. (Gılgamış)
Kutsal Kitap, “Başlangıçta kelâm vardı” diyor, yanlış; doğrusu, Goethe’nin söylediğidir: “ Başlangıçta eylem vardı.”
İnsanı, insan kendi elleriyle yaratmıştır!
Çinliler bugün bile yukarıdan aşağıya yazıyorlarsa, eskiden daracık tahta parçalarına yazı yazmış olmalarından ileri geliyor bu.
Her çağda, ezenler bir gün mutlaka batmaya mahkum bir toplum yapısını zorla sürdürmeye çalışırken, ezilenler daha güzel, daha insanca bir dünyanın savunmasını üstlenmişlerdir.
İnsan tarihin eseridir ama insanoğlu kendi tarihini de kendi yapmaktadır.
Sınıflı toplumlarda, özellikle kapitalist toplumda, egemen sınıflar tarihsel geçmişi tahrif etmek, yanlış bilinç uyandırmak, giderek yanlış bir tarih bilinci geliştirmek isterler. Yığınların üzerinde sömürünün sürmesi için şarttır bu onlara göre.
İşte, tarihçinin bir görevi de ”yanlış ” bir tarih bilincinin yerine ”doğru ” bir tarih bilincinin oluşması için mücadele etmektir.
İşte tarih bilinci, ”geçmiş ”, ”şimdiki zaman ” ve ”gelecek ” arasındaki diyalektik birliği kurmak ve ”geçmişi ”, ”şimdiki zaman ” ve ”gelecek zaman ” bütünlüğünde değerlendirmektir.
Bütün bu mücadeleler olur, yüzyıllara akıp gider, bir toplum yapısından bir başka toplum yapısına geçilirken, bir yapı aşılmış da olsa, ondan, gelecek yüzyıllara bir ”kültür mirası ” kalır; edebiyattan sanata, felsefeden müziğe değin canlı, diri, soylu bir şey. İnsanlığın ”ortak hazinesine ” kaydolur bu miras.
Tarihçinin bir görevi de işte bu mirası saptamaktır.
Ve her çağda, ezenler bir gün mutlaka batmaya mahkum bir toplum yapısını zorla sürdürmeye çalışırken, ezilenler daha güzel, daha insanca bir dünyanın savunmasını üstlenmişlerdir.
İnsanlık, özellikle sınıfsız bir toplum yapısından sınıflı bir toplum yapısına geçtikten sonra, geçmiş, yüzyılımıza değin birbirinden farklı gerçekleri sergileyip durmuş. Bu gerçek, aslında bir ”sömürüyü ” dile getirir. Bu sömürü, çeşitli sınıflar arasında olmuş; yüzyıllar, farklı iktisadi ve sosyal yapılar içinde mücadelenin taraflarını değiştirmiştir sadece.
Tarihi yapan cihangir komutanlar değil, üretim araçları mülkiyetinden doğan sınıflar mücadelesidir.
Üretim araçlarını kişiler, gruplar, sınıflar elde tuttuğunda ya da denetlediğinde, toplumsal yapıda ”sömürü ” diye bir şey söz konusudur; o zaman da sınıflar arasında bir mücadele vardır. İşte tarihte, üretim biçimine göre beliren mülkiyet biçimleri, üretim araçları sahipliği ”sınıf mücadelesini ” ortaya çıkarır.
İnsanın yaşaması için gerekli olan maddi nesneleri, üretici güçler, üretim araçları üretir. Üretim ilişkilerinin durumuna göre, üretim araçlarının -ki topraktan fabrikaya değin her şey üretim aracıdır- kimin elinde olduğu önem kazanır.
Tarihsel materyalizme göre, tarihin itici gücü şu zincirleme doğrultudadır: Tarih insanların eseridir; insanların iradesi tarihi yapan eylemi ortaya çıkarır ve belirler; bu irade onların düşüncelerinin dile gelişidir; bu düşünceler onların içinde yaşadıkları sosyal koşulların yansımasıdır; toplumdaki sınıfları ve bu sınıfların mücadelesini belirleyen bu sosyal koşullardır; bizzat sınıfları ortaya çıkaran ve onları belirleyense iktisadi koşullardır.
Tarihi yapan insandır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Burjuva ideolojisinin sınırları içinde, tarihin ”bitmiş ” bir olaylar yığını olmayıp bir ”süreçler bütünü ” olduğu, yalnızca akla uygun gelişmelerin değil, irrasyonel gelişmelerin de adına ”tarih ” denen çelişkili ilerleme içinde düşünülmesi gerektiği anlayışı, doruk noktasına Hegel’de ulaşmıştır.
Rönesans’ın tarih anlayışı ”insanı ” merkez edinmesiyle Hıristiyanlığın tarih görüşünden ayrılıyordu. Ne var ki, ilkçağı örnek alarak ileriye sürülen ”yenidendoğuş ” düşüncesi, tarih anlayışına bir ilerleme, bir gelişme ufku kazandırmaya yetmedi. İnsanlık, bu ufku görebilmek için, Avrupa’da 18. yüzyılın ortalarına, burjuvazi iktidara adaylığını koyacak güce erişinceye değin beklemek zorundaydı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hristiyanlığın tarih anlayışının merkezinde ”Tanrı ” vardı; insan ne denli uğraşırsa uğraşsın, tarih, daha önceden Tanrı’nın belirlediği bir çizgi üzerinde sürüp gidecektir. Bu çizgi üstünde ortaya çıkacak olaylar, ilk günahtan, yani Adem ile Havva’nın Tanrı’ya karşı işledikleri günahtan kıyamet gününe değin önceden planlanmıştır. Hristiyanlığın tarih anlayışı Aristoteles’in tarih anlayışından -Tanrıca belirlenmiş de olsa- olayların yasallığı noktasında ayrılıyordu. Kuşkusuz, ileriye doğru atılmış bir adımdı bu; ancak, akla da karşı çıkıyordu: Çünkü tarih, Tanrıca belirlenmiş akışı içinde insan aklının kavrayamayacağı bir şeydi.
Tarih, başlarda bir öyküdür; daha sonra, geçmişten ders çıkarmak için girişilen bir uğraş olur. Tarihçi, tarihi yarattığına inandığı kişileri, ”kahramanları ” örnek tutarak, gelecek kuşaklara bir şeyler öğretmek ister; bir erdem dersi verir giderek.
Bu göçlerden sonuncusu Latinlerin göçüdür: Gün gelip bütün Akdeniz dünyasını birleştirecek Roma uygarlığını işte bu Latinler kurmuşlardır.
Gerçekten, İ.Ö. 2. bin yıl süresince birbiri arkasından süren halk dalgaları, Sibirya’dan İrlanda’ya değin çok geniş bir alana yayıldılar: Aryenler Hindistan’a, Medlerle Persler İran’a, Hititler Anadolu’ya, Hellenler Yunanistan’a, İtalikler İtalya’ya gittiler.
Madenler Çağı, insanlık tarihinde, halkların en büyük yayılış hareketlerinden birine de tanık olmuştur: Hint-Avrupalıların yayılışı.
Hint-Avrupalılar deyince, Latince, Yunanca, Sanskritçe gibi birbirine pek yakın dilleri konuşan halklar anlaşılıyor; bütün bu diller tek bir dilden kopup gelmişlerdir.
Özel mülkiyetin ortaya çıkışından sonraysa, tarımcı topluluklarda bütün işlerin yönetimi, gerçekte, ileri gelenlerin eline geçmeye başladı. Yavaş yavaş zengin ve nüfuzlu kimseler, topluluğun ileri güçlerini de ellerine geçirdiler; ve onları topluluğun yararından çok, kendi kişisel amaçları için, yeni zenginliklere el koymak ve en başta yeni köleler, yani maddi değer üreticilerini ele geçirmek için kullanmaya başladılar. Efendiler ancak sürekli bir baskı örgütünün varlığıyla köleleri ve toplumun özgür üyelerini ellerinde tutabilir ve onları kendi yararlarına, kendi zenginliklerini arttırmaya ve bitip tükenmez açgözlülüklerini doyurmaya zorlayabilirlerdi.
Giderek, devlet haline geldi bu baskı örgütü.
Özel mülkiyetin gelişiyle birlikte, ailenin malları, miras yoluyla, ana-babadan çocuklara geçiyor; bu da topluluğun eskiden eşit olan üyeleri arasında servet eşitsizliğini derinleştiriyordu.
Ölümü kendi kendilerine açıklayamayan insanlar, ölüm karşısında boş inançlardan gelme bir korku duyuyorlardı; bu duygu, yaşarken topluluğun sıradan üyelerinin kendilerinden korkmuş oldukları büyük savaşçılar, şefler gibi ölülerin kişiliği üzerine aktarıldı. Yığının hayal gücü, bu kişilerin bedenlerine, giderek imgelerine bile doğaüstü bir güç yükledi. Daha sonra, ölülerin ruhlarının oturdukları bir öteki dünya düşüncesi çıktı ortaya. Doğaüstü güçlerin kayralarını kazanma isteği, tanrılara sunulan kurbanlarla, armağanlarla dile getirildi.
Görünmez ruhlar, büyücülüğü de doğuracaktı elbette.
Büyü, aslında insanın ruhları yardıma çağırma gücüne bir inançken, fetişizm, büsbütün farklı bir din biçimiydi. Fetişizm, maddi nesnelere doğaüstü bir güç yakıştırmaktı. İnsan üzerinde bir etkiye sahip sanılıyordu bu nesneler; öyle olunca da tapmak gerekiyordu onlara.
Dinin en yaygın biçimlerinden biri ”’canlıcılık ” diye çevirebileceğimiz animizmdi, yani maddi olmayan doğaüstü bir iktidara ve yetiye sahip güçlere, iyi ve kötü ruhlara, şeytanlara inanmaktı.
Klanın atalarını ve koruyucu ruhlarını bazı hayvanlarda görme olayı, totemizm adını aldı. İnsanlar yalnızca hayvanları değil, otları, ağaçları da totem, yani klanların ataları ve koruyucuları olarak görmeye başladılar daha sonra.
İnsanın ilk dini budur.
Arkeolojik araştırmaların kanıtladığı gibi, dinsel betimlemeler ancak 40 ya da 50 bin yıldan beri vardır. İnsan, çok kez yırtıcı hayvanların kaba gücüne karşı koyamadığı ve kendi yaşamı avdaki talihine bağlı olduğu için, yabanıl hayvanlara olağanüstü nitelikler yakıştırmaya koyuldu. Hayvanlarla kendisinin ortak atalardan geldiğini, hayvanın etini ve derisini feda ederek, kendisini yaşattığını düşünüyordu.
Sel basmaları, yanardağ püskürmeleri, orman yangınları, kuraklıklar, açlıklar, bütün bu afetlerin kendisini yakaladığı anda, bu güçsüzlük, doğanın yasaları hakkındaki zayıf bilgisi, kendi kavrayışının dışında, gerçeksiz, imgesel güçlerin doğa olaylarını yönettiğini düşünmeye götürüyordu onu. Bunun sonucu ortaya çıkan dinsel düşünceler bu güçsüzlük duygusundan ileri geliyordu; ve zihinde, insanlığın yaşamını düzenleyen gerçek olayların bozulmuş, yanlış ve imgesel bir yansısını oluşturuyordu.
M.Ö. 12. yüzyıla doğrudur ki, demir ortaya çıkar.
Taş Çağı kesinlikle sona ermiştir.
Bütün bu gelişmeler her yerde aynı anda olmuş değildir kuşkusuz. Çeşitli halklar birbirinden farklı tarihlerde yaşadılar bu dönemleri. Bugün hala o çağları yaşayan topluluklar görüyoruz.
İlk üretilen ve kullanılan maden bakır olur. Ortadoğu’da daha M.Ö. 4. bin yıldan başlayarak buluyoruz onu; başka yerlerde biraz daha gecikerek oluyor bu. Daha sonraları kalayla da karıştırılıp bakırdan daha sağlam olan tunç elde ediliyor.
Ne var ki, ırklar dediğimiz -Europoid, Negroid, Mongoloid- çeşitli tiplerdir sadece. Yalnızca dış görünüş, giderek ikinci derecede niteliklere ayrılmaktadır birbirlerinden: Cildin rengi, gözlerin, saçların biçimi gibi Yoksa beynin büyüklüğü, ellerin durumu, düşünce ve bedensel yetenekler hepsinde aynı.
Hiçbir ırkın ötekinden farklılığı yok, üstünlüğü de.
Ne var ki, tarihin başlangıcında, insanlığın çok kapalı küçük topluluklara bölünmüş olması yüzünden, her grubun dili, temelinde, bağımsız bir gelişme izlemiş ve bir grubun dili öteki grubun dilinden ayrı olmuştur.
Çeşitli dillerin varlığı buradan geliyor.
Topluluk üyelerinin çalışma için bir araya gelmesi, bireyin düşüncesinde ve bilincinde, kendisini toplulukla aynı ve bir tutmaya, topluluğun gereksinmelerine boyun eğmeye ve kendisini sadece topluluğun bir üyesi saymaya götürüyordu. Ve bu ortaklaşa çalışma yüzündendir ki, insanlar birbirleriyle ilişki kurmak, giderek aralarında konuşmak gereksinmesini duydular.
Özetle, Eskitaş Çağı’nın sonlarına doğru, insan topluluğu ilk sürüsel yapısını yitirmiştir; üretici güçler geliştikçe ve işbölümü arttıkça ilkel sürü, daha gelişmiş bir sosyal örgütlenmeye bırakmıştır yerini.
Biyolojik olarak, bugünkü insan tipi de doğmuştur; Homo Sapiens yani.
”İlkel sürü ” den ”klan ” a geçiş, üç doğrultuda olur: Önce, ortak üretimin artması, daha küçük gruplarda birleşmeye götürür insanları. Bu gruplar, asıl sürüden çıkmışlardır ve onunla iktisadi ilişkilerini sürdürürler yine de.
Yamyamlık da görülür zaman zaman. Ne var ki, yüzyıllar ilerledikçe, topluluğa bir düzen gelir ve üretimdeki kazanımlar arttığı ölçüde, hayvansal içgüdüler de zayıflar.
Eskitaş Çağı’nın başlarında ilkel sürü halinde yaşar insanlar. Az kişiden oluşan, hayli dayanıksız bir toplumdur bu. İnsanlar, bir sürüden ötekine geçer dururlar. Erkek ya da kadın, bir güdücü vardır başlarında. Ve cinsel karışıklıktır sürüye egemen olan.
Buzulların ilerlemesi, doğaya karşı verilen mücadeleyi daha da yoğunlaştırıyordu.
Ama bütün bu çetin koşulların üstesinden gelmeyi başardı insanoğlu.
Nasıl?
Önce, alet yapabildiği için; sonra da daha başlardan itibaren topluca hareket ettiği için.
Kutsal Kitap, ”Başlangıçta kelam vardı ” diyor, yanlış; doğrusu, Goethe’nin söylediğidir: ”Başlangıçta eylem vardı ”.
İnsanı, insan kendi elleriyle yaratmıştır!
Onlar, insanı hayvanları aleminden ayıran şeyin, insanın kendi eliyle yaptığı iş araçlarının yardımıyla gerçekleştirdiği toplumsal çalışma olduğunu saptamışlardır.
Atalarımız içinde, bize en yakın insan, Neanderthal oldu. Kalıntıları, 1856 yılında Almanya’da, Düseldorf yakınlarında bu adı taşıyan vadide bulunduğu için ”Neanderthal ” insanı diye adlandırılan bu insan tipi, Eski Dünya’da yaşıyordu. Onun kalıntılarına Cava’da, Afrika’da, Ortadoğu’da ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde rastlıyoruz. Homo Sapiens, yani bugünkü insan, az çok farklılaşarak, işte bu ”Neanderthal ” insandan geliyor.
Australopithecus’un doğrudan atamız ya da insanın oluşumunda bir ”yan dal ” olup olmadığı sorunu bugün de çözüme bağlanmış değil. Ancak, gerçek olan şu ki, insan, işte böyle insan benzeri bir maymundan geliyor.
Kutsal Kitap’taki bir mitostan geliyordu bu yanılgı: Ona göre, insanı Tanrı ”kendi suretinde ” yaratmıştı. 19. yüzyılda Darwin, bu kurama karşı, insanın çok gelişmiş -insan benzeri- bir maymun türünden geldiğini ileri sürdü. Daha sonraki buluşlar bu düşünceyi doğruladı ve anlaşıldı ki, Üçüncü Zaman’ın sonlarında ya da Dördüncü Zaman’ın başlarında, gerçekten insan benzeri maymunlar yaşamıştı dünyamızda.
İnsanlık, doğuşundan bu yana, genellikle kesintisiz bir oluşumu yaşamıştır. Kendisini, geçmişte olduğu gibi, her adımda aşarak, sonsuz, ama daha güzel bir geleceğe doğru akıp gidecek olan bir oluşumdur bu.
Tarih, işte bu oluşumun öyküsüdür.
Türkiye’de bilmediğimiz şeylerden biri tarihtir; kendi tarihimizi bilmeyiz, ayrılmaz bir parçası olduğumuz insanlığın tarihini ise hiç bilmeyiz; bildiklerimiz, derme çatma şeylerdir ya da. Egemen ideoloji, kitlelere yanlış bir tarih bilincini aşılamak için, her iki konuda da olanca çarpıtmayı yapmış, gözler önüne bir ”duman perdesi ” çekmiştir.
İnsanlık, mağara döneminden bu yana, sürekli bir ilerleme içinde evrilmiştir ve bu ilerleme, daha güzel bir dünyanın kuruluşu adına, geleceğe doğru uzanmaktadır. Bütün bu süreç, geçmişten bugüne, ilerici, demokrat ve devrimci güçlerin eseri olmuştur ve yarınların güzel dünyasını da o güçler kurtaracaktır gene.
Gericiliğin göremediği budur.
Ya da korktuğu!
Ne var ki, Miletos Okulu’nun materyalist ilkelerinin parlak gelişimi, yenilmiş ve iktidardan uzaklaştırılmış soyluların muhalefetiyle karşılaştı. Bu muhalefet, idealist (düşünceci) felsefede buluyordu anlatımını; gitgide yükselen halk hareketine ve demokratik rejime karşı çıkan gerici soyluların gizli derneklerinde doğmuştu bu felsefe.
M.Ö. 6. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Pythagoras, bu idealist felsefenin babasıdır. Samos Adası’nda, tiran Polykrates’i iktidara getiren halk hareketinin zaferinden sonra oradan kaçan Pythagoras, İtalya’nın güneyindeki bir koloni olan Kroton soylularının yanına sığındı. Ancak, Kroton’da da halk başkaldırıp aristokratik rejimin yerine köleci demokrasiyi geçirince, Pythagoras, çömezleri ve kendini izleyenlerle gizli bir dernek kurdu. Bütün Yunan dünyasına yayılan bu derneğin amacı, demokrasiye karşı amansız mücadele etmekti aslında.
Pythagoras’ın hiçbir eseri bize kadar ulaşamadı. Matematiğin gelişmesindeki hizmetleri tartışılmaz. Ancak kendisi ve özellikle kendisinden sonra gelen izleyicileri, Pythagorasçılar, idealist bir dünya görüşüne inandılar. Her şeyin ölçülebilir ve rakamla dile getirilebilir olduğu tezinden hareket ederek, sayıya evrenin tanrısal özü olarak baktılar. Birlik, iki, üç, yedi, on onlara göre dünyaya ahenk veren gizemli ve doğaüstü güçlerdi. Pythagorasçılar öğretilerini ancak aristokratların anlayabileceğine ve bu sınıfın halk kitlesi üzerinde egemenliğini sürdürmesine yardım etmeleri gerektiğine inanıyorlardı.
Materyalist ve idealist görüşler arasındaki bu mücadele, M.Ö. 6. yüzyılın sonlarıyla 5. yüzyılın başlarında yaşamış olan bir dâhinin, Efesli Herakleitos’un felsefe sisteminde de yankısını bulur.
Miletos Okulu’na bağlı (Thales’in) öğrenci ve izleyicileri, onun bilimsel ve felsefi öğretisini geliştirip derinleştirdiler. Anaksimenes’e göre, canlı olduğu gibi ölü doğada hava dan oluşmuştu. Havanın yoğunlaşması, katı ve sıvı cisimleri doğurmuştu; oysa ateş, bu yoğunluğun azalması sonucu ortaya çıkmıştır. Anaksimandros, sonsuz terimiyle anlattığı maddenin dünyanın temeli olduğunu söylüyordu. Canlı varlıkları doğuran buydu ona göre. İnsan, öteki hayvanlardan geliyor, derken de belli bir ölçüde, Darwin’in evrimci öğretisini haber veriyordu daha o zamandan.
Hali vakti yerinde bir tacir ailesinden gelen Thales, doğadaki ve yaşamdaki çeşitliliği, kendiliğinden akıp giden bir bütün olarak görüyordu; ona göre, var olan hiç de bir tanrının eseri olamazdı, kendiliğinden bir tek öğeden geliyordu bu: su dan! Bu yüzden de meteoroloji ve astronomiyle uğraştı ve M.Ö. 28 Mayıs 585 tarihinde güneş tutulmasını daha önce haber vermesiyle de büyük bir ün kazandı. Thales, doğa felsefesinin kurucusudur böylece.
İyonya’nın ilerlemiş siteleri, Doğu kültürünün mirasını en erken özümsediler. Bu miras, doğa olaylarını açıklamaya çabalayan bilimsel düşünceyi de içinde taşıyordu: Doğuda sınıflar mücadelesi, toplumun yönetici katlarının, rahiplerle soyluların kafalara soktukları inançlar karşısında eleştirici bir tutumun koşullarını yaratmıştı. Babil’de ve Mısır’da matematik, astronomi ve doğa bilimleri hatırı sayılır ilerlemeler kaydetmişti. İyonya’da, ticaret ilişkileri -kolonizasyon yoluyla- daha da güçlenmiş olan girişimci tacirler, doğuştan soyluların yerine iktidara geçince, düşüncenin cesur atılımı için uygun fırsat doğmuş oldu. İyonya’nın başta gelen kenti Miletos, ilk Yunan filozofu, kendiliğinden materyalist görüşün babası Thales’in (M.Ö. 600’e doğru) yurdu oldu.
Eski Yunanlılar, felsefenin ve bilimin gelişmesinde de büyük rol oynadılar. Yunanca bilgelik sevgisi anlamına gelen felsefe kelimesi de Hellas’ta doğdu.
Yunan dramında musiki, özellikle koronun söyleyişi ve oyuna aulos un eşliğiyle uygulanırdı. Kitara, asıl tapınak musikisinde kullanılırdi. Eski Yunan’da ses dizileri, pes ses ten tiz sese doğru, yani aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağı sıralanırdı. Euripides, Miletoslu Timotheos ve Midillili Phirnis, araştırıcılarca çağın başlıca musikişinasları olarak tanıtılır. Yunan musikisinin daha sonra ne olduğu konusunda güvenilir hiçbir kanıt yoktur.
Yunan tapınak dışı musikisinin simgesi olan çift borulu, sesi de zurnayı andıran aulos un daha eski örneklerine Asya’da rastlanmıştır. Bir telli çalgı olan kitara da Asya’dan gelmedir. Yunan musikisinde aulos şarap tanrısı Dionysos’un, kitara ise sanat tanrısı Apollon’un simgesidir.
Yunan musikisinin altın çağı diye anılan Homeros Çağı’n da bu çalgılar, kahramanlık şiirlerine eşlik için kullanılırdı. Daha sonra, Sappho’nun, Arkhilokhos’un, Anakreon’un şiirleri, hem edebiyat hem de musiki sanatı olarak gösterilir.
Aristophanes’in komedileri, kendisini doğuran folklorla yakınlığını sürdürür ve başka şeylerin yanı sıra savaşın bütün zulmüne uğramış köylülerin yaşam biçimi ile çıkarlarını yansıtırlar. Böylece eserlerinden bazıları (Barış, Atlılar) kentlilerin savaş hayranlığına karşı bir protestodur; tatlı bir halk diliyle yazılmış bu eserler, açık saçıklığı da taşırlar ve alabildiğine tuhaftırlar. Aristophanes’in piyesleri, eğlendirmeden daha fazla bir şey veriyordu seyircilerine: Isıran bir yergi kılığına bürünerek, büyük kültürel, sosyal ve siyasal sorunları ortaya atıyorlardı.
Sophokles’in çağdaşı olan Euripides (M.Ö. 480-406) alabildiğine çeşitli ve çarpıcı gerçek yaşamdan alır esinini. O da Sophokles gibi, konularını Eski Yunan efsanelerinden seçmiştir. Ancak onun kahramanları, pek özgürce yorumlanmıştır ve Perikles Çağı’ndaki Atina yaşamının çıkarlarını yaşarlar. Böylece Yakaran Kadınlar’ da, Atina’nın efsanevi kralı Theseus, demokrasinin yararları üstüne bir söylevde bulunur. Medea’ da şair, kadının temel hakları üstüne eğilir. Euripides’in bize kadar ulaşmış 18 trajedisi içinde, hep canlı gerçekliktir sahneye çıkarılan.
Sophokles (M.Ö. 496-406) yüzden fazla trajedi yazdı. Bunlardan yalnızca yedisi bütünüyle korunabilmiş durumda. En tanınmış olanları da Kral Oidipus ile Antigone. Trajedilerinin anateması, bireyle toplum arasındaki uzlaşmazlık, sosyal kanuna karşı çıkanın kaçınılmaz yok oluşudur. Artık, tanrılar değil, yaradılışları ve tutkularıyla insanlardır Sophokles’i ilgilendiren Dünyada sayısız büyük güç var, ama doğada insandan daha güçlü olan hiçbir şey yok, der Antigone’deki koro. Eserlerinde etten kemikten insanlar olarak canlandırılmış kişiler, binlerce seyircinin canlı ilgisini topladı durdu.
Aiskhylos’un eserlerinde ilk kez, hem erkek, hem kadın rollerini oynayan iki oyuncu çıkıyor sahneye. Aiskhylos’un zamanında, oyuncuların oyunları pek saymaca idi. Daha sonra Sophokles ile Euripides, bir üçüncü oyuncuyu soktular sahneye ve tiyatroyu daha gerçekçi hale getirdiler. Her ikisi de Atina Uygarlığı’nın her alanda büyük bir yükseliş, sosyal ve siyasal yaşamınsa gelişme içinde olduğu Perikles Çağı nda yaşadılar.
M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış üç büyük Yunan tragedya yazarı var: Aiskhylos, Sophokles ve Euripides. Bunların eserlerinden pek azı elimizde bulunuyor. Başka birçok yazarın eserlerindense, sadece dağınık parçalar kalabilmiş günümüze.
Aiskhylos (M.Ö.525-456) 90’a yakın trajedi yazdı; içlerinden yalnızca yedisi korunabilmiş durumda. Onlardan biri, Persler, Kserkses’in Hellas’a karşı seferini, özellikle Salamis Savaşı’nı canlandırıyor; bir başkası, Zincire Vurulmuş Prometheus, Prometheus mitosunu, Zeus’un elinden ateşi kaçırıp insanlara veren, bu yüzden de Kafkaslar da bir kayaya zincirlenen o gözüpek titanın öyküsünü anlatıyor. Orestea üçlüsü, Homeros’un kişilerini yaşatıyor. Oyundaki kanlı mücadelede Aiskhylos, insanlara egemen yazgıyı (Moira) ve tanrıların bile onun önünde nasıl güçsüz kaldıklarını gösteriyor. Yazgı (Moira), sosyal gelişmenin karşı konulmaz gücü hakkında henüz belirsiz bir düşünceyi dile getiriyor burada.
İlk trajedi şairleri, tek bir oyuncunun monologlarını ve koronun yanıtlarını yazıyorlardı. Daha sonra, bir başka biçim bulundu: Oyuncular arasında diyalog ortaya çıktı. Piyesler, hangi konuda olursa olsun, büyük bir çeşitlilik gösteren edebi bir içerik taşıyabiliyordu. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda, insanların özgürlüğü ve yazgısı, devletin ve yurttaşların görevleri, aşk, aile ödevi, kişisel mutluluk hakkı gibi çeşitli sorunları işleyen binlerce trajedi ve komedi görüyoruz.
Halkın yaşamı ve folklor, aynı zamanda, Hellen kültürünün bir başka türünü doğurdu: Tiyatro, dramatik eserler ortaya çıktı.
M.Ö. 6. yüzyılda Atina’da doğan tiyatro, şarap tanrısı Dionysos onuruna düzenlenen kırsal bayramlardan alıyor kaynağını. Bu şenliklerde oyunlar ve türküler, bu tanrının gelişini ve yazgısını dile getirir ve keçilerin (tragos) eşliğinde temsil edilirlerdi. Yunanlıların öteki dinsel törenlerinde de bulduğumuz totemizmden kalan izler bunlar.
Dionysos’un tutkularını dile getiren tragedya ları, yani teke türküleri” ni, keçi derilerine bürünmüş türkücüler oynardı; türküye hareketler, mimikler ve danslar da eşlik ederdi. Yavaş yavaş belli bir biçim aldi bu tragedyalar ; M.Ö. 7. yüz yılın ünlü şair ve türkücüsü Arion, dithyrambos adıyla kesinleştirdi onları. Bu dithyrambosta bir koryphe (birinci türkücü) ve ona yanıt veren bir koro görüyoruz. Bu diyaloglu eylem, tiyatro temsilinin ilk biçimiydi aslında. Daha sonra, M.Ö. 530 yılına doğru ilk dram yazarı Thespis, Yunancada hypokrit, yani yanıt veren anlamına gelen oyuncuyu soktu tiyatroya. Böylece, seyirciler önünde birçok oyuncunun oynadığı, tragedya adını alan yeni bir edebi tür çıktı ortaya. Koro da varlığını sürdürdü ve oyunun kişileri arasında tiyatroya katıldı.
Tiyatro, köy bayramlarında göründü önce; sonraları, daha sürekli ve örgütlü topluluklar, kentlerde gösteri sergilemeye başladılar. Bu gösteriler, kentte tahtadan peykeli barakalarda yapılırdı; daha sonra bir büyük binaya dönüştüler. M.Ö. 4. yüz yıldan başlayarak da taştan yapılmaya başlandı bu tiyatrolar. Çok kez, binlerce seyirciyi içine alacak kadar geniş, anıtsal eserlerdi bunlar. Bir tepenin yamacına dizilen yarım daire basamaklar, çevreden ortaya inen yollarla bölümlere ayrılırlardı.
Orphizm, soyluların dünya görüşünü temsil eden mitolojiye karşı, köylülerin ve kölelerin dünya anlayışını temsil etmektedir. Bundan dolayıdır ki, Orpheus dininin mitolojiyle taban tabana zıt öğeleri vardır. Örneğin mitolojiye göre, ölümden sonraki yaşam, dünyadaki yaşamın bir süregelişidir; Orphizm deyse, dünyada çile çekilir ve ancak ölümden sonra mutlu bir yaşama erişilir. Mitolojide ölümden sonraki yaşam bedenlidir; Orphizmdeyse, beden dünyada kalır ve yalnızca ruh öbür dün yada yaşamayı sürdürür. Mitolojide güçsüzlükten güçlülüğe doğru ve en üstte en güçlülerin bulunduğu bir sıradüzeni vardır; Orphizmdeyse tüm insanlar birbirine eşittir.
Orpheus dininde, sonradan Hıristiyanlığın alıp geliştireceği, ruhun öbür dünyadan düşerek bedendeki varlığı meydana getirmesi gibi temel dinsel öğeler de bulunmaktadır.
Orphizm, M.Ö. 8. yüzyılda oluşmuştur. Sir anlamına gelen Mysteria , Eski Yunanlıların hemen bütün dinsel yaşamlarını adlandırır aslında. Mysterialarda söz konusu olan, insanı tanrısal yetkinliğe yaklaştırmaktır; ta ki insan, tanrıların yapısındaki doğaüstü tözü kendine sindirebilsin ya da tanrısal sonsuzlukla kaynaşıp bunun içinde yok olabilsin. Bu eğilimin çağımızdaki adı mistizm dir, yani ruhun, insanlığı aşıp tam anlamıyla tanrılığa
yükselmesidir.
Herkesin katıldığı törenler, dinden, bir yaşam kuralı isteyen ve ölümden sonraki yaşamları için de bir güvence bekleyen baz müminleri tam anlamıyla doyurmuyordu.
Orphizm ile Mysteriaların başarısını buna bağlamak gerekir. Neydi bunlar?
Orphizm, kurucusu olan efsanevi bir kişiden, Orpheus’tan alıyor adını.
Yunan mitolojisinde çok içli bir öyküsü vardır onun: Şarkılarıyla bütün doğayı etkiler ve büyülermiş. Karısı Eurydike nin ölümüne dayanamamış, ölüler ülkesi Hades’e gidip onu geri vermelerini istemiş. Acıyıp vermişler gerçi, ancak, onunla beraber yeryüzüne çıkıncaya değin arkasına dönüp Eurydike’ye bakmamayı şart koşmuşlar. Ne var ki, bu koşulu yerine getirememiş Orpheus, dayanamayıp bakmış. Bakmış ve sevgilisini de kesin olarak yitirmiş böylece.
İnsanın doğa sırlarını araştırma isteğini simgeleyen bir öykü aslında.
Orpheus’un, giderek Orphizm’in söylediği şuydu: Ruh ölümsüzdür. Bedende hapsolmuş durumda bulunan ruh, ölümle bundan kurtulacak ve tanrılarca muhakeme edilecektir; büyük mutluluğa ise, bedenden bedene göçerek yaşayacağı birçok yaşam süresince erişecektir. Günahlarından arınarak ve ancak öteki dünyada.
Tanrılarla ilişki kurduklarına inanılan Orpheus rahipleri, büyüsel gizli yöntemlerle insanları mutluluğa ulaştırmaya çalışırlardı. Kendinden geçme, coşku ve sonunda Tanrı Dionysos’la birleşme, orphik gizemsel törenlerin amacıydı.
Çilecilik de bir öğe olarak beliriyordu. Aslında çilecilik geniş halk yığınlarının iktisadi ve sosyal
koşullar yüzünden çekmekte oldukları çileyi kurumlaştırıyordu. Acı çeken insan yığınları bu dinde, çektikleri acıyı ölümden sonraki mutlulukları için gerekli sayma, kendilerinin de bir gün mutlu olabileceklerine inanma, dayanışma bilinci edinme, gizemsel törenler sırasında kendilerinden geçerek çektikleri acıları ve yoksulluğu unutma yoluyla, dünyadaki yaşamlarında en büyük avuntuyu bulmaya çalışıyorlardı. Özellikle köleler, ruhlarının, efendilerine ait bulunan ve bu yüzden bir ömür boyu acı çeken bedenlerinden çıkıp rahat edeceği ve özgürleşeceği ânı sabırsızlıkla beklemişlerdir.
Atina’da, Attika köylülerinin büyük sevinçle kutladığı köy Dionysialarından başka, bütün sitenin katıldığı bayramlar vardı: Bunların en önemlileri, Büyük Dionysialarla Panathenaialar idi.
Büyük Dionysialar kutlandığında, dram yazarları arasında önemli yarışmalar yapılırdı. Yunan tiyatrosunun şaheserleri işte bu vesileyle yaratıldılar.
Tanrıça Athena onuruna yapılan Büyük Panathenaialar her dört yılda bir, temmuz ayında kutlanırdı. Tam bir hafta müzik ve şarkı yarışmaları, at yarışları, spor hareketleri, on kabilenin şampiyonlarının çekiştiği bayrak yarışları yapılırdı.
Bayram, bir ayin alayıyla biterdi.
Alay, bütün kenti dolaşır ve kutsal yolla Propilelerden Akropol’e çıkar ve tanrıçaya, dört soylu genç kızın tam dört yıl boyunca büyük bir özenle işledikleri bir nadide giysi sunulurdu. Parthenon’un frizlerinde bu töreni ebedileşmiş olarak görüyoruz.
Panathenaia bayramı, Athena’nın olduğu kadar Atina’nın da ululaştırılmasıydı.
Cenaze törenleri de dinsel kurallarla düzenlenmişti. Cesedi kadınlar yıkar, süsler, sonra da bir cenaze yatağına yatırırlardı. Dişlerinin arasına da bir metelik yerleştirilirdi. Kharon’un kayığıyla cehennemden geçişin ücetiydi bu.
Mitolojide Styks, cehennemde karanlık bir ırmaktır. Yedi kez geçilirdi. Son duraklarına ulaşmak için, ölülerin ruhları bu ırmağı geçmek zorundaydılar. Cehennemin kayıkçılığını yapan Kharon adlı yaşlının kayığıyla ve bir metelik ödenerek yapılabilirdi bu geçiş. Ödeyemeyen kıyıda kalır ve asla huzur yüzü görmezdi artık.
Eski Yunan’da bekarlar ve çocuksuz eşler hiçbir zaman hoş karşılanmamıştır.
Sparta’da her yıl, evlenmemiş erkekleri kötülemek için resmi bir tören yapılırdı. Atina’da çocuksuz yurttaş, tanrıların hoşlanmadığı bir kimse olarak karşılandığından, çok yüksek görevlere çıkamıyordu.
Çocuk doğar doğmaz baba onu kabul etmişse, aile sunağının önüne çıkarılır, sonra kendisine bir ad verilir; son olarak da baba, ailenin bağlı olduğu dinsel gruba, yani fratriye kaydettirirdi onu. Baba kabul etmişse dedik, kabul etmedigi zaman, yolda bir moloz yığınının üstüne bırakırdı çocuğu.
Kız çocuklarının yazgısıydı çoğu kez bu!
İnsanlığın en uzun çağı geleceğindedir. Geçirdiği çağlar içinde en uzunu ise Eskitaş Çağı.
Köle, Yunanlıların deyimine göre, bir beden di yalnızca bir şey, basit bir üretim aletiydi.
Savaş kaçınılmazdı; iş, bahaneye kalmıştı yalnızca.
Yunan demokrasisi, özgürleştirme amacını izlemek şöyle dursun, tersine, genişlemeyi, yeni köleleri, yeni bağlaşıkları sömürmeyi amaçlıyordu.