İçeriğe geç

Yüzeybilim Fragmanlar Kitap Alıntıları – Ulus Baker

Ulus Baker kitaplarından Yüzeybilim Fragmanlar kitap alıntıları sizlerle…

Yüzeybilim Fragmanlar Kitap Alıntıları

”( )90:Virginia Woolf: Rizom Metin: ” Birbirleriyle alıp verecek hiçbir şeyleri olmayan iki varlığın ‘paralel olmayan’ evrimi. ”
Bu nedir? Orkide ile bal vermez eşek arısının ilginç bir serüveni var.Afrika orkidesi belli bir mevsimde eşek arısının üreme organına benzer bir organ geliştirir kendi bedeninde.Geçicidir bu. Öyleyse yalnızca bir ”imge ” den, eşek arısı organının bir ”resmi ” nden ibarettir. Diyelim ki, orkide kendinden kopmuş, bununla başka bir ülkede ”yersiz-yurtsuzlaşmış ”tır. Oysa bunu gören ilk eşek arısı gelip bu imge üzerine konar. Konar-göçerlik terimleriyle ifade edersek, orada ”yerleşir ”. Ama unutmamalı ki eşekarısı aynı zamanda ”yersiz-yurtsuzlaşmış ”tır. Basitçe orkidenin ”üreme aygıtı ”nın bir parçası haline gelmiştir. Ama kaçınılmaz bir şekilde, üzerine konup kalktığı orkideyi de ”kondurmuş ”, ”yerleştirmiştir ”, çünkü onun tohumlarını çok uzak bir yerlerde, farkında olmadan ekecektir.
Bu iki varlığı gerçekten ayrı ayrı iki varlık olarak kavramak mümkün mü? Elbette orkide ile eşek arısı arasında zorunlu bir özdeşlik ilişkisi, benzemelerinden doğan bir aynılık yok. Ama söz konusu durumun temelinde her ikisi, belli bir ”düzlem ”de ( buna ”uyum düzlemi ” adını verdim) aynı varlık olarak beliriyorlar. Doğabilimciler bu tür varlıklara, yani bizim durumumuzda orkide ile eşekarısının oluşturduğu bütünlüğe ”rizom ” yani köksap ” adını verirler. Bir rizomda türler birbirinden ayrı unsunlardan oluşmaya devam ederler.: bir böcek ile bir bitki Ama rizom olarak aynıdırlar.Mızmız birisi çıkıp orkidenin eşekarısını ”taklit ” ettiğini, bir tür ”öykünmenin ”, mimiğin söz konusu olduğunu iddia edebilir. Ama öykünme yalnızca birbirinden ayrı ”katmanlar ” arasında kurulabilecek bir ilişkidir.
Sözgelimi bir tarafta bir bitkiler katmanı vardır ve bir hayvanlar katmanını ”taklit ”eder.Oysa bizim durumumuzda daha derin, ”taklit ” ya da ”mimik ” ile anlatılamayacak farklı bir ilişki de yok mu? Olayımızda tümüyle farklı bir şeyler de gerçekleşiyor gibidir.: taklit ya da öykünme değil ama kodların bir yakalanması, kapılması, davranış kodlarının bir ”artı-değeri ” ( kendi özleyiş biçimine ek olarak ortaya çıkan), önceden belirli değerlere eklenen bir değer, tam anlamıyla bir ”oluş ” süreci, orkidenin eşekarılaşması ve eşekarısının orkideleşmesi Bu ”oluşlardan ” her birinde terimlerden biri yersiz-yurtsuzlaşırken öteki ”konuyor ”, yerleşiyor. Her iki ”oluş ”, orkidenin eşekarılaşması ve eşekarısnın orkideleşmesi de birbiriyle bağlantı kuruyor ve yersiz- yurtsuzlaşmayı daha da öteye götürüyorlar.
Açıkcası burada önemli olan ne bir taklit ne de bir benzerlik, yalnızca birbirlerinden çok farklı iki varoluş ve davranış kodunun ortak bir ”rizom ” oluşturmaları ve buradan doğan bir kaçış çizgisi üzerinde yersiz-yurtsuzlaşması( ) ”
Bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz ya da birlikte varolacağımız başkasının kendinden vazgeçmesini talep ederiz . Bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir . Böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür .
”( )Yasa bir şarkıydı; Aristotales, onların yazılmadan önce şarkı olduklarını, babadan oğula geçtiklerini söylemektedir. ”Nemo ” paylaştırma, bölüştürme anlamına geliyordu ve , yasa anlamına gelen ”nomos ”, bölüm ,ölçü, ritm ve şarkı anlamlarına doğru gitmekteydi.Titus-Livius da ” Lex horrendi carminis arat ” sözleriyle Romalıların yasayı ”carmina ” (şarkı) ile özdeşleştirdiklerini ortaya koymaktadır.
..Devletin kökenleri sorusunun yanıltıcılığı da buradan doğmaktadır.Bu soruya verilen cevapların ilke olarak Devlet’e kendisi dışında – ekonomik ilişkiler, mülkiyet rejiminin ve özel mülkiyetin gelişmesi gibi – bir ”ilk neden ” aramak zorunda kalmalarının nedeni de budur. Oysa devlet aniden belirir; yeraltından çıkar ya da gökten iner zembille ; tepeden tırnağa silahlıdır; baskı ve şiddet araçlarını da ta baştan elinde bulundurur ve var olmaya başladığı andan itibaren , ”toplumun üstünde bir güçtür ” Devlet’e yakıştırılan farklı biçimler,dönemleştirme çabaları, devletin devrimler karşısındaki konumu türünden sorunsallar, , onun bu niteliğini göz önüne almadıkları ölçüde ” ilk devlet ” karşısında bir cehalet örneği vermeye devam edeceklerdir.Ur kentinden,İbrahim’in gezilerinden, ya da toplumsal uzlaşmadan yola çıkarak devleti defalarca tanımlamak pek bir şey vermez; devlet ”ölümsüz bir ilk model ” üzerinden kendisini defalarca yeniden üretir, amipler gibi bölünerek, ” alanlar açarak ” çoğalır. Bu yeniden üretimle birlikte, yeni yasalar, yeni despotlar, yeni bürokrat kortejleri doğar; meşaleyi başka bir devletin bir ”ilk devlet ” model üzerinde inşa edilen sürekliliğine , despotlarına ve askerlerine teslim edene kadar.Devlet konusu ne kadar tartışılırsa, devrim sorusu o kadar uzak kalmaya mahkumdur( ) ”
Arada Ulus’a kulak vermek

”( )Romantizmin sulu gözlülüğünden en uzak bir sinemacının, Godard’ın eserinden bir sekansı hatırlıyorum, bu sekans, romantizmin ”klişelerinin ” tümünü taşır ve terennüm eder. La Chinoise , Çinli Kız , filminde, genç devrimci kız, (güzeldir, yani romantik klişelerin ilki) yakalanır, cellatları ona işkence edeceklerdir ama kız o kadar güzeldir ki, yüzünü bir peçeyle kapatmak zorundadırlar İşkencecileri işlerini görerken kız sürekli olarak ”devrimci sloganlar ” atmaktadır fısıldayarak,çünkü güçsüz ve bitkindir. Bu da romantik bir klişedir sıradan sloganlar: Kardeşler Kardeşler Ama buradaki sinema imgesinin doruk noktası anlatılamaz, ancak görülebilir: Kızcağızın yüzündeki peçe, fısıldayışıyla, nefesiyle inip kalkmaktadır, neredeyse yüzü açılacaktır, ama açılmaz, peçe yeniden düşer Godard romantizmin bir klişesini inanılmaz güçte bir sinematografik imge haline getirmiştir Katlanılamaz olan bir güzelliği kapatmak zorunda olan cellatlar ve işkenceciler Hatta kitle kültürünün en sıradan ve budalaca klişeleri bile romantizmin malzemesi dahilindedir. Ama romantik duyarlılığın gerçekten işlediği noktadan itibaren, klişeler önce kitlelerin günlük kullanımından sökülüp alınır, imgelere, herkesi ilgilendirmeye devam eden, ama daha önce hiç karşılaşmadıkları imgelere dönüşür.Romantik edebiyatın sırlarından birisi budur. En kişisel, en sıradan, en önemsiz bir ayrıntıdan, en kişiliksiz klişeden bir imge yaratmak( ) ”

”Yaprağın işi suyla değil yağmurladır daha çok. ”
doyumlarımızın peşinden koşturup durdukça hayata yapıştıkça , mutlu falan olmuyoruz; olsa olsa, mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların, gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz.
Dünya,Tarih ve Hayat, büyük harflerle başlasalar da hep küçük şeylerin gücüyle ayakta durur.
doyumlarımızın peşinden koşturup durdukça hayata yapıştıkça , mutlu falan olmuyoruz; olsa olsa, mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların, gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz.
Spinoza’nın terminolojisi ilk bakışta size dehşet verici gelebilir. Ancak politik ve etik uzantılarını tahlil ettiğinizde her şey bambaşka bir havada görünecektir. Mesela Cömertlik Ruh Cömertliğinin parçası olabildiği gibi pekala bir budalalığın, ikiyüzlülüğün vesaire dışavurumu da olabilirdi. Spinoza açısından kesin olan şey, bu tür ikiyüzlülülüklerin ve budalalıkların ötesinde, kendi varlığımızı sürdürme çabamızın (conatus) bir eseri olan bir cömertliğin mümkün olduğudur. Kendinden vazgeçmeden başkasıyla varolma. Oysa Spinozist tarzda yaşamayan bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz, ya da birlikte varolacağımız başkasının kendinden vazgeçmesini talep ederiz. Bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir. Böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür.

Aşk için gösterilen şiddet hemen dikkatimizi çekiyor: gazeteler epeyce yazar bunları. Ancak aşk uğruna kaybedilen sevgi miktarı insan aptallığının (Spinoza buna Ruh Köleliği diyordu) şahikasını oluşturuyor. Aşka yapılan en büyük hakaret karşıdakini belli şartlar dahilinde sevmektir -yani aşka koşullar dayatmak. Düşmanlığa (savaş, dava vesaire) kurallar dayatmak gerekir, çünkü o Kederli bir haldir ve ona dayatılacak her kural meselenin çözümüne yardımcı olur; oysa aşka kurallar dayatmak insan budalalığının ta kendisidir ki buna aslında hayvanlar bile düşmez.

Tutku olan sevinç ve arzu bizim normal halimizdir: onlarla geneleve gideriz, porno seyrederiz ve aslında aşık filan olmayız hiçbirinde. Çoğu zaman sevgililerimizle bile ilişkimiz bu düzeyde kalıyordur. Bu hallerde sevgi sanki birilerine bahşettiğimiz bir yücegönüllülük gibi görünür. Bu yüzden karşılığını bekleriz Ya da, daha kötüsü, bir anda sevmişizdir işte -karşıdaki bu yüzden borçludur hemen İşte o korkunç Ödipal durum: çocuk doğuyor, babasını öldürmeye aday, o halde Babanın Kanunu hemen dayatılmalı. İnsanın soracağı geliyor: acaba cinsellik duyguların bedensel bir manzumesi mi, yoksa onların köreltilmesi olarak mı işliyor?
Ethica Okumaları II

… Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten… Devetabanını pazı sanabilirim… Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni… Çünkü güzelsin…
Adımı koyanı sevmeliyim. Sevmeliyim adımı koyanı. Adımı koydular işte Alın size!

Kedi hafifçe doğruldu. Kuş henüz uzakta. Fark edemez onu. Kedi sessizce yattı. Karınüstü karların üstüne Soğuk Kuş, titrek, sarsıntısız, donup kalmış, yelkenlerinin dolmasını bekleyen dal üstünde Soğuk Kedinin kuyruğu, soldan sağa, sağdan sola esiyor Ayaz Hafiften bir rüzgar Soğuk Kuyruk, soğuğun boşluğuna imza atıyor. Kedi, bürokrat Hergun başka bir kuş gelecek o dala Soğuk Kımıltısız Mide boş Ayaz Yazın sivrisinekler olur Bitler olur Pireler olur Dururlar dal üstünde Sen, altından geçerken aldanıp Hooop! Çullanırlar üzerine Fark etmezsin bile

Cemaat: Bir kedi, bir kuş, bir sivrisinek, bir bit, bir pire

Ama ne kadar zor, bir sokak çocuğu için, beyaz yakalı önlüğün yakasını bembeyaz tutmak..

Dayak yemeden Sonsuz

Sigaramın son nefesiyle birlikte koyverdim ruhumun son, parıltısız, sarı siyah, son kırıntılarını. Yalnızlığımı paylaştıklarını düşündüklerimin son nefesiyim ben. Nazım’ın her şeyini okudum. O garip yalnızlığımı kim var paylaşacak. Kim var paylaşacak o garip yalnızlığımı.
Bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz ya da birlikte varolacağımız başkasının kendinden vazgeçmesini talep ederiz. Bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir. Böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür.
”salt korku ile devlet ayakta tutulamaz. devlet, kendini destekleyenleri umutla, diğerlerini ise korkuyla yönetir . her iktidar insanlarda duygular ve tutkular uyandırarak çalışır. umut ile korku bu duyguların en belirginleridirler. ama iktidar bunları “kederli” duygular haline dönüştüren, yani insanların, bendeler(köleler) olarak güçlerini ve kudretlerini azaltmaya, azımsamaya yarayan temel unsurdur. ”
Bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz ya da birlikte varolacağımız başkasının kendinden vazgeçmesini talep ederiz. Bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir. Böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür.
Her aşkın başlangıcı başka bir dünyanın zarafeti algısıdır.
Kapitalizm kendini muazzam bir yoksulluk birikimi olarak sunar!
Herkes birbirinden hem uzak Hem olabildiğince yakın
Özgürlük acısında önemli ola buyruğu alıp ona uymamak değil,buyruğu hiç almamaktır
Süreç tehlikelidir,ancak değeri denenmiş olmasının içindedir
Dünya,Tarih ve Hayat,büyük harflerle başlasalar da hep küçük şeylerin gücüyle ayakta durur.
Yoksul olma hakkımı talep ettim. Kendimden daha çıplak neyi tanıdım ki?
Bousquet
Ama ne kadar zor,bir sokak çocuğu için,beyaz yakalı önlüğün yakasını bembeyaz tutmak
Dayak yemeden Sorunsuz
Pazarlık etmem Markette yoksun Reklamın yok! Gerçekten Güzelsin .
Güzel sözcüğünü senden başkasına layık göremem Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim Aldırma, güzelsin..
Sessiz sitemleri kargaşada bile belli olanlardan tırsma öyle kolay kolay
En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan
Müzik gibidir Doğa.
Kendi evinden küçük bir şarkının ipliği takip edilerek çıkılır.
O kırılgan ve güvensiz merkezin etrafına bir daire çizmek,sınırlı bir mekanı düzenlemek, tertiplemek gerekmişti.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Kalabalıktan tümüyle ayrı olmakla birlikte tümüyle onun bir parçası olmak;onun eşiğinde durmak
Dünya bizim istediğimiz gibi davranmak zorunda değil.
Insan en zor kendisini anlayan bir yaratık olabilir.
Yaralarım benden önce vardı. Ben onu bedenimde cisimleştirmek için doğmuşum.
Bousquet
Insanlar alıştıkları bakışlarının, alıştıkları algılarının saldırıya uğramasından pek hoşlanmazlar.
Kendini yargılayacak olan yine kendisidir.
Bir ilke,bir kavram telaffuz ettiği anda o sesin tonunu algılamak canalıcı bir önemdedir.
Düşünürken kanaatleri,inançları,seyrederken hayran olduğumuz şaheserleri mi tüketiyoruz?
Yaşayan bir varlık olmayı sürdürdükçe kimse bedeninin uzuvlarını başkasına vermez. Aynı şekilde şerefini,haysiyetini,soyluluğunu da
Kalabalıkları da en az bireyler kadar tutkular yönlendirir.
Kısmi acılar da var ve bunlar bizi uyarabiliyorlar:hüzünden keyif almamız, üzüntülü bir müziği dinleyebilmemiz işte bu durumdan ibaret
Acılardan öğrendiğimiz oluyor pekala ve bu olmadan çoğu zaman hiçbir şey öğrenemiyoruz.
Aşka kurallar dayatmak insan budalalığının ta kendisidir ki buna aslında hayvanlar bile düşmez.
Aşka yapılan en büyük hakaret karşıdakini belli şartlar dahilinde sevmektir- yani aşka koşullar dayatmak.
Bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz, ya da birlikte varolacağımız başkasının kendinden vazgeçmesini talep ederiz. Bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir. Böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür.
Tarih boyu tüm iktidarlar düşünceleri yasaklamayı sürdürdüler.
Nietzsche’nin fark ettiği şey,ertelenmesi mümkün olmayan şeydi: Yani Hayat
Kurulu siyasal rejimler,din ve ahlak sistemleri aklın herkes tarafından serbestçe kullanılmasına kolay kolay rıza göstermezler.
Hiçbir siyasal iktidar yalnızca şiddet,baskı ve korku üzerinde varlığını sürdüremeyeceği için,umut ve güven duygularına da başvurmak zorundadır.
Şefkat bir duygu ya da tutku değildir,bir ilgidir.
Sevgi bir inançtır.
Biz sevgiyi iade etmekten çok nefreti iade etmeye çok daha yatkınizdır.
En kolaycı bir umudun peşine düşebildiğimiz gibi,en sapkın, en tahakkümcü tiranlık tarzlarının bile bizi rahat ettireceğine inanabilir,boyun eğeriz.
Sevinç- üzüntü- sevinç- üzüntü İşte hayat budur.
Hayat sürer Yaşamın özü,amaçsızca ve belirsizce süregitmesidir .
“Aşk, hasta olduğu için aşk hastasıyız.”
Doyumlarımızın peşinden koşturup durdukça hayata yapıştıkça , mutlu falan olmuyoruz; olsa olsa, mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların, gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz.
Doyumlarımızın peşinden koşturup durdukça ”hayata yapıştıkça ”, mutlu falan olmuyoruz; olsa olsa, mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların, gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz.
Doyumlarımızın peşinden koşturup durdukça hayata yapıştıkça , mutlu falan olmuyoruz; olsa olsa, mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların, gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz.
Ne zaman bir iradeye, niyetlere, sorumluluk edimlerinden, şöyle ya da böyle olma hallerine bağlanırsa, hayatın akışının elinden masumiyeti alınmış demektir.
Acılardan öğrendiğimiz oluyor pekâlâ ve bu olmadan çoğu zaman hiçbir şey öğreniyoruz.
Doyumlarımızın peşinden koşturup durdukça hayata yapıştıkça , mutlu falan olmuyoruz; olsa olsa, mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların, gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz.
Hayat, kaçınılmaz bir mücadele, bir kavga, zorunlu ve cebri bir akıştır. Bu akış üzerinde tanrılar bile birbirlerini yemektedirler. Ve biz, sapına kadar doğanın içindeki varlıklar olarak, bu cehennemi akışa mahkum görünüyoruz. Din savaşlarından yırtabilirsek, belki de iktidarını yeniden kuracak bir despotun egemenliği altına düşeceğiz.
“Kederli ruhların desteklemek ve propagandasını yapmak
için bir despota ihtiyaçları olduğu gibi, despotun da amacına ulaşmak için ruhların kederlenmesine ihtiyacı vardır.”
“Aşk hasta olduğu için aşk hastasıyız.”
‘devlet, korkusuz ve umutsuz yapamaz.’

‘insanlar, kendilerine boyun eğdirebilecek kesin ve belirli yasalar bulunmadığında, böyle bir yasal düzeni kendileri de üretmiş olmadıklarında, umutla korku arasında salınıp dururlar. önünde sonunda tarihe şöyle kabaca bir göz atmak bile, siyasal rejimlerin çoğunun bu iki duygunun kitleselleşmesine dayandığını gösterecektir: tebalara verilen umut ya da yüreklere salınan korku… umut taşıyan günlerinde insanlar mümkün olduğunca küstahtırlar; kalkıp işlerin pek de o kadar kolay olmadığını, bu umutlarının gerçekleşmesinin pekâlâ olanaksız olduğunu onlara söylemeye kalkışırsanız sizi hiç takmazlar, hatta hakaret ederler… ama gün gelip talih döndüğünde ve gelecekleri konusunda kuşkuya, hatta korkuya kapıldıklarında, en saçma sapan nasihat bile onlar için, içinde bulundukları kötü durumdan kendilerini kurtaracak bir sihirli değnek haline gelir.

sürekli varyasyon hali, özellikle korku ile umut kutupları arasında bir salınma görünümünde olduğunda siyasal yetke sorunu açısından ne anlama geliyor? umut ile korku karşılıklı olarak birbirlerini çağıran, biri ötekini mutlaka içeren duygulardır –belirsizce bir korku duyulmaksızın umut yoktur; belli belirsiz bir umudu içinde taşımayan mutlak bir korku ya da tasa yoktur. bir varyasyon ya da salınma hali ise, zorunlu olarak, birbirlerine korku ile umut türünden bağlı olan tutkular ve duygular arasında mümkündür.

umut insan topluluklarının tarihinde pek çok yerde, birçok farklı biçimde kurumlaştırılmış ve hizmete sunulmuş durumdadır. umut tacirlerinin yer almadığı toplum yok gibidir –rahip kastları, modern toplumlarda medyatik kurumlar, hatta muhalif partiler hep insan umutlarını işleyerek ve kullanarak serpilip gelişirler. dinsel yaşam, mesihçilik ve genel olarak kurtuluş öğretileri, insanlara umut aşılamaya çalışırlar. ya da insanlarda umut duyguları uyandırarak iş görürler. ama iktidar işleri ve kurumları yalnızca umutla yürütülemez. dolayısıyla iktidarlar biraz da korkuya ve korkutmaya, yüreklere korku salmaya ihtiyaç duyarlar. gelecek konusunda belirsizlikler hep bu iki duyguya yol açtıklarından, insanların gelecekleriyle, kaderleriyle ilgili beklentilerinin bu iki duygu modeline indirgenmesi kaçınılmaz bir hale gelir –devletler genellikle hem korku hem de umut duygularını güçlendirerek kurulurlar ve ayakta kalırlar. devlet, korkusuz ve umutsuz yapamaz.

birbirlerini içlerinde taşıyor olmaları, umutla korkunun hiçbir zaman saf bir halde bulunamayacaklarını gösterir. dolayısıyla, salt korku üzerine inşa edilen bir devlet yaşayamaz. aynı şekilde salt umut vermek üzere inşa edilmiş bir devlet de öyledir.

herhangi bir iktidar, bendelerinde (kullarında) herhangi bir duygu uyandırmaksızın kendini var edemez.

önemli olan, iktidarın etkileri arasında en temelli ve belirgin olan şeyin insanlarda bazı duygular uyandırmak olmasıdır. her iktidar insanlarda duygular ve tutkular uyandırarak çalışır. umut ile korku bu duyguların en belirginleridirler. ama iktidar bunları “kederli” duygular haline dönüştüren, yani insanların, bendeler olarak güçlerini ve kudretlerini azaltmaya, azımsamaya yarayan temel unsurdur.’

Biraz imkan,yoksa boğulacağım!
salt korku ile devlet ayakta tutulamaz. devlet, kendini destekleyenleri umutla, diğerlerini ise korkuyla yönetir . her iktidar insanlarda duygular ve tutkular uyandırarak çalışır. umut ile korku bu duyguların en belirginleridirler. ama iktidar bunları “kederli” duygular haline dönüştüren, yani insanların, bendeler(köleler) olarak güçlerini ve kudretlerini azaltmaya, azımsamaya yarayan temel unsurdur. ”
Bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz ya da birlikte varolacağımız başkasının kendinden vazgeçmesini talep ederiz. Bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir. Böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir