İçeriğe geç

Yüzbinlerin Sürgünü Kırım’da Türk Soykırımı Kitap Alıntıları – Necip Hablemitoğlu

Necip Hablemitoğlu kitaplarından Yüzbinlerin Sürgünü Kırım’da Türk Soykırımı kitap alıntıları sizlerle…

Yüzbinlerin Sürgünü Kırım’da Türk Soykırımı Kitap Alıntıları

1995-96 yılları arasında Birleşmiş Milletler görevlisi olarak bulunduğum Moldova’da yaklaşık 300.000 kişilik nüfusa sahip Gagavuz Türkleri ile ilgili olarak CIA, KGB, KİP, BND, Bulgar hatta Norveç istihbaratçılarının kapışmalarını ibretle izledim. Hiç Türk istihbaratçısı yoktu.
Bazı düşünceler vardır ki bize yasaktır. Onları bizden sonra gelecek nesillere bırakalım. Biz manevi birliği yapalım, dilleri birleştirelim. Siyasi birliği başkaları düşünsün.
Türkiye’deki tüm şeriatçıların Atatürk’e niçin sövdüklerini, kin duyduklarını anlayamayanlar bugün Gaspıralı İsmail Bey’e neden dil uzatıldığını da anlayamaz. Yazar, yazısında Gaspıralı’nın affedilmez suçunu net bir biçimde ortaya koyuyor:
Pantürkist, Türkçü! Bir başka ifadeyle siyasal islamcı, ümmetçi belki Arap hatta Rus kökenli olsa bu suçlamalar yöneltilmeyecek.
Hiç kimseye Kırım Türklerini, karnını doyuracak bir otlak bulduktan sonra artık hiçbir şeyi umursamayan bir koyun sürüsü olarak düşünme fırsatı vermeyeceğiz.
Tarihin er geç yazacağı şey: MÜSTAKİL VE MESUT KIRIM’dır.
Gaspıralı, osmanlı türkçesinin aynen kullanılmasına da şiddetle karşıydı. Osmanlı türkçesi denilen yapay dilde, ağırlıklı olarak yer alan arapça ve farsça kökenli gramer kaidelerinin yanı sıra, kelimelerinde türkçe karşılıklarının bulunup kullanılmasını istiyordu ki, bunun adı tek kelime ile Türkçülüktü. Onun bu rüyasını – Türkiye sınırları içinde – daha sonra gerçekleştirecek kişi ise Atatürk’tü.
Her ne kadar devlet terörüne de başvurulsa, 1969 protesto mektubunda denildiği gibi, Kırım Türklerinin davalarındaki gerçek inancı şu veciz sözlerle özetleniyordu:
düşünce ve harekette birlik oldukları taktirde, ne kadar az sayıda olurlarsa olsunlar, dünyanın en büyük kuvvetleri bile bir halkı ezemez!..
Sovyet rusya komünizmle değil, enternasyolizmin arkasında yatan rus milliyetçiliği ve proleter hakimiyetinin arkasında yatan sınıf diktatörlüğü ile yönetilmektedir.
Tam iki yüzyılı aşkın bir süre zarfında hem çarlık ın beyaz, hem de sovyet döneminin kızıl ideolojilerinin, bir başka ifadeyle, rus şovenizminin ve saldırgan politikalarının kurbanı olan Kırım Türkleri, şimdilerde ise küresel emperyalizmin bir başka boyutu ile tanışıyor: etnik ve dinsel bölücülük!..
Fikirler savaşında
Kitaplar silahtır.
Emin olmalıyız ki, yakın bir gelecekte Kırım Türkleri’nin yakın tarihi yazılırken, vatanını ve halkını geleceğiyle birlikte satanlar, lâyık oldukları yeri alacaklardır.
Sahipsiz bıraktığımız Gagauzlarla ilgilenirken, Atatürk’ün söz konusu emperyalist kökenli girişimlerden tam 60 küsur yıl önce, bu bölgeye -o fakir halimizde- rusça ve romence bilen tam 80 ilkokul öğretmeni gönderdiğini öğrendim ve Atamızla, O’nun büyüklüğü ve ileri görüşlülüğü ile gurur duydum.
Atatürk döneminde tüm olumsuz siyasal ve ekonomik koşullara ve yetersizliklere rağmen çözümlenen iç ve dış sorunlar, 10 Kasım 1938’den sonra çözümlenemiyorsa, önce bunun nedenlerini ortaya koymak gerekir.
Büyük Atatürk’ün ölümünden sonra, iç ve dış politikasında
Türklük bilincini bir kenara bırakarak ilkesiz ve kararsız bir imaja
bürünen Türkiye, bu ruhsuz ve kişiliksiz görüntünün bedelini en
ağır biçimde ödüyor. Yakın bir geçmişe kadar, Milli Merkezleri ihmal ile Dış Türkler kozunu kullanmayı beceremeyen Türkiye’de
örneğin, Kızıl Çin bile binlerce kilometre uzaklıktan ve rahatlıkla
Maocu örgütlenmeyi gerçekleştirerek devletimizi tehdit edebiliyor. Aynı şekilde, T.K.P. ve benzeri illegal örgütlenme, Sovyet çıkarlarını ve ideolojisini her şeyin üstünde tutacak kadroları yetiştiriyor ve Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyecek kaos ortamını yaratıyor. Küçük Bulgaristan ve hatta Enver Hoca’nın zavallı Arnavutluğu bile Türkiye’de kendi çıkarlarına hizmet eden terörist örgütlerini yetiştirebiliyor. Bulgaristan Türk azınlığın isimlerini fütursuzca değiştirecek ve yüzbinleri Türk sınırına iterek ülkemizde ekonomik ve siyasal kriz yaratmayı sağlayabiliyor.
Demokrat Parti ile başlayan siyasal süreçte,A.B.D.’nin Yeşil Kuşak Teorisi nin yaşama geçirilmesi uğruna Türkiye pek çok temel ilkesinden vazgeçiyor. Örneğin, laiklik ilkesi rafa kaldırılyor.Siyasal İslamcılığın hortatılması ile devlete egemen olması gereken Türklük bilinci, bir kez daha geri plana atılıyor. Türk Devleti’nin gücünü, bağımsızlığını ve egemenliğini temsil eden Silahlı Kuvvetler ve M.İ.T. gibi temel kuruluşlar, A.B.D.’nin müdahalesine açık bırakılıyor. Hatta bir ara, Türkiye’ye ihanet anlamına gelecek biçimde, M.I.T. mensuplarının maaşını dahi A.B.D. ödüyor. Dünyadaki soğuk savaş ın tarafı olan A.B.D;nin anti-komünist blok lideri olması dolayısıyla Milli Merkezlerin varlığını sürdürmesine izin veriliyor ama görev ve yetkileri alabildiğine kısıtlanıyor. Bu arada Milli Merkezleri yönlendirecek ve denetleyecek elemanlarının eğitim kalitesi ve bilinç düzeyi giderek düşüyor ve böylece günümüze kadar geliniyor
Atatürk’ün iç ve dış politikada belirleyici simgesi olan Türklük bilinci, iyice ihmal ediliyor, geri plana itiliyor.
Türk Ocakları’nın kapanmasından 5 gün sonra, Atatürk yeni bir yapılanma içinde ve bilgisiz fikir olmaz mantığı çerçevesinde, Türkiye, rusya, Balkanlar,kısaca tüm Türk Dünyası’nın tarihini bilimsel nitelikte ele alacak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ni kurduruyor.
Çelebi Cihan’ın yakın mücadele arkadaşı Cafer Seydahmet Bey,
O’nun aziz hatırasına saygı olarak bir hikayesine Antlı Kurban
adını verirken, merhumun And Etkemen şiiri de ebediyete kadar Kırım Türkleri’nin Milli Marşı olarak hafızalara kazınacaktı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kırım’daki Milli Hükümetin Milli Ordu nun teşkili kararının
ardından,18 Ocak 1918’den itibaren Bolşevik saldırıları başlamıştı.
Yaklaşık 30.000 Bolşevik bahriyeli, piyade ve milisinin yürüttüğü
kitle terörüne yönelik saldırılar kapsamında,çok sayıda Türk askeri ve sivili şehit düşmüş; esir düşen bir o kadarı da işkenceyle öldürülmüştü.
Bizzat Lenin ve Stalin tarafından kaleme alınan 15 Kasım 1917 tarihli beyannamede, Rusya’daki ulusların eşitlik, egemenlik ve bağımsız devlet kurma hakkından sözedilmekteydi.Ancak bu hak, sadece proleterya sınıfına tanınıyordu. Oysa, Türk bölgeleri, geçmişte kasten geri bırakıldığı, sanayileşmesine izin verilmediği için proleteryaya yani işçi sınıfına sahip değillerdi. Dolayısıyla da sözkonusu haktan peşin en mahrum bırakıyorlardı. Sahtekarlığın püf noktası işte buradaydı.
Rusya’nın tarihini bir gözden geçirecek olursak, görüyoruz ki Rusya’nın büyümesi başka memleketlerin malikanelerini ve zenginliklerini yağma etmekle başlıyor, demek ki Rusya’nın tarihi kalonizansiya (kolonizasyon-sömürgecilik) tarihinden ibaretdir.
Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Zaferinin hemen sonrasında Sinop üzerinden gönderdiği iki gemi dolusu tahıl, yine Sovyet yöneticileri tarafından yerine ulaştırılmayarak Ukrayna’ya sevkedilmişti.
1917 İhtilaIi ile gelen kısa bir bağımsızlık döneminin ardından, halklara özgürlük , ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sloganlarını kullanarak Kırım’ı işgal eden Bolşevikler, yaklaşık üç ay süren hakimiyetleri sırasında, son verdikleri Kırım Halk Cumhuriyeti’nin ünlü önderi Çelebi Cihan ile birlikte yüzlerce Türk aydınını işkence ile şehit etmişlerdi.
Gaspıralı İsmail Bey, Tercüman da yazdığı belki yüzlerce yazıda, farklı gerekçelerle de olsa Türk kimliği ni kabul etmeyenleri, her halükarda Rus çıkarlarına hizmet ettikleri gerekçesiyle uyarmaktaydı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bir toplumu gerçekten ulus yapan en önemli etmen bilinçtir. Ulus bilincinin olmadığı, üst kültür kimliğinin gelişınediği toplumlarda, mutlaka ve mutlaka alt kültür kimliği gelişir ve halklar söylemiyle başlayıp faşizm ölçüsünde yerel boyculuklara dönüşür.
Mustafa Kemal Paşa, 7-8 Ağustos gecesi yayınladığı (1921) ünlü Tekalif-i Milliye (Ulusal Yükümlülükler) Genelgesi ile her türlü ateşli silah zorunlu tesliminin yanında ihtiyaç dışı fazla gıda ve sanayi ürünlerinin yanısıra, zengin ya da fakir her evden bir askerin çamaşır, çarık ve çorabının karşılanmasını istemiştir.
Dr. Buğra Atsız, tepkisinin son bölümünde şu anlamlı ve hayli duygusal değerlendirmeyi yapmıştır: Türk’e ve Türklüğe düşmanlıklarını ve kinlerini elbette Türklere ve Türkçülere kin kusarak belli edecekler,çünkü henüz millet fikri kafalarında yerleşmiş değil. Ümmet yani toplama güruh olma idealinin peşindeler.
Ümmetçilik yerine Türklük bilincini; ortaçağ karanlığı yerine çağdaşlığın aydınlığını; skolastik düşünce yerine akıl ve bilimin egemenliğini savundukları için şeriatçıların başlıca hedefi konumundalar.
Geçmişte, Lawrence, Frew, Nowel gibi İngiliz casuslarından aldıkları emirlerle yüzbinlerce Türk askerini sırtından hançerleyerek şehit eden ve bunca alçakça cinayeti İslamiyet adına işlediğini ifade eden zihniyet neyse; Atatürk’e küfür eden, Türkiye’yi ve tüm Türk Dünyası’nı şeyhler-müritler ülkesi haline dönüştürmeyi amaçlayan zihniyet de o.
Dindarlık Vasfı: Gerçek dini bilgiler ve egitim verilmediginden bu medreselerden çıkanların çogu içten dincil (dindar) adamlar olmayıp, yalnızca dinci (dini düpedüz geçim aracı, bir meslek sayan) kişiler olurlardı.
Okutulan fıkıh (Islam hukuku) ve usul-ü fıkıh ve Ramazan’da üstünkörü geçilen Feraiz (miras meseleleri) gibi dini bilim dalları bu medreselerin diniliklerini andırıyor idiyseler de, bunların hiç biri son zamanlarda Islam memleketlerinde dahi uygulanmayan nazari hükümlerdir.Bunların medreselerde ögretilmesi ise,büsbütün faydasız ve gayesiz, boşuboşuna emek ve zaman harcamaktı. Bunlarla ugraşmak medrese talebelerini hayattan ve dünyanın gidişinden uzaklaştımaktan,gaflet uykularını derinleştirmekten başka ne işe yarardı?
Türklerin, kendi milliyetlerini korumaları gerekiyor idiyse de; hiç kimse Türklüğü ön plana koymayı düşünmüyordu.’Millet’ sözü ‘Mümin’ sözü manasıyla karışmıştı; sonra ‘Millet’den Muhammed ‘ümmeti’ denilen umumi bir fikir anlaşılır olmuştu.
Gaspıralı İsmail Bey ve Atatürk!.. Sadece Kırım ve Türkiye’de değil, tüm Türk Dünyası’nda Türklük bilincinin doğması ve kökleşmesi; Türk ulusunun çağdaş uygarlıklar düzeyinde yerini alması; evrensel nitelikteki ilkeleri ile akıl,mantık ve bilimin egemenliği savaşımını veren iki ulusal kahraman önderdir Farklı zaman ve mekan dilimlerinde yaşayıp aynı ideal ve düşünceleri paylaşan ve bunları hayata geçirmeye çalışan aydınlanma çağının bu iki seçkin öncüsü,şimdi benzer kaderi de paylaşıyorlar: Şeriatçıların saldırılarına hedef olarak!
Beyaz Çarların yerine gelen Kızıl Komünist Partisi yöneticileri, Türk kimliğinin telaffuzunu bile yasakladı. Rusya Türkleri, burjuva milliyetçiliğini tasfiye kampanyalarında milyonlarca aydınını yitirdi.
Bir Türk edibi diyor ki, Arab’ın dili din ve mezheb dili oldu.Türk dili ise medeniyet-i cedide (yeni uygarlık) dili oluyor
Milletimiz büyük millettir. Zaman ve mekan ve mesafe tesirleri ile firka firka ayrılıp birbirini bilmez ve anlamaz dereceye geldiği ve ‘Türk’ yüksek ismini unutup kimi Tatar, kimi Karapapak, kimi Kazak, kimi Tarançı namları ile dağılıp ufaldıkları malumdur.
Türk hüviyeti ni reddedip boy kimliği ni kabullenenler, Rus hükumetinin böl-yönet taktiğine bilerek ya da bilmeyerek alet olmaktaydılar.
Osmanlı Türkçesi denilen yapay dilde, ağırlık olarak yer alan Arapça ve Farsça kökenli gramer kaidelerinin yanısıra, kelimelerin de Türkçe karşılıklarının bulunup kullanılmasını istiyordu ki, bunun adı tek kelime ile Türkçülüktü. O’nun bu rüyasını -Türkiye sınırları içinde- daha sonra gerçekleştirecek kişi ise Atatürk’tü.
Başta İlminski olmak üzere bazı Rus devlet adamları, akademisyenler ve misyonerler, panslavizmin karşısında tehdit oluşturan Türk soylu toplulukların birliğine yolaçabilecek ortak paydaları silme, yok gösterme gayretindeydiler. Bunun için de önce Türk adının unutturulması; yerine Tatar , Kazak , Kırgız gibi boy-kabile isimlerinin ikame edilmesi; her lehçe ve şivenin apayrı bir dile dönüştürülmesi; boy milliyetçiliğine göz yumularak Türk toplulukları arasında yapay düşmanlıkların ve ayrılıkların yaratılması gibi ince taktildere başvurmuşlardı.Boy milliyetçiliği, Rus devletini korkutmuyordu, aksine, Türk toplulukları arasında ayrılıklara,düşmanlıklara yol açacağından işlerine geliyordu. Kaldı ki, boy milliyetçiliğinin Rus düşmanlığına yol açması da önemli değildi;zira,birligini,dayanışmasını kaybetmiş büyük bir kitle içinde küçük bir parçanın ne kadar zararı olabilirdi ki? Önemli olan asıl tehdit kaynağını, büyük Türk kitlesini henüz milliyet bilinci oluşmadan parçalayarak tesirsiz hale getirmek idi. Böylece, Tatarcılık , Kazakçılık , Kırgızcılık gibi boy milliyetçiliklerinin yolu açılmış oldu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yapay Osmanlı milliyetçiliği ya da ümmetçilik geçerliliğini korurken, Çarlık Rusyası’nda da mahalli şivelerden ve hatta ağızlardan ayrı bir edebi dil, Türk boylarının her birinden de ayrı bir millet yaratma çabaları, Rus devletinin asli politikalarının icabı idi.
Millet aşamasına ulaşılmadan, milliyet bilincine sahip olunmadan, mevcut gerilikten ve çok taraflı esaretten kurtulmak mümkün değildi. Gaspıralı İsmail Bey, bu amacı şu veciz ifadeyle sloganlaştırmıştı: Dilde, Fikirde, İşde Birlik!
Kırım Türkleri’nin bugüne kadar olduğu gibi, Kırım’ın dışında kalmalarının ve Kırım’ın bugünkü durumunun adil bir durum
olarak görülmesi, Stalin tarafından Kırım Türkleri’ne yapılmış olan haksızlık ve cinayetin kabulünden başka bir şey değildir.
Ruslar, Kırım Türkleri’ni Orta Asya’ya sürdükten sonra, Kırım’a Sovyetler Birliği’nin başka bölgelerinden getirdikleri insanları yerleştirmişler ve böylece Kırım’ı sovyetleştirmeye çalışmışlardır. Bu bakımdan artık Kırım’da Türkler’in yaşayabilecekleri yer kalmamıştır. Rusların yeni bir göç hareketi başlatmaları ise bahis konusu değildir.
Özbekistan ve diğer Sovyet Cumhuriyetleri’nde yerleşen Kırım
Türkleri, Sovyet vatandaşlarının mazhar oldukları her türlü sosyal ve siyasi haklardan bugüne kadar faydalanamamışlardır. Yani bu tarihe kadar Kırım Türkleri, Sovyetler Birliği’nin 2. sınıf vatandaş
muamelesi görmüşlerdir.
Bugün, sürülmüş olan Kırım Türkleri’nin kaderinde Sovyet-Rus emperyalizminin kara, merhametsiz, gayri insani bir mahiyet taşıdığını gösteren misli görülmemiş kötülük hala devam etmektedir.
Kırım Türkleri’nin milli ve sosyal hayatında başlıca rolü, aralarında
şairlerin, yazar ve bilginlerin öncülük yaptıkları Kırım’da yetişmiş
yaşlı ve Kırım dışında büyümüş genç aydınlar oynamaktadır.
Stalin’in ve bugüne kadar gelmiş geçmiş Moskova yöneticilerinin
Kırım Türkleri konusunda başlıca gayesi; rejime daima tehlikeli
olabilecek olan bu azınlığın, Sovyet kültür potasında erimesini
sağlamaktı. Sürgündeki gayelerin belki de en önemlisi bu idi. Onun için Kırım Türkleri, kökleri ile sökülen bir ağaç gibi anayurdundan kopartılmış, Özbekistan, Urallar ve Sibirya’da kurumaya, yokolmaya terkedilmiştir.
Mustafa Cemiloğlu, Kırım Türkleri hakkında yapılan kavuşturmaları protesto maksadıyla 30 günlük açlık grevi ilan ettiğini bildirmiş ve konuşmasını, YA VATAN, YA ÖLÜM sözleriyle bitirmiştir.Taşkent Mahkemesi Mustafa Cemiloğlu’nu, bu cesaretli çıkışından sonra, 3 yıllık kürek cezasına çarptırılmıştır.
İlya Gabay son sözünde; En korkunç Stalinizm tezahürünün , 1930 ve 1940 yılları arasında Stalin rejimi zamanlannın Sovyet vatandaşlannın farkına varmadıkları 14 milyon kişiyi kapsayan insanları kitle halinde imha olduğu kanaatını ifade etmiştir.
Yusuf Osman, genç Kırım-Türk nesline, büyük Türkçü Gaspıralı İsmail Bey’i tanıtıcı makaleler yazması ile tanınmıştır. Şurası da bir gerçektir ki; Gaspıralı İsmail Bey’i DİLDE, FİKİRDE, İŞDE BİRLİK şiariyle bütün Sovyet Türklüğü tanımaktadır.
Kırım Türkü,Zülfinar Kaşka adı geçen mektubunda bu konuda şöyle diyordu: 5 Eylül 1967 tarihli kararname ile ilgili olarak 1967’de Kırım’a döndük. Ne var ki,Kırım idarecilerinin bize karşı gösterdikleri düşmanlık ve besledikleri nefret hissi,bizi,Sovyet hükümetinin karamamesinin, ancak kamuoyunu aldatmaktan ve Kırım Türkleri ile alay etmekten başka bir şey olmadığına inandırdı.Bize eziyet ederek,vatanımızı terketmek zorunda bıraktılar. Geri kalan Kırım Türkleri’nin durumu da, aşagı yukarı benzer tipteki vakalarla dolu bulunmaktadır. Böylece 12.000 Kırım Türkü 1967’de tekrar sürülmüş oldu. Kırım’da kalanlara vaadedilen yardımlar bir yana, yerleşme izni alabilen birkaç kişiye, şahıs başına 13.65 metrekare toprak verdiler.
Bütün dünya, Sovyet komünistlerinin, Sovyetler Birliği halklarının kardeşliği ve eşitliği, onların enternasyonal dostluğu, parti ve hükümetin kendi vatandaşlarına gösterdiği ihtimam hakkındaki ikiyüzlü propagandayı dinlemektedir. Ne var ki, bu söylenenlerden çoğu uydurmadan başka bir şey değildir. İnanmayın bu yalana insanlar!
Moskova yöneticileri, maşaları vasıtasıyla halklar arasındaki eşitlik teranesini işliyorlardı.1968 yılında Tahran’da Milletlerarası İnsan Hakları Konferansı’na şatafatlı bir şekilde iştirak eden Sovyetler Birliği delegasyonu, emperyalist ülkelerdeki ırk ayırımını şiddetle tenkit ediyordu. Diğer yandan ipi Moskova’nın elinde olan kuklalar, basit ve adeta çocukça örneklerle dolu yazı ve konuşmalarında eşitlik konusunu işliyorlardı.
Kırım Türkleri’nin davalarındaki gerçek inancı şu veciz sözlerle özetleniyordu:Düşünce ve harekette birlik oldukları taktirde,ne kadar az sayıda olurlarsa olsunlar,dünyanın en büyük kuvvetleri bile bir halkı ezemez!
Yıldırılmak istenen Kırım-Türk liderlerine günlerce devam eden sorgulamada maddi ve manevi işkence edilmiştir.Kırım Türkleri Gençlik Birliği’ne katıldığı için Taşkent Uçak Fabrikası’nda çıkarılan 18 yaşındaki Mustafa Cemiloğlu,13-18. yüzyıllardaki Kırım Türk Medeniyeti üzerine 1963 yılında yazmış olduğu eser ile siyasi faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Mart 1965 tarihinde Taşkent Sulama Mühendisliği Enstitüsü’nden uzaklaştırılmış ve Eylül 1965’te kaydı tamamen silinerek sokaklarda dövülmüştür.Yılın sonuna doğru verilen cezaların kanunsuz olduğuna dair Moskova mahkemelerindeki temyizi kazandığı halde, geri döndüğü zaman asker kaçağı olduğu ileri sürülmüştür.Kısa bir müddet sonra başarısızlıkla sonuçlanan (cebine saat koyma) tertibinden de kurtulunca,asker kaçagı olmasından dolayı 18 ay hapse mahkum edilmiştir. Askerligin bitiminde de Cemiloglu, iş bulmakta büyük zorluklarla karşılaşmış ve Enstitüde kaydını yenilememiştir. Cemiloglu’nun başına gelenler, Sovyet yeraltı basınına ait dökümanlarda verilen onlarca misalden sadece biridir.
Savaş yıllarını, sürgün ve özel yerleştirme vakıalarını yaşayan Kırım Türkleri, 1956’ya kadar olan yılları acı bir hatıra olarak anmaktadırlar. Gerek Sovyetler Birligi yeraltı basınının (Samizdat vs.) gerekse 1969 Taşkent mahkemesinin tutanaklarının ortaya koydugu bilgiler, bu sonucu ortaya çıkarmaktadır.
Kremlin’in emrine uyan Sovyet tarih ilmi, memleketin İlimler Akademisi bayrağı altında,ilmi lekeleyen menfur sahtekarlık yapmaktadır.
Türkler’in, Kırım’dan topluca sürülmelerinin başlıca sebebi; sayıları itibariyle az olan bu halkın arzettiği herhangi bir tehlikeden daha çok, Türk Kırım’ın tarihi mevcudiyetine son vermek isteğidir.Bu istek hiç şüphesiz; Kırım’ın Karadeniz’deki stratejik durumu ile ilgili düşünceden ileri doğuyordu. Nitekim, Kırım’ın Yalıboyu’nun siviller için yasak bölge olarak ilan edilmesi, yukarıdaki gerçeği doğrulamaktadır.
HlÇBİR KIMSE UNUTULMADI, HİÇBlR ŞEY UNUTULMADI demek de bazen çok şeyler ifade eder
1941 sonbaharında komünistler tarafından Kırım’dan sürülerek Kafkasya’da iskan edilen ve Alman işgali sırasında Kırım’a dönmelerine izin verilmeyen birkaç bin Kırım Türk’ü de sürgünden kurtulamamışlardır.
Başta Stalin olmak üzere Moskova yöneticileri kararnamenin tamamen gerçekdışı ve basit bir ilkokul talebesi üslubu içinde yazılmış olduğunun farkına varmışlar mıydı? Sürgün edilen Kırım Türkleri’nin durumunun kısa bir tahlili;Moskova’nın hazırlamış olduğu bu kanlı cinayet olayının çirkinliği ve çirkefliğini ortaya koymaktadır: Herşeyden evvel sürülenlerin çoğu, kadınlar, çocuklar ve yaşlılardı.
25 Haziran 1946 Ceza Kararnamesi, Kırım Türklerini Almanlarla işbirliği yapmakla
suçluyordu.Almanlarla işbirliği yapanlar sadece
Kırım Türkleri ve sürülen diğer halklar değildi. Almanlar’ı; Ukraynalılar, Belaruslar ve hem de Ruslar ekmek-tuz ile karşılıyorlardı.! Vlasov ordusunda bolşevikler aleyhine çarpışan onbinlerce,Alman fabrikalarında ise gönüllü olarak çalışan yüzbinlerce Rus vardı. Niçin onları ve ailelerini Sibirya’ya göndermediler? Bu sorunun cevabını Moskova yöneticileri gayet iyi bilmektedirler. Tutarsız bir iddia ile Kırım Türkleri’nin topyekun sürgün edilmeleri, onları
sistematik bir şekilde imha siyasetinin son perdesini işgal ettiğine hiçbir şüphe kalmamaktadır.Bunun gerçek sebebi,Moskova’nın Kırım Yarımadası’nı yerli Türk nüfusundan temizlemek ve Kırım’ı, Sovyetler Birliği’nin bir Rus eyaleti haline getirmek isteğidir.
Kırım Muhtar SSC’nin dışında, Kalmuk Muhtar SSC, Çeçen-lnguş Muhtar SSC ve Volga-Germen Muhtar SSC lağvedilmişler ve halkları sürgüne gönderilmiş, Kabartay-Balkar SSC’de Bakanlar kısmını kaybetmişti.Bunlara ilaveten Karaçay Muhtar Eyaleti kaldırılmış, Karaçaylılar da sürgüne gönderilmişlerdi.
18 Mayıs 1944’te, babaları, kocaları ve oğulları büyük anayurt savaşında hayatlarını feda ettikleri, kanlarını döktükleri ve işçi birliklerinde hizmet ederek tahrip edilen fabrikaları yeniden kurdukları bir zamanda, aç ve çıplak müdafaasız çocuklar, kadınlar ve malul ihtiyarlar silahlı erler muhafazasında,kapalı yük vagonlarında
temerküz kamplarına götürülüyorlardı. Sürgün mahalline kadar süren hemen hemen üç haftalık ‘seyahatın’ dehşet ve kabuslarını unutmaya imkan var mı? Bu ‘seyahat’ esnasında insanlar açlıktan şişiyor, bitlere yem oluyorlardı.Hasta ve aç insanların yanıbaşında yolda ölenlerin, muhafızların zamanında kaldırmadıkları çürümeye yüz tutmuş cesetleri yatıyordu.Bu arada yakınların ve akrabaların hiç olmazsa demiryolu boyunca
gömülmesine müsaade edilmiyordu.İnsanlar vagonlardaki havasızlıktan boğuluyor, birçokları akıllarını kaybediyorlardı.
18 Mayısı 19’a bağlayan gece, şehir ve kasabalarda yaşayan Türkler’in tamamı kendi evlerinde, silahlı askerlerin baskınına uğruyor. Kendilerine çevrilen Tompsonların namluları karşısında, elleri kaldırtılarak ve duvar dibine diziterek şu emri alıyorlar: Elde götürebilecek eşyanızı alın ve 15 dakikada hazır olun
Romanya’da komünist hakimiyetinin kurulmasından sonra, Rus ajanları, Kırım göçmenlerini tespit ederek çeşitli yollardan Rusya’ya kaçırdılar. Bunlar arasında: Dr. Ahmet Özenbaşlı,Dr. İsmail Ahmet, artist Bilal Hüseyin, yazar ve öğretmen Seyitömer Turpçu gibi Türk aydınları da bulunuyordu.
Ruslar’ın da esas gayesi; Kırım Türkleri’ni, aydın liderlerden mahrum bir sürü haline getirmekti. Kırım Türkleri’nin gerek fiziki ve gerekse kültürel imhası Moskova açısından istenilen sonucu vermemişti. Yirmi yıllık korkunç tecrübeden sonra Ruslar, Kırım Türkleri’nin kültürünü ve milli zihniyetini yıkamayacaklarını anladılar; Kırım Türkleri’ne tarihlerini unutturmanın, sınıf mücadeleleriyle milli vicdanlarının boğulmasının kabil olamayacağını gördüler. Bunu gözönünde tutarak onları, toplu halde yurtlarında bırakmanın tehlikeli olacağını kestirdiler ve Kırım Türkleri’ni topyekün sürgün etme planlarını yaptılar.
1931-1936 deresinde imha edilmek istenen; Kırım Türkleri’nin fiziki yapısı değildi.Onun milli kültürüne de yıkıcı darbeler vuruldu.Milli edebiyat, folklor çalışmaları yasak edildi. Slav alfabesi mecbur tutuldu. Bütün bu hareketler; Kırım’ın Sovyetleştirilmesi , Kırım Türkleri’nin dil, din, kültür, kısacası milli benliklerinin imhasından başka bir şey değildi. Sovyet esareti altında Kırım Türkleri, binlerce aydın evladını kaybederek, 1931 yılına kadar varlığını sürdürdü.
Sovyet hakimiyeti altında Kırım Türkleri’nin 1918-1941 devresinde uğradığı katliamlar aslında başlıbaşına, çok geniş bir araştırma konusudur. Sovyet devrinde Moskova yöneticilerinin Kırım siyaseti birkaç cümle ile özetlenebilir: Kırım Türkleri’ni topyekün imha etmek, bunun yanısıra onların milli kültürlerini de büsbütün ortadan kaldırmak; kısaca, Kırım’ın Ruslaştırılması bu siyasetin başlıca hedefiydi. Moskova bu siyaseti aşağıdaki dört ana koldan yürütüyordu:
A) Kültür Yolu ile Tasfiye,
B) Yok ederek Tasfiye,
C) Cebri Sürgün Yolu ile Tasfiye,
D) Harici Cebri Sürgün Yolu ile Tasfiye.
Sovyet Rusya; komünizm le değil, enternasyonalizmin arkasında yatan Rus milliyetçiliği ve proleter hakimiyetinin arkasında yatan sınıf diktatörlüğü ile yönetilmektedir.
Sovyetler Birliği’nde halkların eşitliliğinin yanısıra bir de insanların eşitliği prensibi vardır.Bu prensibe ne dereceye kadar uyuluyor? Bu soruya, en canlı cevabı Kırım Türkleri vermektedir. Kırım Türkleri, 1967 yılına kadar hukuken ve fiilen ikinci sınıf vatandaş kadrosunda yer alıyordu. Hem de ayrım yapılmaksızın bu halkın bütün fertleri için durum böyle idi.
Sovyet yalanları, anayasanın ve gerek istatistiklerinin özünü teşkil ettiği için gerçekten önemlidir.Bugüne kadar Sovyet rejimi,devam etmi ve hala devam ediyorsa, bunda Sovyet yöneticilerinin yalan ilminde (!) ihtisaslarının ilerlemiş olmasının rolü büyüktür. Kısacası, rejimi kurtarmak isteyen her Sovyet lideri yalancı olmaya mecburdur.
1944’te soykırıma maruz bırakılan Kırım Türkleri’ne, Türkiye dahil hiçbir dünya ülkesi sahip çıkmıyor, insan hakları söylemlerini dillendirmiyor, gaspedilen haklarının peşine düşmüyor İşte, inanılmaz bir çifte standart!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir